AKADEM<İ>KTİSAT

 

 

DÜNYADAKİ GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ;

GENEL DURUM, YAPISAL SORUNLAR VE BAZI DEĞERLENDİRMELER

 

            Dünya, son derece hızlı gelişmelerin yaşandığı bir sürece girmiştir. Bunlar başta ekonomik olmak üzere sosyal, kültürel ve diğer alanlarda gerçekleşmektedir. Ülkeler yapıları gereği, bu gelişmelerin kimisine ayak uydurabilmekte iken, kimisini gündemine bile alamamaktadır.

 

            Özellikle iktisadî gelişmeler çok ilginç bir şekilde cereyan etmektedir. Günümüze kadar, dünyanın birçok yöresinde başta iktisâdi olmak üzere birtakım entegrasyonlara gidilmekteydi. Halihazırda bu entegrasyonların da bazı dönüşümler geçirdiği görülmektedir. Kimileri nispeten önem kazanmakta iken; kimileri manalarını yitirmeye yüz tutmuştur. Öyle anlaşılıyor ki dünyanın sadece belli bölgelerini kapsayan entegrasyonlar, bu değişim sürecinde farklı bazı hedef ve şekil değişikliğine gitmekle karşı karşıya kalmaktadır, kalacaktır.

 

            İnsanlık toplu halde bir arayış içine girmiş durumdadır. Bu arayış, çaresizliğin göstergesi olarak bir sona gidişi ifade edebileceği gibi yeni bir başlangıcı da ifade edebilir. Ama kesin olan bir şey var ki o da -işaret edildiği üzere- ekonomik, sosyal, kültürel ve diğer açılardan yeni bir toplum yapısına doğru gidildiğidir. Acaba bu değişim nereye kadardır ve neyi getirecektir?

 

            Buhar makinesinin icadı, beraberinde yeni bir hayat tarzını da getirmiştir. İcat öncesinde toplum, bir “tarım toplumu”dur. 18.yüzyılda kadarki bu dönemde ön plana çıkan olgu “kol gücü”dür. İktisadî faaliyetlerde değişim, “kol gücü”nden “mekanik güç”e geçişle gerçekleşmiştir. Üretim tarzı değişmiş ve hakim olan düşünce “az zamanda çok üretim yapmak” haline dönüşmüştür. Dolayısıyla ekonomik temelli olarak meydana gelen bu değişim, beraberine yeni bir toplum, sanayi toplumunu oluşturmuştur.

 

            20.yüzyılın sonuna doğru “sanayi toplumu”ndan yeni bir toplum yapısına doğru dönüşüm yaşanmıştır. Hizmet sektöründeki yoğunlaşmalarla ortaya çıkan bu toplum, “bilgi toplumu” olarak adlandırılmakta ve bu yeni yapıdaki temel olgu “bilgi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 90’lı yıllarla birlikte iletişimde ve bu kapsamda internet alanında kaydedilen ilerlemeler, bilgiye ulaşmayı kolaylaştırmıştır. Ekonomik açıdan bakıldığında, hedef yine “az zamanda çok üretmek” olup, bunun mevcut bilgi ve teknoloji dahilinde gerçekleştirilmesi daha da kolaylaşmıştır.

 

            Bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, teknolojik alanda ilerlemeler sağlanması ve bunlar sayesinde üretimin daha kolay ve yüksek miktarlarda yapılması, dünyaya bakış açısında da değişikliklere yol açmıştır. Bahsedilen gelişmeler, daha yüksek bir gelir seviyesini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla söz konusu gelir artışı ve sahiplik olgusu dikkate alındığında, insanların dünyaya olan bakışlarında da değişiklikler olduğu görülmektedir. Artık, insanlar, “Dünyada sınır diye bir şey olmamalıdır; dünyanın her tarafı her insanındır.” düşüncesini benimsemeye ve bu yönde ortam sağlamaya yönelik sosyo-kültürel ve ekonomik faaliyetlerde bulunmaktadır. Küreselleşme sürecinin bu anlayışla yakından ilişkili olduğu, rahatlıkla ileri sürülebilir.

 

            Küreselleşmenin, şüphesiz, en bariz yönü ekonomik alanda tahakkuk etmektedir. Bu çerçevede; üretimin yurt içinden yurt dışına kaydırılması, finansal piyasalar arasındaki yoğun ve sürekli hareketler, hep bu sürecin tezahürleridir.

 

            Ülkeler, küreselleşme sürecinden en yüksek seviyede faydalanmaya yönelik faaliyetler içindedir. Görünen odur ki, aynen sanayi toplumuna geçişte olduğu gibi, bu sürecin temelinde yatan “bilgi toplumu”na da geçiş aşamasında ilk ve de hızlı hareket edenler, geleceğin dünya aktörleri olacaktır. Eğer bu gidişatın varacağı sonuç böyle bir imkân vaat ediyorsa, o halde her ülkeye düşen, bu trenin kaçırılmaması için gereken ne ise onun makul sınırlar dahilinde gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.

 

            Sanayi toplumu, hizmet toplumu (bu kapsamda bilgi toplumu) ve buna bağlı olarak küreselleşme çabaları ve benzeri süreçlerden bahsedildikten sonra şu sorular sorulduğu zaman, acaba alınacak cevaplar nelerdir?

“Türkiye bu süreçte neler yapmaktadır?” “Acaba şu ana kadar yapılanlar, söz konusu eğilimlere uygun muydu ve bundan sonra yapılacaklarla ilgili neler söylenebilir?

 

            Ülkeler arasında kıyas yapmak gerektiğinde akla ilk gelen ölçülerden biri, kişi başına düşen gelirdir. Bu ölçü, bir nevi ayna gibidir ve bundan hareketle ülkenin ve insanının sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel durumu hakkında da bilgilere ulaşmak mümkündür. Bu ölçü dikkate alındığında, Türkiye’nin durumunu tahmin etmek kolay olmaktadır. Kişi başına düşen ortalama gelir 3.000 dolar civarındadır. Gelişmiş ülkelere bakıldığında, bu rakamın beş ila on katı farklılıklarla karşılaşılmaktadır. Söz konusu ülkeler, mevcut gelirleriyle temel ihtiyaçlarını gidermiş olup, diğer sosyo-kültürel ihtiyaçlarının teminine, daha doğrusu bunların daha iyi şartlarda teminine çalışırken; Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkeler, halen temel seviyede ihtiyaçlarını karşılamakla meşguldür. Her iki ülke grubu kıyaslandığında, arada sahip olunan potansiyeller açısından çok belirgin farklar olmadığı halde; acaba ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki bu uçurumlar nereden kaynaklanmaktadır? Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’de bu kısır döngü ne zaman ve nasıl kırılacaktır? Belirtilmelidir ki Türkiye’nin, söz konusu olumsuzlukların müsebbip faktörlerini tespit etmekten ve bunları giderme yönünde hareket etmekten başka çaresi yoktur.

 

            Türkiye ekonomisinde yapısal sorunlar mevcuttur ve bunlar giderilmedikçe sağlam bir ekonomiye sahip olmak mümkün gözükmemektedir. Bunlardan bir kısmı şu şekilde sıralanabilir:

·         En başta, sektörler arasında bir denge ve sağlam bir bağ yoktur. Bundan dolayı, izlenen politikalar tam manasıyla etkili olamamaktadır. “Sineklerle uğraşma yerine, bataklığın kurutulması zamanı gelmiştir, geçmektedir bile...” Ekonomide öncelikle reel ve finansal kesimler arasında bir denge sağlanmalı ve her iki kesim arasındaki ilişkiler, sağlam bir zeminde kurulmalıdır.

·         Verimlilik, kalite ve rekabet kavramları hayatımıza girmelidir. Üretimde öncelikle verimlilik ve sonrasında rekabet ortamının sağlanması kaçınılmazdır. Ancak, bundan önce, söz konusu ortamın sağlanmasına yönelik zihnî bir değişim gerekmektedir. Yani böyle bir ortamın gerçekten arzu edilmesi lazımdır. Hem iç hem de dış piyasalarda rekabet imkânına sahip olabilmek için üretimde verimliliğe ve kaliteye önem verilmesi şarttır.

Sanayileşme stratejileri açısından Türkiye ile ilgili bir sınıflama yapmak gerekirse, 1980 öncesi ve sonrası şeklinde bir ayırıma gidilebilir. Her iki dönem arasında çok ciddi farklılıklar mevcuttur. Dönüm noktası olarak 1980 yılı kabul edildiğinde, önceki dönemde “ihracat” şeklinde bir faaliyetten neredeyse haberdar olmadıklarını belirtmektedir sanayiciler ve iş adamları. Söz konusu dönemin sonrasında ise “ihracat” kavramının bu kesimin hayatına girdiği ve ekonomide, ihracat alanında yoğun faaliyetler yaşandığı görülmektedir. Ancak, günümüzde bu alanda birtakım eksikliklerin olduğu görülmektedir. Nedir bunlar? Yukarıda bahsedildiği gibi, verimlilikten ve kaliteden başka bir şey değildir. Eğer istenen seviyede ihracat rakamına ulaşılamıyorsa, sebepleri aranırken bu iki olgu mutlaka dikkate alınmalıdır. Gelinen noktada en azından şu anlaşılmıştır: Büyümek, kalkınmak için üretim yapılması ve bunun pazarlanması lazımdır. Ancak, bu sadece iç piyasa için değil, özellikle dış piyasalar için yapılmalıdır. Yani ihracatta bulunmak gerekmektedir. Bugün Türkiye’de yaşanan krizin; üretim, ihracat ve bunlara bağlı olarak dış gelir yetersizliğinden kaynaklandığını bilmeyen yoktur. O halde, bu çerçevede yeni pazarların bulunması ve yeni pazarlama stratejilerinin tespit edilmesi kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu ve benzeri krizlerle tekrar karşılaşılmaması, bahsedilen alanlarda sağlanacak başarılara bağlı olacaktır.

·         Finansal kesimde de birtakım sıkıntılar mevcuttur. Özellikle bankacılık sektöründeki sorunlar, ekonomiyi ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasının sebebi, bankacılık alanında yapılan yolsuzluklardır. Vergi gelirleri ve bunun harcanmasında da birtakım yolsuzluklar mevcuttur. Yapılan uluslararası bir araştırmaya göre Türkiye’de mükellefler, olması gerekenden %36 oranında daha fazla vergi ödemektedir. Bunun sebebi ise yolsuzluklardan dolayı meydana gelen kaçaklardır. Türkiye ile ilgili olarak baş tarafta belirtilen “kısır döngü”nün temel sebepleri bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

Ekonomide, yeterli seviyede malî derinliğin sağlanmasına yönelik ortam oluşturulmalıdır. Gelişmiş ülke standartlarında bu oranın %80 civarında olduğu dikkate alındığında, %30 civarındaki bir oran, malî derinlik açısından Türkiye’de yeterli bir yapının mevcut olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Bununla ilgili olarak, para piyasasında yapılacak düzenlemelere ilaveten; sermaye piyasasında da gerekli iyileştirmelere gidilmelidir. Bu piyasa (menkul kıymetler borsası) bir “kumar merkezi” olmaktan çıkarılmalı ve bir “reel yatırım merkezi” haline getirilmelidir. Böyle bir ortam sağlanmadan, firmaların: “tasarruf sahipleri niçin bizi tercih etmemektedir?” şeklinde sorular sorması anlamsızdır.

 

            İçinde bulunduğumuz olumsuz durumun müsebbip faktörleri sadece ekonomi kaynaklı değildir. Ekonomi dışı faktörlerin de önemli ölçüde etkileri mevcuttur. Mesela, bir ekonomi yönetiminin en çok ihtiyaç duyduğu olgu, “güven”dir. Buna yönelik bir ortam sağlanmadıkça, elde edilen başarılar “palyatif” olmaktan öteye gidemez. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye ekonomisinde bu derecede sıkıntı varken; bazı otoritelerin sosyo-kültürel alanlardaki gerginlikleri gidermeye yönelik harekette bulunmaları yerine kimi zaman bunları bizzat körüklemelerine anlam vermek zordur. Şu bilinmelidir: sosyo-kültürel sorunlar, ekonomik sorunlara ilave olduğu takdirde, ileride telafisi zor daha büyük sıkıntıların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

 

            Türkiye’de her ferdin, sahip olduğu farklılıklarıyla, rahat ve huzurlu bir şekilde yaşayabileceği bir ortam sağlanmalıdır. Bu, hayatın kaçınılmaz bir gereğidir. Sosyal ve kültürel alanlardaki sıkıntılarını aşmış toplumların, birlik ve beraberlik duygusu içerisinde hareket ederek ekonomik sıkıntılarını gidermesinin hiç de zor olmayacağı bilinmelidir.

 

            İdareciler böyle bir ortamı hazırlamak ile mükellef olmakla birlikte, toplumu oluşturan tüm kesimlerin de üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Bu çerçevede, hem fertler hem de bunların bir araya gelerek oluşturdukları ekonomik, siyasî, kültürel ve hukukî nitelikteki tüm kuruluşlar konu ile ilgili olarak planlarını ve programlarını, geleceğe ait beklentilerini, bunların gerçekleştirilmesine yönelik tekliflerini açık bir şekilde ifade etmelidir. Bu nitelikteki çalışmaların, başarıyı kolaylaştıracağı açıktır.

 

 

http://www.akademiktisat.net

 

 

 

Sayfa Başı