TÜRKİYE VE DÜNYA
EKONOMİSİNE İLİŞKİN BAZI DEĞERLENDİRMELER
(RÖPORTAJ)
SORULAR:
1) Komşular ile ticaretimizi nasıl geliştirebiliriz? Devlet
erki ile neler yapılabilir?
2) Peki komşularımızla dış ticaretimizi artırmada özellikle
KOBİ’ler olmak üzere firmalara yönelik neler yapılabilir?
3) Merkez Bankası’nı enflasyonla mücadelede başarısız kılan
faktörler nelerdir? Enflasyon hedeflemesi politikasındaki son durum hakkındaki
değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
4) Citibank ve hedge fonlar ve mortgage sistemi ile ilgili
krizler silsilesi sizce dünya ekonomisini ne yönde etkileyecektir?
5) Bazı uzmanlar bu krizlerin etkilerinin 1929 düny
6) Devletin elinde kamu bankaları olmalı mıdır yoks
7) Asimetrik Enformasyon Durumunun ve Limon Teorisi’nin
Türkiye bankacılık sistemindeki geçerliliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
8) Sizce Türkiye’de Siyasî Otorite Finansal Sistemde
Asimetrik Enformasyon Durumuna ve Limon Teorisi’ne Yönelik Neler Yapmalıdır?
9) Türkiye bankacılık sektörü, gelişmiş ülkelerle
kıyaslandığında Ahlakî Riziko Teorisi’nin neresinde durmaktadır?
10) İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi
hakkındaki görüşünüz nedir?
11) İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi
çerçevesinde, Merkez Bankası’nın ve bazı kamu bankaları genel müdürlüklerinin
İstanbul’a taşınması konusunda neler düşünüyorsunuz?
1) KOMŞULAR İLE TİCARETİMİZİ NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ? DEVLET
ERKİ İLE NELER YAPILABİLİR?
Türkiye, maalesef, komşu ülkeleriyle yeterli dış ticaret
hacmine sahip değildir. Son dönemlerde gerçekleştirilen teşebbüslerle bu
hacimde hareketlenmeler meydana geldiği görülmektedir fakat yine de arzu edilen
seviyelere eriştiğimiz söylenemez. Konuya ilişkin bazı kıyaslamalı oranlar
·
TÜİK
istatistikleri incelendiğinde, 1923-2006 dönemi ihracatında seçilmiş ülkeler
içinde en fazla payın gelişmiş Batı ülkelerine ait olduğu görülmektedir.
Bunların başlıcaları Almanya, ABD ve Fransa’dır. Almanya’ya yapılan ihracat
payı %9-40 arasındadır. ABD için bu oranlar %4-44 arasında iken, Fransa’nın
payları %1,4 ile %12,5 arasında değişmektedir. Batı ülkelerine yapılan ihracat
meblağlarının büyüklüğü yanında komşu ülkelere yapılanların düşük seviyelerde
kalması dikkat çekicidir. Mesela 1923-2006 döneminde Bulgaristan’a ihracat
payımız hiçbir zaman %2’yi, Yunanistan’a %8,5’i, Suriye’ye %7,1’i aşmamıştır.
·
İthalâta
gelince… 1923-2006 dönemi ithalâtında seçilmiş ülkeler içinde en fazla pay yine
Almanya, ABD ve Fransa gibi gelişmiş Batı ülkelerine aittir. Almanya’dan
yapılan ithalât payı %51’e, ABD’den %33’e, Fransa’dan %14’e kadar çıkmıştır.
Türkiye’nin, komşu ülkelerinden gerçekleştirdiği ithalât payları ise ihracatta
olduğu gibi düşük seviyelerdedir. Nitekim, bu paylar 1923-2006 döneminde
Bulgaristan’dan %3,4’ü, Yunanistan’dan %1,8’i, Suriye’den %5,4’ü geçmemiştir.
Durum böyle olunca, Türkiye’nin izlenecek stratejilerle
komşularıyla dış ticaret payını daha üst seviyelere çıkarması gerekmektedir. Bu
kapsamda; sanayileşme stratejileri izlenirken, bunların dış ticaretle olan
ilişkisi de göz önüne alındığı takdirde Türkiye açısından da önemli gelişmeler
sağlamak mümkün hâle gelecektir.
Peki neler yapılabilir? En başta, Türkiye’ye komşu ülkelerle
yapılan dış ticaret mal-hizmet bileşimi dikkate alınarak, her ülkeye komşu veya
yakın olan bölgede bu bileşime uygun bir sanayileşme stratejisi izlenebilir.
Mesela, güneydeki-güney doğudaki ülkeler; Suriye, Irak, İran için gıda
ağırlıklı bir sanayileşme stratejisi izlenebilir. İlaveten inşaatl
Sadece yurt içine değil, yurt dışına yönelik üretimde de
bulunan sınaî tesisler, pazara yakınlık dolayısıyla düşük maliyetle üretimde
bulunabilecek ve böylece rekabet edebilir bir yapıya kavuşulmasına imkân
sağlayacaktır. Neticede Türkiye’nin dış ticaret hacmi artarken, bölgesel
kalkınmanın sağlanmasında da önemli mesafeler kat edilebilecektir.
2) PEKİ KOMŞULARIMIZLA DIŞ TİCARETİMİZİ ARTIRMADA ÖZELLİKLE KOBİ’LER
OLMAK ÜZERE FİRMALARA YÖNELİK NELER YAPILABİLİR?
Türkiye’nin 1999 itibariyle yaşadığı kriz sürecinde öneminin
farkına vardığı ve bu yönde faaliyette bulunduğu olguların başında ihracat
gelmektedir. 2007 sonu itibariyle ihracatta 107 milyar Dolar’lık hacme
ulaşılmış olması d
İhracatta atılımın sağlanmasında KOBİ’lerin önemli ölçüde
rolünün olduğu görülmektedir. Çünkü zaten Türkiye’de toplam işletmelerin
%99’unu bunlar oluşturmaktadır ve esnek imalât yapılarıyla gelişmelere
kendilerini adapte ederek yerli-yabancı piyasalara hitap etme özelliğine
sahiptirler. Nitekim kuruluşlarca açıklanan “İlk 500 İhracatçı Firma” ve
“İkinci 500 İhracatçı Firma” listelerinde çok sayıda KOBİ yer almaktadır.
Türkiye’de 1980’li yıllara kadar büyük işletmelerin
hakimiyeti söz konusu idi. Bu yıllar itibariyle KOBİ’lerin yıldızlarının yavaş
yavaş parladığını görmekteyiz. Sağlanan birtakım teşvikler ve imkânlardan
faydalanarak ve gelişmelere uyum sağlayarak imalâtta, istihdamda ve dış
ticarette belli büyüklüklere erişmişlerdir. Elbette bunlar tam olarak arzu
edilen hedefler değil ve bu işletmelerin birçok sıkıntıları var ama yine de
olumlu bir gelişim seyri içinde oldukları ifade edilebilir.
Türkiye’de, sahip oldukları esnek yapı dikkate alınarak,
KOBİ’lerin ihracat potansiyellerinin harekete geçirilmesine yönelik tedbirler
alınmalıdır. Konuya ilişkin birtakım çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Bu
kapsamda, mesela DTM (Dış Ticaret Müsteşarlığı) tarafından KOBİ’lerin ihracata
yönlendirilmesi ve hacimlerinin artırılması maksadıyla SDTŞ(Sektörel Dış
Ticaret Şirketleri)’lere yönelik birtakım düzenlemeler yapılmaktadır. Ayrıca,
KOSGEB-TÜBİTAK vb. kuruluşlarca çok sayıda ana-alt başlık altında programlar
oluşturulmakta, destekler sağlanmaktadır. Bu ve benzeri çalışmaların istikrarlı
biçimde sürdürülmesi gerekmektedir.
3) MERKEZ BANKASI’NI ENFLASYONLA MÜCADELEDE BAŞARISIZ KILAN
FAKTÖRLER NELERDİR? ENFLASYON HEDEFLEMESİ STRATEJİSİNDEKİ SON DURUM HAKKINDAKİ
DEĞERLENDİRMELERİNİZİ ALABİLİR MİYİZ?
Doğrudan bu faktörlere geçmeden evvel soruna ilişkin bazı
tespitlerde bulunmak gerektiği kanaatindeyiz. Bilindiği gibi, enflasyon,
Türkiye’de uzun yıllar içinde “kronik” bir hal alarak kesimler arasında adet
İktisatçılarca, enflasyonun bırakın %100’lerde
gerçekleşmesini iki haneli olması hâlinde de “enflasyon hedeflemesi stratejisi”
kapsamında düşürülmesi mümkün görülmemektedir. Bu çerçevede, söz konusu
stratejinin, pratikte, tek haneli oranların mevcut olduğu ekonomilerde
izlenebilir olduğu kabul edilmektedir. Türkiye, 2005 TÜFE hedefi olan %8’i
Temmuz ayında realize etmiş, yıl sonu itibariyle enflasyon hedeflemesi
stratejisine hazır hâle gelmiştir.
Merkez Bankası, 2005 Kasım’ında düzenlediği bir toplantıda,
2006 itibariyle enflasyon hedeflemesi stratejisinin hayata geçirileceğini ve
buna uygun bir şekilde hareket edileceğini deklare etmiştir. Buna göre;
enflasyonun 2006 yılında yüzde 5, 2007 ve 2008’de ise yüzde 4 olarak
hedeflendiğini, enflasyon hedeflemesi stratejisi ile birlikte Merkez
Bankası’nın enflasyon hedefini rakamsal olarak açıkladığını ve ulaşılmaması
durumunda hesap vermekle yükümlü olduğunu ifade etmiştir.
Peki Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi stratejisinde
başarılı olabilmiş midir? Eğer meseleye fiyat artışlarının kontrol altına
alınması açısından bakılırsa, Merkez Bankası’nın oranlar bazınd
Bizzat Merkez Bankası’nca da dile getirildiği üzere, dünya
çapında gıda ve enerji fiyatlarında meydana gelen artışlara ilaveten küresel
ölçekte ekonomilere ilişkin belirsizlikler dolayısıyla enflasyon hedeflemesinde
değişiklikler kaçınılmaz hal almıştır. Nitekim Merkez Bankası, %4 hedefinin
uzunc
Tüm bu bilgilerden sonra enflasyon hedeflemesi stratejisinde
başarıyı engelleyen unsurları şöyle özetlemekte fayda vardır:
·
Dünya
çapında gıda ve enerji fiyatlarında meydana gelen artışlara ilaveten küresel
ölçekte ekonomilere ilişkin belirsizlikler,
·
2007-2008
döneminde Türkiye’nin iç politikasında meydana gelen belirsizlikler ve bunların
ekonomide oluşturduğu tahribat,
·
Kişilerin
ve kurumların, fiyatlamada enflasyon hedeflerini bir çıpa olarak dikkate
almaktan vazgeçmesi, buna karşılık geçmiş dönemdeki yüksek oranları baz alması.
Yani enflasyon hedeflemesindeki başarısızlık sadece Merkez
Bankası’ndan değil, dış-iç yapısal kaynaklı sorunlara ilaveten kişi ve
kurumların geleceğe yönelik karamsarlıkları dolayısıyla fiyatlama
politikalarındaki değişikliklerden de kaynaklanmaktadır.
4) CITIBANK VE HEDGE FONLAR VE MORTGAGE SİSTEMİ İLE İLGİLİ
KRİZLER SİLSİLESİ SİZCE DÜNYA EKONOMİSİNİ NE YÖNDE ETKİLEYECEKTİR?
Ağırlıklı olarak 2007 yılı yazınd
Somut bazı gelişmeleri ele alacak olursak, özellikle
mortgage krizi çerçevesinde ABD’de birçok firma zor durumda kalmıştır. Merrill
Lynch, Morgan Stanley ve Citigroup bunlar arasındadır. Ayrıca, Bear Stearns
iflas noktasına gelmiş ve 2008 Mart ortasında JP Morgan Chase tarafından satın
alınmıştır. Citi, 2008’in ilk beş ayı boyunca mortgage krizinin etkilerini
giderebilmek için 40 milyar Dolar civarında harcama yaptıklarını dile
getirmiştir.
Bu krizler, başta ABD olmak üzere GÜ kökenlidir. Dolayısıyl
GOÜ’lerde ise ilk etki sıcak para üzerinedir. Söz konusu
krizler sebebiyle GOÜ’lerde sermaye çıkışları yaşanmakta buna bağlı olarak
faizde ve döviz kurunda yükselmeler veya devalüasyonlar gerçekleşmekte, borsalarda
düşüşler olmakta, dış ticaret bileşimi olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca reel
yabancı ve yerli yatırımlarda da, geleceğe yönelik karamsar beklentiler
dolayısıyla, azalmalar ve/veya ertelemeler meydana gelmektedir. Sonuçta üretim
azalmakta istihdam sorunları baş göstermektedir.
5) BAZI UZMANLAR BU KRİZLERİN ETKİLERİNİN 1929 DÜNYA
BUHRANINDAN DAHA CİDDİ BOYUTLARDA OLACAĞINI İFADE ETMEKTEDİRLER, BU KONUYA
KATILIYOR MUSUNUZ?
Doğrusu, küresel ölçekli krizlerin başlangıcında veya kriz
sürecinde bu tür tahminlerde bulunmak çok kolay değildir. Çünkü tüm dünya
ekonomileri etki alanındadır ve boyutunun nereye varacağı belli değildir.
Özellikle küreselleşme süreciyle giderek entegre hale gelen ülke ekonomilerinin
bu tür krizlerden ne kadar etkileneceğini ortaya koymak son derece zordur.
Özellikle 2007 ortası itibariyle başlayan mortgage krizinin
süresine ve boyutuna ilişkin farklı tahminlerde bulunulmaktadır. Kimileri
iyimserken, kimileri ise kötümser tablolar çizmektedir. Citi yönetim kurulu
başkanı Win Bischoff 2008 Mayıs’ında yaptığı açıklamasında krizin en ağır
kısmının sona erdiğini dile getirmiştir. Bununl
Öte yandan, bu krizlerin ardının geleceğini ve farklı
boyutlarıyla karşılaşılacağını dile getirenler de mevcuttur. Mesela Prof. Dr.
Paul Krugman, mortgage krizinin etkilerini 2010 yılına kadar sürdürebileceğini,
2011 yılına sarkmasının ise sürpriz olmayacağını dile getirmektedir. Haliyle
ABD’de 2011’e kadar sürme ihtimali bulunan bir krizler silsilesi, tüm dünyayı
da şöyle vey
Tabii şunu d
6) DEVLETİN ELİNDE KAMU BANKALARI OLMALI MIDIR YOKSA BUNLAR
TAMAMEN ÖZELLEŞTİRİLMELİ MİDİR? TÜRKİYE’DE FİNANS SEKTÖRÜNDEKİ ÖZELLEŞTİRMELERE
İLİŞKİN GÖRÜŞLERİNİZİ PAYLAŞABİLİR MİSİNİZ?
Liberal ekonomilerde esas olan, özel teşebbüsün
ön plana çıkarılması ve kamunun ekonomik faaliyetlerinin minimize edilmesidir.
Fakat bu durum, olsa olsa teorik bir rekabet piyasası çerçevesinde kulağa hoş
gelen bir seda niteliğindedir. Günümüz gerçeklerine bakıldığında, kimi
hususlarda kamunun varlığı gerekli olmaktadır. Nitekim, özel kesimin faaliyette
bulunmak istemediği vey
Türkiye’de bankacılık piyasasında özel sektör yanında kamu
da faaliyette bulunmaktadır. Ancak, paylar açısından inceleme yapıldığında,
kamuya ilişkin bazı sorunların varlığına şahit olunmaktadır. Nitekim, Kamu’nun
bankacılık piyasasındaki payının %30, AB’de ise %10 civarında olduğu
belirtilmektedir. Bu oranlar dikkate alınarak değerlendirme yapıldığı takdirde
kamu bankalarında kısmî özelleştirmenin gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tamamen özelleştirme yerine kısmi özelleştirme ile kamu
kuruluşları daha etkin çalışma imkânına kavuşabilecektir. Siyasî iradeden
bağımsız hareket ederek piyasa gerçeklerine daha uygun faaliyette
bulunabileceklerdir. Tabii bu kuruluşlar, kamu faydası prensibinden asla taviz
vermeyecek şekilde dizayn edilmelidirler. Aksi hâlde özel kesimin alamet-i
farikası olan “öncelikle kâr” prensibi ile hareket etmeleri durumunda arzu
edilen kamu faydası hedefinden uzaklaşmış olacaklardır.
7) ASİMETRİK ENFORMASYON DURUMUNUN VE LİMON TEORİSİ’NİN
TÜRKİYE BANKACILIK SİSTEMİNDEKİ GEÇERLİLİĞİ HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Asimetrik bilgi durumu, tüm ülke bankacılık sistemlerinde
olduğu gibi, Türkiye’de de mevcuttur ve Limon Teorisi geçerliliğini
korumaktadır. Esasında, insanın olduğu her yerde bu duruma ve teoriye rastlamak
mümkündür.
Tabii şunu belirtmekte fayda vardır. Özellikle bilgi
sistemlerini köklü bir biçimde tesis etmiş ve şeffaflık seviyelerini yükseltmiş
olan GÜ’lerde düşük oranlı asimetrik enformasyon (bilgi dengesizliği) durumu
söz konusudur ve dolayısıyla limon nitelikli (şeffaf olmayan, aktif-pasif
yapısı dengesiz vb.) finansal kuruluşlar azınlıktadır. Buna karşılık, GOÜ’lerde
tersi bir yapı söz konusudur.
Bir GOÜ olarak Türkiye’de de müşteriler ve bankalar/finansal
kuruluşlar arasınd
8) SİZCE TÜRKİYE’DE SİYASÎ OTORİTE FİNANSAL SİSTEMDE
ASİMETRİK ENFORMASYON DURUMUNA VE LİMON TEORİSİ’NE YÖNELİK NELER YAPMALIDIR?
Bir sorunun çözümüne ilişkin başarı için, konu ile ilgili
tüm tarafların göz önünde bulundurulması ve bunlara yönelik detaylı tedbirlerin
alınması gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla, bu sorunlarla ilgili olarak,
finansal kurumlar (bankalar ve diğer kuruluşlar) ve müşteriler (kişiler,
firmalar) olmak üzere ikili bakış açısını kullanmak lazımdır. Genel bir
tespitte bulunmak gerekirse, Türkiye’de bilgi dengesizliği sadece finansal
kuruluşlar aleyhine olmamıştır aynı zamanda kişiler ve firmalar aleyhine de
olmuştur. Aynı şekilde limon niteliğini haiz olanlar sadece finansal kuruluşlar
değildir kişiler ve firmalar d
Türkiye’de siyasî otorite, 1999 yılı itibariyle finansal
kesimi rehabilite edici tedbirler almay
Bugün gelinen noktada, Türkiye bankacılık kesimi önceki
dönemlere nazaran daha sağlıklı bir yapıya sahiptir. 2000 öncesinde 80
civarında olan banka sayısı 2008 itibariyle katılım bankaları dahil olmak üzere
50’ye inmiştir. Bununl
·
Basel
I ve II çerçevesinde, finansal kuruluşların öz sermaye yapılarının
güçlendirilmeye çalışılması süreci titizlikle sürdürülmelidir.
·
Tüketici
kredileri adeta sinyal vermektedir. Bankalar, faaliyetlerini sürdürmek amacıyla
limon nitelikli kişilere de kredi verebilmektedirler. Geri dönüşte problem
olması hâlinde tarih tekerrür edebilir. Otoriteler bazı sınırlandırmalara
gidilmesini talep etmelidir.
·
Kredi
kartı da ayrı bir sorundur. Bankaların limon-gayri limon şeklinde sınırlama
olmaksızın herkese kart tahsis etmesi, potansiyel bir krize yol açabilir. 2001
yılındaki kart mağduriyetleri de aynı şekilde meydana gelmişti. Otoriteler,
kredi kartının bankalarca tahsisine de belli limitler getirmelidir.
9) TÜRKİYE BANKACILIK SEKTÖRÜ, GELİŞMİŞ ÜLKELERLE
KIYASLANDIĞINDA AHLAKÎ RİZİKO TEORİSİ’NİN NERESİNDE DURMAKTADIR?
Hatırlanacağı üzere, özellikle 1990-2000 döneminde
kontrolsüz bir banka kurma furyası yaşanmış, mevcut bankaların da çoğunlukla
ehil olmayan kişilere/kurumlara devri gerçekleştirilmiştir. Bu da sağlıksız bir
banka sistemine yol açmıştır. Nitekim, bu süreçte gerçek bankacılık yapma
yerine, devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) vasıtasıyla kamu ile
alacaklı-borçlu ilişkisine girerek “paradan para kazanma” kolaycılığını tercih
etmişlerdir. Fakat üretici kesimin finansmanına çok ciddi katkı
sağlamamışlardır. Öte yandan, müşteri konumundaki kişiler ve kurumlar da
finansal kuruluşlarla fon ilişkisine girmiş fakat geri dönüşlerini zamanında ve
tam yapmadıkları için sistemde kırılmalara sebep olmuşlardır. İşte her iki
husus da doğrudan Ahlakî Riziko Teorisi (Theory of Moral Hazard) kapsamında
değerlendirilebilir.
Türkiye’de esasınd
Nitekim, mesela kimi bankalar zor durumda olmalarına rağmen
her şey yolunda gidiyormuş izlenimini vererek mudilerden tasarruf talebine
devam etmiştir. Hatırlayacaksınız, bir bank
Öte yandan, 1990-2000 döneminde kişiler ve kurumlar da
ekonomideki par
10) İSTANBUL’UN BİR FİNANS MERKEZİ HALİNE GETİRİLMESİ
HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜNÜZ NEDİR?
İstanbul; Doğu Avrupa, Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asy
Halihazırda, İstanbul’da çok sayıda yabancı finans kuruluşu
faaliyet göstermektedir. Yani para piyasası açısından hareketli bir noktadır.
Ayrıca sermaye piyasası da canlıdır. Nitekim kurulduğu 1985 yılından bu yana
İMKB, kote olan firma sayısını ve işlem hacmini sürekli artırmıştır. Ayrıca,
altın borsası da faaliyetlerini sürdürmektedir.
İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi durumunda,
Türkiye’nin daha fazla yabancı sermaye (reel-portföy) çekmesi de mümkün
olacaktır.
11) İSTANBUL’UN BİR FİNANS MERKEZİ HALİNE GETİRİLMESİ
ÇERÇEVESİNDE, MERKEZ BANKASI’NIN VE BAZI KAMU BANKALARI GENEL MÜDÜRLÜKLERİNİN
İSTANBUL’A TAŞINMASI KONUSUNDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Doğrusu, iletişimin süratli bir şekilde ve çok sayıda araçla
yapılabildiği günümüz şartlarında Merkez Bankası’nın ve/veya kamu bankalarının
genel müdürlüklerinin İstanbul’a taşınması çok büyük önem arz etmemektedir. Hiç
faydası olmayacaktır denemez, ama “olmazsa olmaz” bir şart olarak da görmemek
lazım diye düşünmekteyim. Çünkü her türlü işlem gerek telekom kanallarıyla
gerekse uydular vasıtasıyla gerçekleştirilebilmektedir. Dolayısıyla fizikî
taşınma tek başına çok şey ifade etmemektedir.
Bu durumd
Kesin olmamakl
* Münir Karacabey –
Dr. Mehmet Behzat Ekinci
http://netfinans.com, http://www.akademiktisat.net
** Netfinans,
“İstanbul Finans Merkezi Olabilir”, http://netfinans.com/#11116,
1 Temmuz 2008.