AKADEM<İ>KTİSAT

 

 

TÜRKİYE VE DÜNYA EKONOMİSİNE İLİŞKİN BAZI DEĞERLENDİRMELER

(RÖPORTAJ)

 

 

 

SORULAR:

1) Komşular ile ticaretimizi nasıl geliştirebiliriz? Devlet erki ile neler yapılabilir?

 

2) Peki komşularımızla dış ticaretimizi artırmada özellikle KOBİ’ler olmak üzere firmalara yönelik neler yapılabilir?

 

3) Merkez Bankası’nı enflasyonla mücadelede başarısız kılan faktörler nelerdir? Enflasyon hedeflemesi politikasındaki son durum hakkındaki değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

 

4) Citibank ve hedge fonlar ve mortgage sistemi ile ilgili krizler silsilesi sizce dünya ekonomisini ne yönde etkileyecektir?

 

5) Bazı uzmanlar bu krizlerin etkilerinin 1929 dünya buhranından daha ciddi boyutlarda olacağını ifade etmektedirler, bu konuya katılıyor musunuz?

 

6) Devletin elinde kamu bankaları olmalı mıdır yoksa bunlar tamamen özelleştirilmeli midir? Türkiye’de finans sektöründeki özelleştirmelere ilişkin görüşlerinizi paylaşabilir misiniz?

 

7) Asimetrik Enformasyon Durumunun ve Limon Teorisi’nin Türkiye bankacılık sistemindeki geçerliliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

8) Sizce Türkiye’de Siyasî Otorite Finansal Sistemde Asimetrik Enformasyon Durumuna ve Limon Teorisi’ne Yönelik Neler Yapmalıdır?

 

9) Türkiye bankacılık sektörü, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında Ahlakî Riziko Teorisi’nin neresinde durmaktadır?

 

10) İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi hakkındaki görüşünüz nedir?

 

11) İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi çerçevesinde, Merkez Bankası’nın ve bazı kamu bankaları genel müdürlüklerinin İstanbul’a taşınması konusunda neler düşünüyorsunuz?

 

 

 

1) KOMŞULAR İLE TİCARETİMİZİ NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ? DEVLET ERKİ İLE NELER YAPILABİLİR?

Türkiye, maalesef, komşu ülkeleriyle yeterli dış ticaret hacmine sahip değildir. Son dönemlerde gerçekleştirilen teşebbüslerle bu hacimde hareketlenmeler meydana geldiği görülmektedir fakat yine de arzu edilen seviyelere eriştiğimiz söylenemez. Konuya ilişkin bazı kıyaslamalı oranlara bakıldığında durum daha net anlaşılabilmektedir:

·        TÜİK istatistikleri incelendiğinde, 1923-2006 dönemi ihracatında seçilmiş ülkeler içinde en fazla payın gelişmiş Batı ülkelerine ait olduğu görülmektedir. Bunların başlıcaları Almanya, ABD ve Fransa’dır. Almanya’ya yapılan ihracat payı %9-40 arasındadır. ABD için bu oranlar %4-44 arasında iken, Fransa’nın payları %1,4 ile %12,5 arasında değişmektedir. Batı ülkelerine yapılan ihracat meblağlarının büyüklüğü yanında komşu ülkelere yapılanların düşük seviyelerde kalması dikkat çekicidir. Mesela 1923-2006 döneminde Bulgaristan’a ihracat payımız hiçbir zaman %2’yi, Yunanistan’a %8,5’i, Suriye’ye %7,1’i aşmamıştır.

·        İthalâta gelince… 1923-2006 dönemi ithalâtında seçilmiş ülkeler içinde en fazla pay yine Almanya, ABD ve Fransa gibi gelişmiş Batı ülkelerine aittir. Almanya’dan yapılan ithalât payı %51’e, ABD’den %33’e, Fransa’dan %14’e kadar çıkmıştır. Türkiye’nin, komşu ülkelerinden gerçekleştirdiği ithalât payları ise ihracatta olduğu gibi düşük seviyelerdedir. Nitekim, bu paylar 1923-2006 döneminde Bulgaristan’dan %3,4’ü, Yunanistan’dan %1,8’i, Suriye’den %5,4’ü geçmemiştir.

 

Durum böyle olunca, Türkiye’nin izlenecek stratejilerle komşularıyla dış ticaret payını daha üst seviyelere çıkarması gerekmektedir. Bu kapsamda; sanayileşme stratejileri izlenirken, bunların dış ticaretle olan ilişkisi de göz önüne alındığı takdirde Türkiye açısından da önemli gelişmeler sağlamak mümkün hâle gelecektir.

 

Peki neler yapılabilir? En başta, Türkiye’ye komşu ülkelerle yapılan dış ticaret mal-hizmet bileşimi dikkate alınarak, her ülkeye komşu veya yakın olan bölgede bu bileşime uygun bir sanayileşme stratejisi izlenebilir. Mesela, güneydeki-güney doğudaki ülkeler; Suriye, Irak, İran için gıda ağırlıklı bir sanayileşme stratejisi izlenebilir. İlaveten inşaatla bağlantılı sınaî tesislerin kurulması da mümkündür. Yine kuzeydeki-kuzey doğudaki ülkeler; Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan için tekstil bağlantılı sanayileşmeye gidilebilir. Veya söz konusu ülkelerin ithalâtlarında ağırlığı oluşturan kalemlerle bağlantılı sınaî tesislerin kurulmasına yönelik stratejiler geliştirilebilir.

 

Sadece yurt içine değil, yurt dışına yönelik üretimde de bulunan sınaî tesisler, pazara yakınlık dolayısıyla düşük maliyetle üretimde bulunabilecek ve böylece rekabet edebilir bir yapıya kavuşulmasına imkân sağlayacaktır. Neticede Türkiye’nin dış ticaret hacmi artarken, bölgesel kalkınmanın sağlanmasında da önemli mesafeler kat edilebilecektir.

 

 

2) PEKİ KOMŞULARIMIZLA DIŞ TİCARETİMİZİ ARTIRMADA ÖZELLİKLE KOBİ’LER OLMAK ÜZERE FİRMALARA YÖNELİK NELER YAPILABİLİR?

Türkiye’nin 1999 itibariyle yaşadığı kriz sürecinde öneminin farkına vardığı ve bu yönde faaliyette bulunduğu olguların başında ihracat gelmektedir. 2007 sonu itibariyle ihracatta 107 milyar Dolar’lık hacme ulaşılmış olması da bu durumu teyit etmektedir.

 

İhracatta atılımın sağlanmasında KOBİ’lerin önemli ölçüde rolünün olduğu görülmektedir. Çünkü zaten Türkiye’de toplam işletmelerin %99’unu bunlar oluşturmaktadır ve esnek imalât yapılarıyla gelişmelere kendilerini adapte ederek yerli-yabancı piyasalara hitap etme özelliğine sahiptirler. Nitekim kuruluşlarca açıklanan “İlk 500 İhracatçı Firma” ve “İkinci 500 İhracatçı Firma” listelerinde çok sayıda KOBİ yer almaktadır.

 

Türkiye’de 1980’li yıllara kadar büyük işletmelerin hakimiyeti söz konusu idi. Bu yıllar itibariyle KOBİ’lerin yıldızlarının yavaş yavaş parladığını görmekteyiz. Sağlanan birtakım teşvikler ve imkânlardan faydalanarak ve gelişmelere uyum sağlayarak imalâtta, istihdamda ve dış ticarette belli büyüklüklere erişmişlerdir. Elbette bunlar tam olarak arzu edilen hedefler değil ve bu işletmelerin birçok sıkıntıları var ama yine de olumlu bir gelişim seyri içinde oldukları ifade edilebilir.

 

Türkiye’de, sahip oldukları esnek yapı dikkate alınarak, KOBİ’lerin ihracat potansiyellerinin harekete geçirilmesine yönelik tedbirler alınmalıdır. Konuya ilişkin birtakım çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Bu kapsamda, mesela DTM (Dış Ticaret Müsteşarlığı) tarafından KOBİ’lerin ihracata yönlendirilmesi ve hacimlerinin artırılması maksadıyla SDTŞ(Sektörel Dış Ticaret Şirketleri)’lere yönelik birtakım düzenlemeler yapılmaktadır. Ayrıca, KOSGEB-TÜBİTAK vb. kuruluşlarca çok sayıda ana-alt başlık altında programlar oluşturulmakta, destekler sağlanmaktadır. Bu ve benzeri çalışmaların istikrarlı biçimde sürdürülmesi gerekmektedir.

 

 

3) MERKEZ BANKASI’NI ENFLASYONLA MÜCADELEDE BAŞARISIZ KILAN FAKTÖRLER NELERDİR? ENFLASYON HEDEFLEMESİ STRATEJİSİNDEKİ SON DURUM HAKKINDAKİ DEĞERLENDİRMELERİNİZİ ALABİLİR MİYİZ?

Doğrudan bu faktörlere geçmeden evvel soruna ilişkin bazı tespitlerde bulunmak gerektiği kanaatindeyiz. Bilindiği gibi, enflasyon, Türkiye’de uzun yıllar içinde “kronik” bir hal alarak kesimler arasında adeta bir adaletsiz bir gelir dağılımı aracı niteliğine bürünmüştür. Özellikle 1980’ler itibariyle ülke ekonomisinin neredeyse ilk gündem maddesi olmuştur. Öyle dönemler gelmiştir ki enflasyonun kontrol altına alınabilmesi bile bir hayal gibi farz edilmiştir. Mesela 1990’lı yılların ortalarına doğru %150’lere bile şahit olunmuştur.

 

İktisatçılarca, enflasyonun bırakın %100’lerde gerçekleşmesini iki haneli olması hâlinde de “enflasyon hedeflemesi stratejisi” kapsamında düşürülmesi mümkün görülmemektedir. Bu çerçevede, söz konusu stratejinin, pratikte, tek haneli oranların mevcut olduğu ekonomilerde izlenebilir olduğu kabul edilmektedir. Türkiye, 2005 TÜFE hedefi olan %8’i Temmuz ayında realize etmiş, yıl sonu itibariyle enflasyon hedeflemesi stratejisine hazır hâle gelmiştir.

 

Merkez Bankası, 2005 Kasım’ında düzenlediği bir toplantıda, 2006 itibariyle enflasyon hedeflemesi stratejisinin hayata geçirileceğini ve buna uygun bir şekilde hareket edileceğini deklare etmiştir. Buna göre; enflasyonun 2006 yılında yüzde 5, 2007 ve 2008’de ise yüzde 4 olarak hedeflendiğini, enflasyon hedeflemesi stratejisi ile birlikte Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini rakamsal olarak açıkladığını ve ulaşılmaması durumunda hesap vermekle yükümlü olduğunu ifade etmiştir.

 

Peki Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi stratejisinde başarılı olabilmiş midir? Eğer meseleye fiyat artışlarının kontrol altına alınması açısından bakılırsa, Merkez Bankası’nın oranlar bazında belli ölçüde başarılı olduğu söylenebilir. Nitekim, 1990’lı yıllarda %150’leri görmüş bir ülkede enflasyonun 2006-2007 döneminde, bazı istisnaları ile beraber, %10 altında tutulması bir ölçüde başarı olarak nitelenebilir. Fakat ne yazık ki bu süreç 2008 yılı itibariyle kesintiye uğramıştır.

 

Bizzat Merkez Bankası’nca da dile getirildiği üzere, dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarında meydana gelen artışlara ilaveten küresel ölçekte ekonomilere ilişkin belirsizlikler dolayısıyla enflasyon hedeflemesinde değişiklikler kaçınılmaz hal almıştır. Nitekim Merkez Bankası, %4 hedefinin uzunca bir süre ulaşılmasının güçlüğüne dikkat çekerek oranları revize etmiştir. Bu kapsamda yıllar itibariyle yeni hedef enflasyon oranları şu şekildedir: 2009 sonu %7,5; 2010 sonu %6,5; 2011 sonu %5,5. Yani başladığımız noktaya geri dönmüş vaziyetteyiz.

 

Tüm bu bilgilerden sonra enflasyon hedeflemesi stratejisinde başarıyı engelleyen unsurları şöyle özetlemekte fayda vardır:

·        Dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarında meydana gelen artışlara ilaveten küresel ölçekte ekonomilere ilişkin belirsizlikler,

·        2007-2008 döneminde Türkiye’nin iç politikasında meydana gelen belirsizlikler ve bunların ekonomide oluşturduğu tahribat,

·        Kişilerin ve kurumların, fiyatlamada enflasyon hedeflerini bir çıpa olarak dikkate almaktan vazgeçmesi, buna karşılık geçmiş dönemdeki yüksek oranları baz alması.

 

Yani enflasyon hedeflemesindeki başarısızlık sadece Merkez Bankası’ndan değil, dış-iç yapısal kaynaklı sorunlara ilaveten kişi ve kurumların geleceğe yönelik karamsarlıkları dolayısıyla fiyatlama politikalarındaki değişikliklerden de kaynaklanmaktadır.

 

 

4) CITIBANK VE HEDGE FONLAR VE MORTGAGE SİSTEMİ İLE İLGİLİ KRİZLER SİLSİLESİ SİZCE DÜNYA EKONOMİSİNİ NE YÖNDE ETKİLEYECEKTİR?

Ağırlıklı olarak 2007 yılı yazında başlayan söz konusu krizler silsilesi, aslında halihazırda ülke ekonomilerinde değişen boyutlarda yüzünü göstermektedir. Kısa vadede hem gelişmiş ülkeler (GÜ) hem gelişmekte olan ülkeler (GOÜ) açısından bu etkilerin şiddetini giderek artıracağı tahmin edilmektedir.

 

Somut bazı gelişmeleri ele alacak olursak, özellikle mortgage krizi çerçevesinde ABD’de birçok firma zor durumda kalmıştır. Merrill Lynch, Morgan Stanley ve Citigroup bunlar arasındadır. Ayrıca, Bear Stearns iflas noktasına gelmiş ve 2008 Mart ortasında JP Morgan Chase tarafından satın alınmıştır. Citi, 2008’in ilk beş ayı boyunca mortgage krizinin etkilerini giderebilmek için 40 milyar Dolar civarında harcama yaptıklarını dile getirmiştir.

 

Bu krizler, başta ABD olmak üzere GÜ kökenlidir. Dolayısıyla buralarda meydana gelen olumsuzluklar, doğrudan veya dolaylı olarak GOÜ’lere yansımaktadır. Makro bazda bakıldığında, GÜ’lerde ilk etapta para arzı daralması meydana gelmekte ve bu da faizleri yükseltmektedir. Ayrıca sermaye piyasalarında hacim daralması yaşanmaktadır. Bunlarla bağlantılı olarak yatırımlar kesintiye uğramakta, üretim daralmakta ve istihdamda olumsuzluklar meydana gelmektedir.

 

GOÜ’lerde ise ilk etki sıcak para üzerinedir. Söz konusu krizler sebebiyle GOÜ’lerde sermaye çıkışları yaşanmakta buna bağlı olarak faizde ve döviz kurunda yükselmeler veya devalüasyonlar gerçekleşmekte, borsalarda düşüşler olmakta, dış ticaret bileşimi olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca reel yabancı ve yerli yatırımlarda da, geleceğe yönelik karamsar beklentiler dolayısıyla, azalmalar ve/veya ertelemeler meydana gelmektedir. Sonuçta üretim azalmakta istihdam sorunları baş göstermektedir.

 

 

5) BAZI UZMANLAR BU KRİZLERİN ETKİLERİNİN 1929 DÜNYA BUHRANINDAN DAHA CİDDİ BOYUTLARDA OLACAĞINI İFADE ETMEKTEDİRLER, BU KONUYA KATILIYOR MUSUNUZ?

Doğrusu, küresel ölçekli krizlerin başlangıcında veya kriz sürecinde bu tür tahminlerde bulunmak çok kolay değildir. Çünkü tüm dünya ekonomileri etki alanındadır ve boyutunun nereye varacağı belli değildir. Özellikle küreselleşme süreciyle giderek entegre hale gelen ülke ekonomilerinin bu tür krizlerden ne kadar etkileneceğini ortaya koymak son derece zordur.

 

Özellikle 2007 ortası itibariyle başlayan mortgage krizinin süresine ve boyutuna ilişkin farklı tahminlerde bulunulmaktadır. Kimileri iyimserken, kimileri ise kötümser tablolar çizmektedir. Citi yönetim kurulu başkanı Win Bischoff 2008 Mayıs’ında yaptığı açıklamasında krizin en ağır kısmının sona erdiğini dile getirmiştir. Bununla beraber, bazı finans piyasası aktörleri ve akademisyenler, ABD yönetiminin mortgage krizini engellemeye yönelik teşebbüste bulunacağına inandıklarını ifade ederek, FED’in büyük bir banka krizine müsaade etmeyeceğini belirtmektedirler.

 

Öte yandan, bu krizlerin ardının geleceğini ve farklı boyutlarıyla karşılaşılacağını dile getirenler de mevcuttur. Mesela Prof. Dr. Paul Krugman, mortgage krizinin etkilerini 2010 yılına kadar sürdürebileceğini, 2011 yılına sarkmasının ise sürpriz olmayacağını dile getirmektedir. Haliyle ABD’de 2011’e kadar sürme ihtimali bulunan bir krizler silsilesi, tüm dünyayı da şöyle veya böyle etkileyebilecektir.

 

Tabii şunu da belirtmek lazım. Burası dünya, dolayısıyla refah dönemleri yanında krizlere de normal bakmak lazım. Çünkü burası cehennem değil ki sürekli her şey kötü gitsin veya cennet değil ki her şey iyi olsun. Dolayısıyla dönemler itibariyle inişler-çıkışlar olacaktır. Eşyanın tabiatı gereği belli dönemlerde refah seviyesi yükselecek, işba noktasında ise aşağı yönlü hareketler meydana gelecektir. Bu durumda ülkelere düşen, yapısal sorunlarını minimize ederek bu tür krizlerin olumsuzluklarını en az seviyede atlatabilmektir.

 

 

6) DEVLETİN ELİNDE KAMU BANKALARI OLMALI MIDIR YOKSA BUNLAR TAMAMEN ÖZELLEŞTİRİLMELİ MİDİR? TÜRKİYE’DE FİNANS SEKTÖRÜNDEKİ ÖZELLEŞTİRMELERE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİNİZİ PAYLAŞABİLİR MİSİNİZ?

Liberal ekonomilerde esas olan, özel teşebbüsün ön plana çıkarılması ve kamunun ekonomik faaliyetlerinin minimize edilmesidir. Fakat bu durum, olsa olsa teorik bir rekabet piyasası çerçevesinde kulağa hoş gelen bir seda niteliğindedir. Günümüz gerçeklerine bakıldığında, kimi hususlarda kamunun varlığı gerekli olmaktadır. Nitekim, özel kesimin faaliyette bulunmak istemediği veya bulunması hâlinde suistimallerin olabileceği bazı alanlarda kamunun faaliyeti esastır. Bankacılık ve sigortacılık sektörlerinin yer aldığı finansal hizmetler de bunlar arasındadır. Öte yandan, bankacılık ve sigortacılık sektörlerinde kamunun payı da sınırsız olmamalıdır. Çünkü böyle bir durum daha farklı sorunlara ve istismarlara da sebep olabilmektedir. Dolayısıyla kamu-özel arasında denge kurulmalıdır.

 

Türkiye’de bankacılık piyasasında özel sektör yanında kamu da faaliyette bulunmaktadır. Ancak, paylar açısından inceleme yapıldığında, kamuya ilişkin bazı sorunların varlığına şahit olunmaktadır. Nitekim, Kamu’nun bankacılık piyasasındaki payının %30, AB’de ise %10 civarında olduğu belirtilmektedir. Bu oranlar dikkate alınarak değerlendirme yapıldığı takdirde kamu bankalarında kısmî özelleştirmenin gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Tamamen özelleştirme yerine kısmi özelleştirme ile kamu kuruluşları daha etkin çalışma imkânına kavuşabilecektir. Siyasî iradeden bağımsız hareket ederek piyasa gerçeklerine daha uygun faaliyette bulunabileceklerdir. Tabii bu kuruluşlar, kamu faydası prensibinden asla taviz vermeyecek şekilde dizayn edilmelidirler. Aksi hâlde özel kesimin alamet-i farikası olan “öncelikle kâr” prensibi ile hareket etmeleri durumunda arzu edilen kamu faydası hedefinden uzaklaşmış olacaklardır.

 

 

7) ASİMETRİK ENFORMASYON DURUMUNUN VE LİMON TEORİSİ’NİN TÜRKİYE BANKACILIK SİSTEMİNDEKİ GEÇERLİLİĞİ HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?

Asimetrik bilgi durumu, tüm ülke bankacılık sistemlerinde olduğu gibi, Türkiye’de de mevcuttur ve Limon Teorisi geçerliliğini korumaktadır. Esasında, insanın olduğu her yerde bu duruma ve teoriye rastlamak mümkündür.

 

Tabii şunu belirtmekte fayda vardır. Özellikle bilgi sistemlerini köklü bir biçimde tesis etmiş ve şeffaflık seviyelerini yükseltmiş olan GÜ’lerde düşük oranlı asimetrik enformasyon (bilgi dengesizliği) durumu söz konusudur ve dolayısıyla limon nitelikli (şeffaf olmayan, aktif-pasif yapısı dengesiz vb.) finansal kuruluşlar azınlıktadır. Buna karşılık, GOÜ’lerde tersi bir yapı söz konusudur.

 

Bir GOÜ olarak Türkiye’de de müşteriler ve bankalar/finansal kuruluşlar arasında bilgi dengesizliği yüksek seviyede olabilmektedir. Esasında, 1980 sonrası itibariyle değerlendirme yapılacak olursa, bankacılık sektöründe önemli ölçüde asimetrik enformasyon durumu söz konusudur ve limon kuruluşların sayısındaki artışa paralel olarak çok sayıda mağdur ortaya çıkmıştır. Özellikle 1990-2000 döneminde “zede”lerin sayısı ve uğradıkları zarar meblağları had safhaya çıkmıştır. Öte yandan, fon talebinde bulunan limon nitelikli kişiler ve kurumlar da finansal kuruluşları zarara uğratmıştır. Yani çift taraflı bir istismar süreci yaşanmıştır.

 

 

8) SİZCE TÜRKİYE’DE SİYASÎ OTORİTE FİNANSAL SİSTEMDE ASİMETRİK ENFORMASYON DURUMUNA VE LİMON TEORİSİ’NE YÖNELİK NELER YAPMALIDIR?

Bir sorunun çözümüne ilişkin başarı için, konu ile ilgili tüm tarafların göz önünde bulundurulması ve bunlara yönelik detaylı tedbirlerin alınması gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla, bu sorunlarla ilgili olarak, finansal kurumlar (bankalar ve diğer kuruluşlar) ve müşteriler (kişiler, firmalar) olmak üzere ikili bakış açısını kullanmak lazımdır. Genel bir tespitte bulunmak gerekirse, Türkiye’de bilgi dengesizliği sadece finansal kuruluşlar aleyhine olmamıştır aynı zamanda kişiler ve firmalar aleyhine de olmuştur. Aynı şekilde limon niteliğini haiz olanlar sadece finansal kuruluşlar değildir kişiler ve firmalar da benzer durumdadır.

 

Türkiye’de siyasî otorite, 1999 yılı itibariyle finansal kesimi rehabilite edici tedbirler almaya başlamıştır. En başta, 1999 yılında kurulan BDDK ile bankacılık sektörüne ilişkin düzenlemelere ve denetlemelere başlanmış, TMSF kurularak batan bankalar tek elden ve etkin bir şekilde yönetilmeye çalışılmıştır. Bu süreçte yeni bir Bankacılık Kanunu oluşturulmuş ve sektörün sağlam bir zeminde faaliyeti sağlanmaya çalışılmıştır. Faaliyetler halihazırda devam etmektedir.

 

Bugün gelinen noktada, Türkiye bankacılık kesimi önceki dönemlere nazaran daha sağlıklı bir yapıya sahiptir. 2000 öncesinde 80 civarında olan banka sayısı 2008 itibariyle katılım bankaları dahil olmak üzere 50’ye inmiştir. Bununla beraber, sıkıntılar halen mevcuttur. Dolayısıyla bu kuruluşlara ilişkin düzenlemeler ve denetlemeler sıkı bir şekilde devam ettirilmelidir. Konuya ilişkin somut olarak şu tekliflerde bulunulabilir:

·        Basel I ve II çerçevesinde, finansal kuruluşların öz sermaye yapılarının güçlendirilmeye çalışılması süreci titizlikle sürdürülmelidir.

·        Tüketici kredileri adeta sinyal vermektedir. Bankalar, faaliyetlerini sürdürmek amacıyla limon nitelikli kişilere de kredi verebilmektedirler. Geri dönüşte problem olması hâlinde tarih tekerrür edebilir. Otoriteler bazı sınırlandırmalara gidilmesini talep etmelidir.

·        Kredi kartı da ayrı bir sorundur. Bankaların limon-gayri limon şeklinde sınırlama olmaksızın herkese kart tahsis etmesi, potansiyel bir krize yol açabilir. 2001 yılındaki kart mağduriyetleri de aynı şekilde meydana gelmişti. Otoriteler, kredi kartının bankalarca tahsisine de belli limitler getirmelidir.

 

 

9) TÜRKİYE BANKACILIK SEKTÖRÜ, GELİŞMİŞ ÜLKELERLE KIYASLANDIĞINDA AHLAKÎ RİZİKO TEORİSİ’NİN NERESİNDE DURMAKTADIR?

Hatırlanacağı üzere, özellikle 1990-2000 döneminde kontrolsüz bir banka kurma furyası yaşanmış, mevcut bankaların da çoğunlukla ehil olmayan kişilere/kurumlara devri gerçekleştirilmiştir. Bu da sağlıksız bir banka sistemine yol açmıştır. Nitekim, bu süreçte gerçek bankacılık yapma yerine, devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) vasıtasıyla kamu ile alacaklı-borçlu ilişkisine girerek “paradan para kazanma” kolaycılığını tercih etmişlerdir. Fakat üretici kesimin finansmanına çok ciddi katkı sağlamamışlardır. Öte yandan, müşteri konumundaki kişiler ve kurumlar da finansal kuruluşlarla fon ilişkisine girmiş fakat geri dönüşlerini zamanında ve tam yapmadıkları için sistemde kırılmalara sebep olmuşlardır. İşte her iki husus da doğrudan Ahlakî Riziko Teorisi (Theory of Moral Hazard) kapsamında değerlendirilebilir.

 

Türkiye’de esasında bankacılıktaki ahlakî riziko meselesi, asimetrik enformasyon durumu ve Limon Teorisi’nde olduğu gibi, sadece finansal kuruluşlar ile ilgili değildir, fakat aynı zamanda kişiler ve firmalarla da alakalıdır. Çünkü ortaya çıkan olumsuzluklarda, değişen oranlarda olmak üzere, her iki tarafın da payı vardır.

 

Nitekim, mesela kimi bankalar zor durumda olmalarına rağmen her şey yolunda gidiyormuş izlenimini vererek mudilerden tasarruf talebine devam etmiştir. Hatırlayacaksınız, bir banka batmadan kısa bir zaman önce başlattığı reklam kampanyasında “biz sizin birinci önceliğiniziz” şeklinde sloganlar kullanmaktaydı. Bir diğeri ise “Dolar’ınıza Mark’ınıza (Euro) en yüksek getiriyi biz sağlıyoruz” diyordu. Bu bankalar, devletin mevduata sağladığı sınırsız güvence politikasının da verdiği rahatlıkla yıllarca fon topladılar ve bunları uygunsuz bir şekilde kullandılar. Neticede iflasın eşiğine sürüklendiler. Fakat nedense tüzel kişilikleri iflasa sürüklenmesine rağmen, ekserisinin şahsî mal varlığında fazla eksilme olmadı ve müreffeh hayatlarını sürdürdüler, sürdürüyorlar. Halk ise bunların sırtlarına yüklediği borcu ödemek zorunda kaldı ve halen ödemeye devam etmektedir.

 

Öte yandan, 1990-2000 döneminde kişiler ve kurumlar da ekonomideki para bolluğundan (ağırlıklı olarak dış ve iç borçla finanse edilen) bir şekilde faydalanma yolunu tercih etmiş ve bu kapsamda bankalardan borç teminine gitmiştir. Alınan bu borcun da üretimde ve geri dönüşü olan alanlarda kullanılması yerine, daha ziyade lüks tüketime yönelmesi dolayısıyla bir süre sonra tıkanıklıklar baş göstermeye başlamıştır. Üretmeden tüketmenin ve hak etmeden harcamanın başka bir sonucu olmasa gerek... Nihayetinde kişiler ve kurumlar temin ettikleri fon taksitlerini ödemede sıkıntıya girmiş ve bankalar tahsilatlarını yapabilmek için çok sayıda kişiyi ve firmayı hukukî zemine sevk etmiştir. Kredi kartlarına ilişkin yaşananlar ise cabası… Türkiye’de 2000-2003 döneminde nice canlar yanmış, çok sayıda aile felaketleri yaşanmıştır. Ahlakî rizikonun maliyetidir bunlar. İşin ilginci, günümüzde de kredi kartına ilişkin bazı olumsuz sinyaller belirmektedir. Bankalar kredi kartı pazarlamasına son süratle devam etmektedirler. Anlaşılan o ki 2001 yılından gerekli dersi almamışız. İnşaallah benzer felaketler tekerrür etmez.

 

 

10) İSTANBUL’UN BİR FİNANS MERKEZİ HALİNE GETİRİLMESİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜNÜZ NEDİR?

İstanbul; Doğu Avrupa, Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinde parlayan bir yıldız konumundadır. Coğrafî pozisyonu itibariyle önemli avantajları olan bir şehirdir. Dolayısıyla finans merkezi olması isabetli olur kanaatindeyim.

 

Halihazırda, İstanbul’da çok sayıda yabancı finans kuruluşu faaliyet göstermektedir. Yani para piyasası açısından hareketli bir noktadır. Ayrıca sermaye piyasası da canlıdır. Nitekim kurulduğu 1985 yılından bu yana İMKB, kote olan firma sayısını ve işlem hacmini sürekli artırmıştır. Ayrıca, altın borsası da faaliyetlerini sürdürmektedir.

 

İstanbul’un bir finans merkezi haline getirilmesi durumunda, Türkiye’nin daha fazla yabancı sermaye (reel-portföy) çekmesi de mümkün olacaktır.

 

 

11) İSTANBUL’UN BİR FİNANS MERKEZİ HALİNE GETİRİLMESİ ÇERÇEVESİNDE, MERKEZ BANKASI’NIN VE BAZI KAMU BANKALARI GENEL MÜDÜRLÜKLERİNİN İSTANBUL’A TAŞINMASI KONUSUNDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ?

Doğrusu, iletişimin süratli bir şekilde ve çok sayıda araçla yapılabildiği günümüz şartlarında Merkez Bankası’nın ve/veya kamu bankalarının genel müdürlüklerinin İstanbul’a taşınması çok büyük önem arz etmemektedir. Hiç faydası olmayacaktır denemez, ama “olmazsa olmaz” bir şart olarak da görmemek lazım diye düşünmekteyim. Çünkü her türlü işlem gerek telekom kanallarıyla gerekse uydular vasıtasıyla gerçekleştirilebilmektedir. Dolayısıyla fizikî taşınma tek başına çok şey ifade etmemektedir.

 

Bu durumda bunların Ankara’dan İstanbul’a nakli sembolik bir mana ifade ediyor olabilir. Şöyle ki, İstanbul hep hareketli bir şehir olagelmiştir; hem ekonomik açıdan, hem sosyal, hem de kültürel açıdan... Öte yandan Ankara, kendisi öyle olmasa da dışarıya hantal, katı, donuk bir şehir görüntüsü vermektedir. En azından, mevcut yapısıyla sebep olduğu algı bu yöndedir. Nitekim, bu ve benzeri saiklerle, Yahya Kemal’in de düşüncesini “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” şeklinde özetlediği belirtilmektedir. Tabii bu, meselenin esprili boyutu…

 

Kesin olmamakla beraber, Merkez Bankası’nın ve/veya kamu bankalarının genel müdürlüklerinin İstanbul’a nakliyle, belki bu kuruluşların daha hareketli, daha renkli bir yapıya kavuşturulmasının hedeflendiği ifade edilebilir. Bir de, zannediyorum, bu kurumların politik menzilden uzaklaştırılması ve daha özerk, daha etkin faaliyette bulunması da amaçlanmaktadır.

 

 

* Münir Karacabey – Dr. Mehmet Behzat Ekinci

http://netfinans.com, http://www.akademiktisat.net

** Netfinans, “İstanbul Finans Merkezi Olabilir”, http://netfinans.com/#11116, 1 Temmuz 2008.

 

 

 

Sayfa Başı