TÜRKİYE EKONOMİSİNİN
1946-1953 DÖNEMİNDE ULUSLARARASI EKONOMİYE FARKLI BİR EKLEMLENME DENEMESİ
İÇİNDEKİLER:
GİRİŞ
1. ULUSLARARASI KONJONKTÜR (Yeniden Yapılanma)
1.1. Teorik / Politik Arka Plan
1.2. Siyasî / Ekonomik Süreç Analizi
2. 1946-1953 YILLARI ARASINDA EKONOMİ POLİTİKASINI
BELİRLEYEN İÇ VE DIŞ ETKENLER
2.1. Hilts, Thournburg ve Barker Raporları Çerçevesinde Dış
Etkenler
2.2. Devletçiliğin Tasfiyesi Sürecinde Demokrat Parti ile
Çok Partili Siyasî Rejime Geçiş ve Genel Beklentilerden Oluşan İç Etkenler
3. 1946-1953 YILLARI ARASI ULUSLARARASI EKONOMİYE FARKLI BİR
EKLEMLENME İÇİN UYGULANAN POLİTİKALAR
3.1. Politikaların Sermaye Kaynakları (Malî Alt Yapısı)
3.2. Uygulanan Politikaların Üçlü Sac Ayağı
3.2.1. Tarım Devrimi (Tarıma Dayalı Büyüme) ve Alt Yapı
Yatırımları
3.2.2. Dış Ekonomik İlişkilerde Liberalizasyon
3.2.3. Özel Sektör Önceliğinde Sanayileşme
ARA-SONUÇ
GİRİŞ
Uluslararası
ekonomik ilişkiler, kapitalizmin tarihi seyri içinde (küreselleşme sürecinde)
ulusal ekonomilerin seyir hattını oluşturma, biçimlendirme ve yönlendirme
hususunda belirleyici olmaktadır. Ülkemiz gibi ulusal bir ekonominin belirli
bir dönemi hakkında araştırma yapmak, o dönemler hakkında yorumlarda bulunmak,
uluslararası ekonomik ilişkilerin o döneminde ve geçmişinde oluşan/beliren etki
edici faktörlerin araştırma dönemine etkisi, araştırma dışında tutulamaz ve
beraberinde incelenmesi zaruriyetini gösterir. İçsel dinamiklerle şekillenen
dönemsel iktisat politikaları muhakkak ülke dışı iktisadî gelişmelerden
etkilenmektedir.
Dünya
iktisat tarihi kapitalizmin tarihidir. Zaman içinde değişim gösterse de
çekirdeğe ait kabuk değiştirmeye gitse de kapitalizm uluslararası ekonomik
ilişkilerin en temel muharrikidir. Özellikle araştırmamıza konu olan 2.Dünya
(paylaşım) Savaşı sonrası uluslararası iktisadî düzen sömürgecilik ve
emperyalizm politikalarıyla öz varlığında görülen kapitalizm, kriz oluşturucu
(büyük/global kriz) içsel dinamiklerini bertaraf etmek için uluslararası satha
yayılmak gibi genişleyici bir kabuğa bürünmüştür. Sanayi devrimiyle kitlesel
üretimi (uluslararası ticaret bağlamında) keşfeden kapitalizm, uyguladığı
emperyalist ve sömürgeci politikalarla sömürdüğü -diğer- dünyayı (buna ister
güney, ister AGÜ(Az Gelişmiş Ülke) ve isterse periferi deyin! Hepsi aynı kapıya
çıkar) fakirleştirerek sömürmüş ve bu yarıştaki diğer rakipleriyle (Batılı
ülkeler) ürettiğini satamaz duruma gelip Büyük Krizi (1929 krizi)
oluşturmuştur.
Süreç bu
şekilde işlerken 2. Dünya savaşı patlak vermiş ve kapitalist ülkeler
zihniyetlerinde büyük dönüşüm yaşamışlardır. Sömürgeci ve emperyalist (burada
kriz doğurucu etkileri unutmayalım) uluslararası sömürü politikasından vazgeçip
(Dünya tarihinde en fazla siyasal bağımsızlık kazanıp -devlet- ilan etme yarışı
2. Dünya Savaşı sonrasıdır.) denetimli ve -uyumlu- uluslararası ekonomik sömürü
uygulamasını başlatmışlardır. Uluslararası işbölümü ve karşılaştırmalı
üstünlükler teorisi çerçevesinde -Tüm dünya ülkelerini kapsayan- bu süreç
küreselleşme yaftası altında tekrardan kapitalist ülkelerin egemenliğinde yine
onların yararına işlemektedir.
Açıklamaya
çalıştığımız süreç analizi; Küresel dünyanın hegemonik güçler tarafından
iktisadî, sosyal ve siyasî olarak boyut değiştirmiş sömürü politikasından
ibaret olduğudur. Türkiye de uluslararası ekonomi içinde bir periferi bir AGÜ
ve bir güney ülkesi olduğundan bu süreç içinde sömürülen ve Kapitalizmin
besleyicisi konumunda olan ülkelerden biri olarak addedilmektedir ve ülkenin
inceleyeceğimiz dönemde açıklayacağımız nedenlerden dolayı ekonomik
politikalarda köklü bir dönüşüm geçirip başka boyutlarda gelişme, büyüme,
kalkınma çabalarına girmesi ve diğer taraftan içsel dinamiklerle (her ne kadar
onlarda dolaylı olarak dış etkenlerle biçimlenmiş olsa da) uluslararası
ekonomiye/iktisadî ilişkilere eklemlenme/Dünya ekonomisi içinde payı olan bir
ulusal ekonomi olma çabası verdiğimiz sonuç çerçevesinde içsel dinamiklerle
gerçekleşmiş bir olgu değil tamamen dışsal faktörlerle uluslararası
konjonktürün belirlediği şartlar çerçevesinde bir seyir izlemiştir. Yani
ekonomi (1946-53 Türkiye ekonomisi) dışardan gelen telkinlerle ve tavsiyelerle
değişmiş iktisat politikalarıyla şekillenmiştir. Uluslararası iktisadî
düzene/sisteme ağırlığını koyan Amerika, Türkiye için savaştan çıkmış harap ve
bitik Avrupa ülkelerini besleyen ve onlara yeniden imar konusunda
(biçimlendirilmiş ekonomisiyle) alt yapı hazırlayan bir periferi ülke
konumundadır.
İncelediğimiz
döneme K. Boratav’ın verdiği 1946-53 uluslararası ekonomiye farklı bir
eklemlenme ismini verdik. Fark hem içerde savaşın ağır koşullarına rağmen
uygulanan devletçilik politikasının tasfiyesi (incelenen dönemde) hem de
uluslararası ekonomi çerçevesinde kurulan yeni dünya düzeni içinde AGÜ’lerden
beklenen ve önerilen planlı ve en azından devletin yol göstericiliğinde
kalkınma hamleleri yerine dışa açık sanayi hamlesinde geri adım atmış, devleti
en azından zihniyette iktisadî hayatın dışında gören bir liberal anlayış
çerçevesinde yıkık Avrupa’nın besleyicisi olma görevi biçilmesi içsel ve dışsal
faktörlerle farklılığı ortaya koymaktadır.
Araştırmanın
amacı yukarıda açıklandığı gibi küresel dünya sisteminde Türkiye’ye
-işbölümünden doğan- verilen görev (tarım ülkesi olması karayolu yatırımlarıyla
pazarlarını açması/genişletmesi vs.) ile şekillenen iktisat politikası ve bu
politikanın dönemde incelenmesidir.
Araştırmanın
kapsamı: 1946-53 yılları arasındaki gelişmeler incelenmiştir. Aslında eğilim DP
iktidarı dönemidir. (1950-1960) Ama uygulanan politikaların 1953, hatta
ağırlıklı olarak 1954 ve sonrasında başarısızlığa uğraması yani bir anlamda
uygulanan yanlış politikalar sonucu bir fatura/bedel ödeme sürecine girilmesi
ve ayrıca 1954 sonrası incelediğimiz dönemin politikalarını rafa kaldırıp
tekrar devletçilik uygulamasına geçilmesi ve en nihayetinde araştırma konusunun
sınırlandırılması hususunda araştırmanın kapsamını 1946 ile 1953 arasında
uygulanan iç ve ağırlıklı olarak dış sebeplerle şekillenmiş iktisat politikası
anlayışını / uygulamasını uygun gördük.
Araştırmanın
işlenmesi / anlatılması konusunda 2.Bölüm uluslararası konjonktür (yeniden
yapılanma) iki alt başlık hâlinde (Teorik/politik arka plan ve siyasî/ekonomik
süreç analizi adı altında). Bu bölümde uluslararası siyasî/iktisadî sistem
tabir yerindeyse ekonomimizi etkileme aşamasında ete kemiğe bürünecektir.
Uluslararası konjonktürle yeniden kurulan iktisadî sistemin merkez ve her ne ad
altında olursa olsun, örgütlenmesi ve işbölümüne dayalı (karşılaştırmalı
üstünlükler teorisi çerçevesinde) tüm ülkeleri/ulusları kapsayan ve kapitalist
görüşteki evrim (zihni değişim) 1. alt bölüm teorik/politik arka planda
incelenecektir. İkinci alt bölümde ise gelişen olaylar çerçevesinde iki kutuplu
dünyanın yeni sisteminin uygulama kısmında görülen ve ağırlıklı olarak Truman
Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde süreç incelenerek iki kutuplu dünya
düzeni işlenecektir.
3. Bölümde
2. Bölümde oluşturduğumuz ve bu dönemde iktisat politikalarımızı
biçimlendirdiğine inandığımız uluslararası konjonktürdeki Türkiye’nin üstüne
düşen payın ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiği hususunda ABD’nin gönderdiği
heyetlerin raporları çerçevesinde başarıyla empoze edilen fikirler 1. alt
bölümde Hilts, Thournburg ve Barker raporları çerçevesinde dış etkenler adı
altında incelenecektir. İkinci alt bölümde ise uygulanan liberal eğilimli
politikaların içsel dinamiklerle siyasî ve iktisadî beklentilerle tekrar
uluslararası ekonomi içinde olma beklentisiyle oluşan iç etkenler
incelenecektir.
Dördüncü
bölümde 1946-53 arası 1. bölümde anlatılarak belirtilen 2. bölümde empoze
edilerek benimsetilen iktisat politikası anlayışının uygulama süreci izah
edilmeye çalışılacaktır. 1.alt bölümde uygulanan politikaların sermaye
kaynakları (malî alt yapısı) incelenecek, çoğunlukla dış borçlar, dış krediler
ve yabancı sermaye yatırımları adı altında dış sermaye kaynakları ve MB
emisyonu ve Vergiler adı altında iç sermaye kaynakları incelenecektir. İkinci
alt bölümde uygulanan iktisat politikasının üçlü sayacağı (tarım ve alt yapı,
dış ekonomik ilişkiler, özel sektör öncülüğünde sanayileşme) uygulamalarla
incelenip dönem boyunca ekonomide seyreden dönüşüm rüzgarları incelenecektir.
ARA-Sonuç
bölümünde, başta belirttiğimiz gibi uygulanan politikalar ve bunların sonuçları
doğrultusunda empoze edilen iktisat politikası anlayışının geçersizliği ve
çevre ülke konumundaki ülkemizin empoze edilen fikirlerle yanlış yönlendirilip
nasıl iflasa sürüklendiği sonucu Kapitalizmin yön değiştirmiş kabuk değiştirmiş
sömürü anlayışı çerçevesinde yorumlanacaktır. ARA-Sonuç dememizdeki kasıt
(vurgulamadaki) DP iktidarının tamamını ele almayışımızdan kaynaklanmaktadır.
Dönemin tamamı ele alınıp iflasın ve bedel ödemenin de sonuca yorum kısmında
büyük katkısı olacaktır ama bizim incelemeye çalıştığımız kavramların dışında
bir inceleme gerektirdiğinden, konuyu 1946-53 ile kısıtlı tutmayı tercih ettik.
1. ULUSLARARASI
KONJONKTÜR (Yeniden Yapılanma)
1.1. Teorik / Politik
Arka Plan
“İnsanların doğal
haklarını ve özgürlüklerini savunarak gelişmiş olan klasik liberal ekonomi
politikasının, gerçekte uluslararası iş bölümü, karşılıklı maliyetler teorisi,
pazar kanunu gibi ustaca işlenmiş mantık oyunlarına dayalı bir takım teorilerle
süslenerek daha önce merkantilizmle oluşmağa başlayan Avrupa emperyalizminin
başka milletleri sömürerek zenginleşme sisteminin bir aracı hâline gelmesi
şuurlu ve uz görüşlü yazarları 1920 ve 1930’lardaki ekonomik fikirlerden
uzaklaşmağa bütün insanlığın birlikte genlik ve bolluğuna hizmet edebilecek
yeni fikirler manzumesi araştırmaya zorlamıştır?” Burhan ULUTAN[1]
Özellikle
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde iktisat teorisi bağlamında kalkınma sorununa
eğilen çalışmaların sayısı hızla artmaya başlamıştır. Bunun temelde başlıca iki
nedeni vardı:
1-Savaş döneminde yıkıma uğrayan Avrupa devletlerinin
ekonomik açıdan yeniden canlandırılmasının acil önem kazanması,
2-Savaştan en az yara alarak çıkmış Amerika Birleşik
Devletleri’nin başı çektiği dünya ekonomi sistemi içinde geri kalmış diye
tanımlanan ülkelerin sistemin yeniden inşası ve kuvvetlendirilmesi sürecinde
özel yerleri olması ve bu nedenle bu ülkelerin kalkınma süreçlerine
girmelerinin acil önem kazanması.
O dönemde önerilen kalkınma senaryolarında batılı
iktisatçılar hep bir dünya sistem, perspektifi içinde soruna yaklaşmışlardır.
Daha açık söylemek gerekirse batılı iktisatçıların soruna yaklaşımları dünya
ölçeğinde savaş sonrasında yeniden kurulan güç dengesi içinde Batı Avrupa’nın
ekonomik açıdan yeniden inşası sorununun aciliyeti ile sınırlanmıştı ve Az
Gelişmiş Ülkelerin (AGÜ) kalkınma sürecini bu yeniden inşaya katkıları
çerçevesinde ele alıyorlardı.[2]
Batılı
yazında Az gelişmiş Ülkelerin kalkınma sürecine girmeleri bir modernleşme
sorunu olarak görülür. Bu yazında Az Gelişmiş Ülkelerin modernleşememeleri bu
ülkelerin içsel dinamiklerinde ikili ekonomik yapıya sahip olduğu ve bu yapının
kırılması için gerekli mekanizmaların olmamasına bağlanır. İkili ekonomiler
yaklaşımına göre az gelişmiş ülkelerde ekonomik dinamik açısından aralarında bağlantı
olmayan iki ayrı sektör bir arada yaşamaktadır. Bir taraftan ekonomik yapıda en
yaygın sektör olan geleneksel veya tarımsal sektör diğer yanda ise niteliği
gelişmiş ülkelerdeki ile aynı olmasa da bir modern yani bir başka deyişle
kapitalist sektör bulunmaktadır. Bu modelde kapitalist sektör kendinden hiç
umulmayacak bir biçimde dinamikten yoksundur. Zira ne geleneksel sektörün
yapısını çözüp kendi dinamiği içine alabilmekte ne de kendi içinde büyüme için
gerekli tasarrufları oluşturup bunları yatırıma dönüştürebilmektedir. Buna
düşük düzey denge tuzağı denmektedir.[3]
Az gelişmiş
ülkeler düşük düzey denge tuzağından ancak modern (kapitalist) sektöre
yapılacak yüksek düzey yatırımlar ile kurtulabilecekleri sonucuna varmak
kaçınılmazdır. Az gelişmiş ekonomik yapı bu yüksek düzeydeki yatırımlar için
gerekli tasarrufları kendi içinde oluşturamadığı için savaş sonrası dönemde
dünya ekonomik sisteminin yani dengelere göre kurulmasını koordine etmeleri
için oluşturulan uluslararası kuruluşlar kalkınma için gerekli tasarrufları az
gelişmiş yapı dışından bu ülkelere sağlayacaklardı. Var olan kapitalist sektör
içinde dinamik bir kere sağlandıktan sonra geleneksel sektörde varolan iş gücü
fazlası da endüstriyel sektöre aktarılacak ve böylece bir gelişme patikasına
girilecektir. [4]
“Big Push”
(Büyük İtiş) adı altında açıklanan bu süreç uluslararası ekonomik sistemin az
gelişmiş ülkeler yararına (işbölümü ve karşılaştırmalı üstünlükler
çerçevesinde) kalkınma seyrini hızlandıracağı gibi iyimser bir hava arz etmektedir.
Fakat ileride de görüleceği gibi kabuk değiştiren Kapitalizm, küreselleşme
sürecinde uluslararası yatırımları dış kredi/borçlar ve dış yardımları ile tüm
toplumlara, tüm ekonomilere nüfuz etmesi kendi iç dinamiklerinden
kaynaklanmaktadır yani Kapitalizm, kendi iç piyasasına dayanarak yeniden
üretimini sağlayamaz, sermaye birikiminin kesintisiz sürebilmesi için
kapitalizmin başka toplumsal yapılara yayılması zorunludur.[5]
Kapitalizmin
tarihsel gelişim süreci dönemlere ayrılarak incelenirse her dönemin birbirinden
farklı bir sermaye birikim modeline dayandığı görülecektir. Örneğin 19.
yüzyılın sonunda varolan kapitalizm ile 2. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmi
arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. Bu yapısal farklılıklar nedeniyle
kapitalizmin yeniden üretimini kesintisiz sürdürebilmesi için gerekli olan
unsurlar dönemine göre değişecek, bir dönemde dışarıdan ucuz ham madde
sağlanması belirleyici olurken başka bir dönemde de dışarıya sermaye yatırımı
yapılması ön plana çıkabilecektir. Bu nedenle kapitalizmin başka toplumlara
yayılması zorunludur.[6]
Kapitalizmin
yayılması merkez ülkelerdeki sermaye birikim sürecinden kaynaklanan ve dönemine
göre değişiklikler gösteren ihtiyaçların sağlanması çerçevesinde
düşünülmektedir. Yani kapitalizm, sermaye birikimi sürecinin değişik
evrelerinde, genişletilmiş yeniden üretimin kriz patikasına düşme olasılığını
en aza indirecek bir çerçeve, içinde gerçekleşmesini sağlamak amacıyla farklı
toplumsal yapılara yayılmaktadır.[7]
Kapitalist
dünya sistemi içinde yer alan ülkeler kendilerine özgü ekonomik, politik,
kültürel ve ideolojik yapılarını korumakla birlikte birbirleriyle dünya
ölçeğinde piyasa düzeyinde eklemlenmeye girerler. Kapitalist dünya sisteminin
işleyiş mekanizmaları merkez ülkeler yani;Feodalizmden Kapitalizme geçişi
yaşamış, endüstri devrimini gerçekleştirmiş, toplumsal yapısı içinde
kapitalizmin tek üretim biçimi olma sürecinin hızlandığı ülkeler tarafından
belirlenir. Çevre ülkeler ise;bu mekanizmalara belli sınırlar içinde uyum
göstermek zorunda olan ülkeleri kapsar.[8]
Kapitalizmin yayılma nedenleri çevre ülkelerin dünya sistemine dahil edilme
biçimlerinin ana belirleyicisi olacaktır.[9]
Sermayenin
birikim biçimi kavramı kapitalizmin yeniden üretimi için gerekli ham madde,
makine ve iş gücünün nerelerden nasıl temin edildiğini, üretimin nerede ve
nasıl yapıldığını ve üretilen ürünlerin nerelerde satıldığını açıklar. Bu
birikim biçiminin (yani yeniden üretim sürecinin) kesintiye uğramasıyla kriz
olgusu ortaya çıkar.[10]
Yeni bir sermaye birikim modeline geçiş ancak eski sermaye birikim biçiminin
aksaması (kriz) sonucunda sermayenin yeniden yapılanması nedeniyle gerçekleşir.[11]
19.yy.’da
(1930’lara kadar) İngiltere’nin Kapitalist Dünya sistemi içinde kurduğu
hegemonya serbest ticaret ilkesine dayanıyordu. Merkez ile Çevre ülkeler
arasındaki eklemlenmeyi ticaret sermayesi sağlıyordu. Bu dönemde çevre ülkeler
merkez ülkelere ham madde ve tarım ürünleri ihraç etmekte ve mamul/sanayi
malları ithal etmekteydiler.[12]
19.yy.’dan sonra çevre ülkelerine yapılan dolaysız sermaye yatırımları
(demiryolu yatırımları) çevre ülkelerin iç pazarını meydana getirmek ve
genişletmek içindi yani yine ticarî sermayenin etki alanını en çoklaştırma
amacına hizmet ediyordu.[13]
Bu dönemde
dünya ölçeğinde bakıldığında üretici güçler (üretici sermaye) ticaret
sermayesinin kontrolündedir ve sanayi ile malî sermayenin (üretim birimlerinin)
tekelleşmeye meyilli olduğu görülür. Tekelleşme eğilimine bağlı olarak bölüşüm
çerçevesinde kâr ücret analizi kâr lehine;ücret aleyhine geliştiği ve kitlesel
üretimdeki artışlar tüketim artışlarıyla (gelir dağılımına bağlı)
desteklenmediği için 1929 kriz/bunalım sürecine girilmiştir.[14]
Kapitalist, ticarî sermaye birikim biçimi en büyük kriziyle yüzleşmek zorunda
kalmıştır. Akabinde gerçekleşen Keynes devrimi ile yeni bir sermaye birikim
modeline geçilmiş ve krizde toplam talep arttırılarak çözülmüştür yani toplam
talebi arttırmak için devlet eliyle gelir arttırıcı politikalar uygulanmıştır.[15]
Keynesyen
İktisadî politika krizin nedeni olarak tespit edilen fazla üretim (veya eksik
tüketim) olgusunun bir daha ortaya çıkmasını önleyici bir mekanizma olarak
görülmekteydi. Bu anlamda Keynesçilik ülke devletinin piyasanın işlemesi sonucu
oluşan gelir dağılımını değiştirici geliri dolayısıyla da talebi yeniden
dağıtıcı iktisadî politika uygulaması olarak tanımlanabilir.[16]
Keynes
devrimiyle ticaret sermayesi temelli Kapitalist dünya sisteminde ticaret
olanakları daralmış (kriz) ve merkez ülkeler ücret lehine kâr aleyhine
Keynesyen politikalar uygulamış çevre ülkelerde krizi ticaret ilişkileri
nedeniyle ağır olarak yaşadıkları için ithal ikamesine dayalı büyüme modeliyle
içlerine kapanmışlardır. Ticaret sermayesi yerine üretken sermaye (sanayi
sermayesi) geçmiş ve İngiltere/ ticarî sermaye hegemonyası çözülüp savaşlardan
güçlü bir ekonomiyle çıkan ve Bretton Woods sistemiyle 1970’lere kadar parasını
dünya parası yapan ABD hegemonik güç olmuştur. Ayrıca sermaye birikimi
modelindeki ücretler lehine ve kâr aleyhine dönüşüm üretken sermayenin ABD
öncülüğünde ücret giderleri daha düşük olan sanayi üretiminin (yine hegemonik
gücün teknolojik gelişimiyle) çevre ülkelerde yapılması görüşü hakim olmuş
böylelikle ya doğrudan yatırımlarla ya da dolaylı olarak ABD’nin parasının
dünya ekonomisine hakim olması dolayısıyla fonlar aktararak çevre ülkelerinde
sınaî yatırımlara (1945 sonrası dönemde) dönüşmesini teşvik etti. 1945 sonrası
dönemde dünya kapitalist sistemi içinde yeni sermaye birikim modeline uygun
biçimde gerçekleşen işbölümü teknoloji boyutunu da içermekteydi. Yani merkez
ülkeler teknoloji üreten teknolojilerde uzmanlaşırken standartlaşmış
teknolojiyi içeren sanayi dallarının kurulması süreci çevre ülkelerde
hızlanmaya başlamıştı.[17]
Buraya
kadar küreselleşme sürecinde dünya ekonomisindeki yapısal/dönüşümün
teorik/politik yapısını açıkladık. Kapitalizm sermaye biriktirme güdüsünde (kâr
etme) boyut değiştirmiş ve diğer toplumlara nüfuz ederek yani artık mal
ticaretiyle kâr ederek değil dünya sistemi içinde sermaye yatırımları, dış
krediler/dış borçlar ve dış yardımlar vasıtasıyla kâr etme güdüsünü tatmin
etmekte ve çevre ülkelere tavsiyelerle ve telkinlerle sanayileşme/kalkınma
stratejisi öğütlemektedir. İçsel dinamikleri nedeniyle (kriz oluşturan
kapitalizm) üretimin küreselleşmesi bağlamında çevre ülkelere yayılan
kapitalist üretken sermaye bu ülkelerin sözde kalkınmalarına yardımcı
olmaktadır. İncelediğimiz dönemde Amerikan sermayesinin yardımı olmaksızın
büyüme, gelişme, kalkınma sürecinin gerçekleştirilemeyeceğine dair dış
telkinlerin mantalitesini burada aramak lazımdır.
1.2. Siyasî / Ekonomik
Süreç Analizi
1946
coğrafyasına bakıldığında siyasî ve ekonomik olarak iki dünya savaşının
yıktığı/harap ettiği Avrupa ülkeleri 2. Dünya Savaşından hem ekonomik hem
siyasî olarak güçlü çıkmış hegemonik ABD ve en önemlisi kapitalist sistemin
karşısına hegemonik güç iddiasıyla çıkan kollektivist Rusya süreç analizinde
uluslararası ilişkiler disiplininin ifadesiyle iki kutuplu dünya düzeninin
kamplaşma ve kamplaşmaya dayalı çevre ülkelerini çevreleme politikaları
gündemdedir. Yani bir yandan savaştan harap çıkmış Avrupa devletlerinin Amerika
önderliğinde yeniden kurulan ekonomik ve siyasî yeni dünya düzenine adapte
olmaları için yeniden inşası ve öbür yanda hegemonya kaygılarını taşıyan
ABD’nin Batı Bloku’nu (kapitalist dünya) Doğu Blok’una (kollektivist dünya)
karşı kamplaşma çerçevesinde tüm dünya ülkelerine empozesi. Soğuk savaşın
filizlendiği bu dönemde hem Amerika ekonomik nüfuz alanını -kapitalizmin
yayılması niteliğinden kaynaklanan- genişletme politikası ve SSCB’nin
kollektivist sistemi -en azından- Doğu Avrupa’ya yayma ve yaşatma çabası bu
dönemin siyasî konjonktürünü oluşturur.
İktisadî
yönden sömürge imparatorluklarından ve emperyalist politikalardan -en azından
görünürde- vazgeçen kapitalizm kurduğu/kurulmasına ön ayak olduğu iktisadî
uluslararası düzen çerçevesinde uluslararası ekonomik ilişkileri düzenleyen
çevre ülkelerine kalkınma hamlelerinde yardımcı olan uluslararası para, ödeme,
ticaret gibi sistemleri denetleyen uluslararası üst örgütler
kurarak/kurulmasında öncü olarak W. Röpke’nin tabiriyle Baş Harfler Ekonomisine[18]
geçişle küreselleşmenin yani tabanını oluşturacak kapitalist sistemin/kampın
ayakta kalması ve egemen olması için girişimlerde bulunmuştur.
Bu bakımdan
incelendiğinde savaş sonunda (2. Dünya Savaşı) ABD kurduğu kampın (kapitalist
blok) gelişmesi ve genişlemesi için çaba sarf ediyordu. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında gelişme sürecindeyse bu eğilim iki önemli koşulla sınırlanarak aynı
çizgide sürdü. Birincisi savaş sonrası dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya
çıkan ABD’nin uluslararası ekonomik ilişkilere getirdiği dönüşümdü. Artık tek
tek devletler arası ilişkiler yerine kurulmasında önderlik ettiği örgütler
tekil devletlerle ilişkileri yürütüyor fakat bu örgütlerin temel politikalarını
başta kendisi “Batının Asları” belirliyordu. Savaş sonrası yıllarda batı Avrupa
devletlerinin sömürge imparatorlukları dağılırken sayıları giderek artan az
gelişmiş ülkelerin (AGÜ) bu yoldan denetime alınması hedefleniyordu. Türkiye
kurulan bu örgütlere üye olurken aynı sistem içine çekilmiş oldu. İkinci olarak
savaşın galiplerinden biri olan SSCB’nin yayılmasını, etkinliğini arttırmasını
sınırlamak üzere ABD kendi kampını güçlendirmeyi hedefledi. Savaşı izleyen
birkaç yıl sonrasında soğuk savaşın patlamasıyla bu politikayı baskın duruma
getirdi. Her iki koşul ABD parasının geniş kullanım ve sermayesinin güvenle
yatırım alanı bulacağı, bütünleşmiş bir dünya içinde geçerli olacaktı. Öncülük
ederek oluşturduğu yeni kurumlar (Bretton Woods sistemi IMF; yani Uluslararası
Para Fonu, Dünya Bankası;yani IBRD ve GATT) askerî yardımlar ve Marshall Planı
çerçevesinde verdiği ekonomik yardımların amacı kendi parası ve sermayesinin
egemenliği kadar Batı kampının SSCB karşısında güçlenmesiydi. Böylece etkenlik
kazanma yolunda genişleyen komünizm sınırlanabilecekti.[19]
Savaşta düşman güç olarak yenilen Almanya’nın da batı kampı içinde görülüp
yardım edilmesinin sebebi budur.
Savaş
sonrası ABD’nin hegemonik süper güç iddiasını doğrulayan sebeplerde öncelikle savaşın
yıkıcı etkisini -ekonomik ve siyasî olarak- en az yaralarla atlatmış olması
ayrıca savaşta yıkılan Avrupa ve Japonya ülkelerini onarmak için yoğun bir çaba
içine girip onarım için ihtiyaçları olan araç ve gereçlerin tek kaynağının ABD
olması yüzünden bu ülkelerin altın rezervlerinin Amerika’ya adeta akın etmesi
bunun yanında 1944 Bretton Woods* konferansında kabul edilen;
Amerikan White Planı**
-Keynes Planı’na*** karşı başarı kazanması- ve Truman
Doktrini çerçevesinde ve Marshall yardımlarıyla yıkık ekonomilerin kalkınması
için Amerikan desteği o dönemde doların dünya parası olmasını kanıtlaması
ABD’nin hegemonya iddiasını dünya ekonomisini (ticaret, sermaye) şekillendiren
parasal olgular yardımıyla doğrulamaktadır. [20]
Truman Doktrini ve Marshall Planı:
12 Mart
1947 tarihinde Amerika Başkanı Harry S. Truman’ın ABD kongresinde okuduğu ve
kendi adıyla anılan metin ve akabinde kongreye kabul ettirdiği karar Rus
tehdidi altındaki[21]Yunanistan
ve Türkiye’ye 400 milyon dolar[22]
askerî yardım yapılmasını öngörmektedir. Türkiye’yi tehdit eden Rusya ve
Yunanistan’da aşırı solcu bir iktidarın işbaşına geçip güneye doğru genişleyen
SSCB’nin etki alanına girmesi[23]
dolayısıyla jeopolitik açıdan kilit ülke konumunda olan bu iki ülkenin Batı
Bloku’ndan kopmamaları/etki alanı içinde kalmaları için bu yardım yapılmıştır.
Bu yardım çerçevesinde hem stratejik bir bölgede iki müttefik batı blok’u
ülkesi olmuş hem de Rusya’yı çevreleme politikası başlatılmıştır.[24]
ABD,
Avrupa’nın ekonomik kalkınması için, sıkıntılarını gidermek için olanaklarını
seferber etmiş ve 1945 Haziran ile 1946 sonunda Avrupa’ya 15 milyar dolar
ekonomik yardım yapmıştır. Ama bu yardım bütçe açıklarının giderilmesinde
ithalât yapılması gibi verimli olmayan alanlara Avrupa devletlerince
harcanmıştı.[25]
Bunun üzerine ABD Dışişleri bakanı Marshall, Harvard Üniversitesinde (5 Haziran
1947) verdiği bir konferansta Avrupa ekonomilerinin kendi aralarında
işbirliğine girmeleri ve eksiklerini gidermeleri hususunda telkinlerde
bulunmuş, bu konuda ABD’nin yardımcı olacağını belirtmiştir.[26]
Bunun üzerine Avrupa ülkeleri (16’lar) bu işbirliğini gerçekleştirmek için 16
Nisan 1948’de Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatını kurdular ve 4 yıllık ABD
desteğiyle Avrupa kalkınma programını başlattılar.[27]
Bu yardım çerçevesinde 4 yıllık dönemde %90’ı karşılıksız toplam 12 milyar $
yardım sağlanmıştır.[28]
Nitelik olarak ağırlıklı olarak askerî araç gereç ve mal yardımı yapılmıştır.[29]
Bu sayede ABD’nin elindeki üretim fazlası ve eskimiş malzemeyi dağıtarak ülke
ekonomisini canlandırmak, yardım yapılan ülkeleri yedek parça bakım ve onarım
gibi açılardan ABD ekonomisine bağımlı kılmak gibi doğrudan ABD çıkarlarını
temsil eden niteliğe sahiptir.[30]
Marshall Planı’nın Türkiye açısından yorumu bir sonraki bölümde yapılacaktır.
2. 1946-1953 YILLARI
ARASINDA EKONOMİ POLİTİKASINI BELİRLEYEN İÇ VE DIŞ ETKENLER
2.1. Hilts, Thournburg
ve Barker Raporları Çerçevesinde Dış Etkenler
II.Dünya
Savaşı’ndan sonra dünyada ve uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler
olurken iktisat biliminde Keynesgil yaklaşımın uygulamaya yansımasıyla Batı
ülkeleri ekonomik darboğazları kısa sürede aşmayı başarmışlardı. Özellikle
yurtiçi efektif talep ve toplam harcama düzeyini yükselterek işsizliği
önlemişler ve istikrar içinde büyüme sürecine girerek refahlarını arttırmışlardı.
Bu önemli sonucu eski alışkanlıkları olan emperyalist ve sömürgeciliğe gerek
gerek kalmadan sağlamışlardır. Batı Avrupa ülkeleri bu başarıya devletin yol
göstericiliği ve düzenleyiciliği görevini üstlenmesiyle ulaşmıştır. Örneğin
Fransa iktisat biliminde yol gösterici planlama uygulamasının ilk örneğini
vererek 1947-53 yıllarını kapsayan ve hazırlayıcısı J. Monnet’in adını taşıyan
“Monnet Planı”nı uygulamaya koydu. Amacı ekonominin makro dengelerini korumak
ve gerekli yönlendirici önlemleri tüm çıkar çevreleriyle işbirliği yaparak
zamanında almak.[31]
Böylece liberal kapitalizmin yerini (ulusal ekonomide) müdahaleci kapitalizm
almış oldu.[32]
1950’li yılların sonuna gelindiğinde komünist Avrupa ülkeleri dışında Fransa,
Hollanda, Belçika dışında makro düzeyde hazırlanmış yol gösterici
uygulanmaktaydı.İngiltere’de 1946’da başlandı fakat 1951’de vazgeçildi. Ancak
1961’den itibaren yeniden uygulamaya konuldu.[33]
1950’li
yıllarda iktisatçılar geri kalmış ülkelerin kalkınma sorunlarını inceleyip
açıklayan eserler yayımlamaya başladı. Uluslararası kuruluşlar benzer
çalışmalara girişti. Ortaya çıkan sonuç ve öneri kıt kaynakların etkin ve
yerinde kullanımı için devletin yol göstericiliği zorunludur (çevre ülkeler
için) şeklindeydi. Bunun için bu ülkelerin bir kalkınma planı hazırlamaları ve
uygulamaları öngörülmüştü.[34]
ABD’nin
hegemonik güç olarak çıktığı savaş sonrası dönemde bu ülkenin önderliğinde
uygulanmaya başlanan uluslararası Keynesçi politikalar kapitalist dünya
sisteminin yeni işleyiş mekanizmalarının gerektirdiği dünya ölçeğinde kurulma
aracı olmuşlardır. Uluslararası Keynesciliğin çevre ülkelere yönelik başlıca
hedefi bu ülkelerde 1930’larda başlatılmış olan sanayileşme süreçlerinin merkez
ülkelerin denetimi altına sokulabilmesini sağlamaktı. Yani uluslararası
Keynescilik politikası savaş sonrası dönemde çevre ülkelerde üretken sermaye
birikiminin nihai aşamasına geçilmesinin önlenmesinde merkez ülkelerin elinde
başlıca araç idi. Bu üçüncü ve nihai aşamaya geçilmediği sürece çevre ülkelerde
o ana kadar gerçekleştirilmiş olan sanayileşmenin ara malı, teknoloji ve döviz
açısından merkez ülkelere yeni bağımlılıklar oluşturması kaçınılmazdır. Bu tür
bir yeni bağımlılığın meydana getirilmesi ise uluslararası Keynesçi
politikaların işleyebilmesine ve savaş sonrası dönemde merkez kökenli ticaret
sermayesinin elinden kapitalist dünya ekonomisinin dinamiğini belirleme
işlevini alıp dünya ölçeğinde en yüksek kâr arayışına çıkan merkez kökenli
üretken sermayenin çevre ülkelerdeki sanayileşme süreçlerini denetim altına
alabilmesinin ön koşuluydu. Çevre ülkelerdeki sanayileşme süreci denetim altına
alındığı sürece hegemonik devlet ABD’nin önderliğindeki merkez ülkelerin çevre
ülkelere yönelik resmî iktisadî politikalarında ithal ikameciliğini
desteklemelerinde hiçbir sakınca yoktu. Dahası merkez ülkelere yeni
bağımlılıklara sebep olucu nitelikte bir ithal ikameci sanayileşme dünya
ölçeğinde yayılmaya başlayan merkez kökenli üretken sermayenin en yüksek kâr
arayışını sonuçlandırılabilmesinin de ön koşuluydu.[35]
İncelediğimiz
dönemde de Türkiye de bir çevre ülkesidir. 1930-1939 arası ithal ikamesi
(bağımlılığı kırmak için 3 beyazın -şeker, un, kumaş- yurtiçinde üretilmesi
gerektiğini hatırlayınız) ve devlet eliyle sanayileşme politikası izliyordu.
Peki o zaman ABD’nin (ve merkez ülkelerin) heyet raporlarıyla telkin ettiği
iktisat politikalarında neden devletçiliğin tasfiyesi istendi.[36]
ve neden tarıma dayalı -karşılaştırmalı üstünlükler teorisi çerçevesinde-
büyüme modeli şiddetle tavsiye edildi (ve tabii liberal dış ekonomik ilişkiler).[37]
Serdar
Turgut, çalışmasında bu soruyu iki farklı açıdan cevaplandırmıştır. Birincisi
hegemonik güç ABD’nin Batı Avrupa ülkelerinin savaşta yıkıma uğramış sanayi
yapılarını yeniden kurmalarının ve iktisadî büyüme sürecine girmelerinin asıl
sorun olmasından hareketle, Batı ekonomilerinin yeniden inşa sürecinde/bu
sürecin hızla sonuçlanması ancak bu ülkelerden gelen tarımsal ürün ve ham madde
talebinin düzenli olarak karşılanmasıyla mümkün olacağı ve geleneksel ihracatı
tarımsal ürünler ve ham maddelerden oluşmuş olan Türkiye’nin coğrafi yakınlık
sebebiyle Avrupa’nın tahıl ambarı olması gerektiği[38]ve
bu faktörü yeterli görmemekle birlikte devletçi dönemdeki sanayileşme nitelik
olarak kapitalist yeni dünya sistemini tedirgin etmekte çünkü devletçi sanayileşmenin
tamamen iç kaynaklara dönük olması ve bağımlılık kavramı çerçevesinde ne
ithalâtta (devletçilik döneminde ihracat kadar ithalât yapma yani dış ekonomik
istikrar sağlama anlayışı hakimdir) ne de döviz konusunda (devletçilik
uygulamasıyla dış ekonomik istikrar anlayışı çerçevesinde denklik sağlanmış ve
hatırı sayılır döviz rezervi birikmiştir) merkez ülkelere bağımlı olmadan
sanayileşme çabasını sürdürmesi incelenen dönemde de bu politikayla sürdürme
potansiyeli taşıması ayrıca devletçi sanayileşme stratejisinde devlet
işletmeciliği olgusunun ekonomide ağırlıkta olması (burada 1923 İzmir İktisat
Kongresi’nden bu yana uygulanacak politikalarla rejim sorunu konusunda -Rusya
tipi gelişme- iç ve dış odaklara yapılan telkini hatırlayınız) nedeniyle hegemonik
ülke ABD Türkiye’nin devleti ithal ikameci sanayileşme stratejisini
benimsemesini açıklamıştır.[39]
Ayrıca,
Truman doktrini çerçevesinde yapılan askerî yardım (askerî teçhizat ve kredi) için
bir bedel ödenmeyip Türkiye ekonomisinin askerî masrafları arttırmadan Rusya
tehdidine karşı güçlendirme politikasında tek ek yük, yılda 400 milyon TL Bu
malzemenin bakım/onarımı için ayrılması gerekmektedir ve bu ABD’den gelen
askerî malzemenin yedek parçalarının satın alınması (ithali) için dolar
gerekmekte ve -dış ticarette liberasyonla ithalâtın fırlaması yüzünden- o
dönemde dolar kıtlığı yaşanması nedeniyle yedek parça ithalâtı
yapılamamaktadır. Bu ekonomik dengesizliği gidermek için Türkiye ABD’den savaş
sonunda hazırladığı iktisadî kalkınma programı için 615 milyon dolar tutarında
dış yardım talep etmiştir. Türkiye’ye iktisadî yardım yapılması fikri ABD’li
uzmanlarca o zaman benimsenmemiş ve millî ekonomilerin kalkınması için değil
Avrupa ekonomisinin yeniden imarı için yardım ediliyor yafta/gerekçesiyle bu
talep reddedilmiştir.[40]
Hatta bu uzmanlar devlet öncülüğünde planlı sanayileşme çabaları ancak Sovyet
Rusya’da olur.[41]
diyerek bu yardım talebini reddetmişlerdir. Bunun yanında savaş sonrasında uygulamaya
konan 1946 İvedili sanayi planının[42]uygulanmasını
ve bu heyetlerin bu planı reddini [43]bu
anlayış içinde devletçiliği tasfiye edin sonra bizden yardım isteyin havasıyla
yorumlanması gerekmektedir. 1946 İvedili sanayi planı Türkiye hükûmetince
uygulanmamış akabinde tarıma ve alt yapı yatırımlarına öncelik veren 1947 Vaner
planı [44]ABD’nin
onayına sunulmuştur. Bu seferde ABD’nin önerileri ile uyumlu olan 1948-52
yıllarını kapsayan bir yatırım programı hazırlandı ve ancak bundan sonra
Türkiye ABD’nin yardım programına dahil oldu.[45]
Hilts, Thournburg ve Barker Raporları
Türkiye’de
yürütülecek yardım programının koşullarını ve hangi projelerin uygulanacağını
saptama misyonunu yüklenen çeşitli raporlar Türkiye ekonomisi üzerindeki
Amerikan karışımının ve Türkiye’nin kalkınmasında Amerikan görüşlerinin
egemenliğinin tipik ve temel belgelerini oluşturmuşlardır.[46]
Hilts
Raporu: 1948 yılında ABD federal karayolları örgütü genel müdür yardımcısı
Hilts’in -adıyla anılan- başkanlığındaki heyetin ülkemizi gelip incelemesiyle
hazırladığı rapordur.[47]
Hilts
raporunda yatırım önceliğini karayolu yapımını verilmesi gerektiğini ve bunun
için Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı yollar genel müdürlüğünün idaresinde
bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip bir karayolları genel müdürlüğünün kurulması
istenilmektedir. Raporda karayolu taşımacılığının demiryoluna kıyasla daha ucuz
bir taşımacılık olduğu iddia edilmektedir ve bu suretle Türkiye demiryollarının
Van’a kadar uzatılmasına gerek olmayıp 35.000 km.lik karayoluna ihtiyaç duyulduğunu
vurgulanmaktadır Güven, buna eleştiri olarak, savaştan çok kârlı çıkan otomotiv
sektörünün/tekellerinin demiryollarına karşı (özellikle General Motors’un)
zafer kazandıkları ve hızla iç pazarı hızla artan üretimiyle doyurduktan sonra
dış pazara yönelme çabasında ABD kapitalizmine -bu karayolları şebekesinin- çok
yönlü yararı olduğunu vurgulamaktadır.[48]
Hilts
raporunda ayrıca teknisyen yetiştirmek üzere Washington’daki yollar idaresine
personel gönderilmesini önerilmekte ve Amerikan yardım makineleriyle yol
yapımında Amerikan müteahhitlerle çalışılması öngörülmektedir.[49]
Genel
olarak bakıldığında tüm az gelişmiş ülkelerde karayollarında kamyonla
taşımacılık tarımsal ürünlerin ve ham maddelerin üretiminin büyük ölçüde
artmasına ve dışarıya ihraç edilmesine yol açmıştır. Doğal kaynakların ve ham
maddelerin kendi ulusal sanayileriyle bütünleşmesi yerine gelişkin batı
ülkelerinin sanayileriyle bütünleşmesinde karayolları çok etkili olmuştur.
Bunun yanı sıra ABD’li otomotiv ve petrol tekelleri için gelişmiş karayolu
şebekesine bağlı otomotiv kullanım ve petrol tüketimi dolayısıyla çekici
pazarlar oluşturmuştur. En önemlisi karayolları ve kamyon taşımacılığı
sayesinde Amerikan mallarının -karayollarının iç pazarı genişletmesi
vasıtasıyla- az gelişmiş ülkelerde tüketilmesinde büyük artışlar olmuştur.[50]
Thournburg
Raporu: Rapor 1950 tarihinde bir Amerikan petrol şirketinin yöneticisi Max
Weston Thournburg tarafından hazırlanmıştır. Thournburg, memlekette yaşamı ilk
çağdaki yaşama benzetip (kırsalda) bu dönemdeki kalkınma ve sanayileşme
çabalarını, hariçten ithal edilen ve halka geniş kitlelere inmeyen, yansımayan
bir görüş içindedir. Özetle hür girişimin engellendiği ve yaşatılamadığı için
serbest piyasayı önceleyip devletçi uygulamaları ağır bir dille eleştirmiş ve
Hilts gibi karayoluna öncelik verip tarımda ilerlenmesini tavsiye etmiştir.
Ağır sanayi hamleleri yerine hafif sanayi, tüketim mallarına dönük sanayiye
ağırlık verilmesini tavsiye etmektedir. İlginç olan bir nokta kömür üretiminin
yerli sanayi için değil Batı sanayii için üretilip ihraç edilmesi gerektiğidir.
Makine sanayiin bu aşamada gereksiz olup ertelenmesini önermekte ve gerekli
olan makine teçhizat (özellikle traktör) Amerika’dan üretiminden daha ucuza mal
edilerek ithal edilmelidir. Yabancı sermayenin gelmesi için teşvik edilmeli bir
kanun çıkarılmalıdır. Bu yaklaşımı doğrular nitelikte Türkiye’yi Amerikan
sermayesinin kalkındırabileceği anlatılmaktadır. Lokomotif ve traktör üretimi
için talep edilen krediye de Thournburg şiddetle karşı çıkmaktadır. Bunun
yerine daha ucuz olarak ithalâta gidilmesi önerilmektedir.
En genel
özetle sanayileşme çabasına kendi gerekçeleriyle şiddetle karşı çıkan
Thournburg karayolları yatırımları, tarımsal büyüme özel girişime dayalı
ihracat temelli madencilik, hafif sanayi ve tüketim mallarına yönelik
yatırımları öngörmekte ve bu konuda Amerika’nın hem iş tecrübesine ve hem de
yardımlarına (sermaye yatırımı, dış borç/kredi, dış yardım) sığınılması tavsiye
edilmekteydi.[51]
Barker Raporu
Dünya bankası
heyeti/raporu olarak bilinen ve heyetin başkanı James M. Barker’ın adını
taşıyan rapor;1949 yılında Türkiye’nin talebi üzerine gelip inceleme yapan
heyetin eseridir.
Barker
raporunda Türkiye’nin iki alanda acil ihtiyaçları önceliklidir. 1-Tarım 2-Teknik
ve idarî personelin yetiştirilmesi. Kalkınmada tarım öncelikli olmalı sonrada
gıda işleme hafif metal işleri, hafif makine ve alet üretimi inşaat malzemeleri
ve deri işlemesine ağırlık verilmelidir. Tarımsal hafif sanayiye önem verilmeli
ve modern sanayi grubunda uçak motoru ve ipek/yün mensucat fabrikaları
kurulmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Lüks mallar üretimi ağır makine ve
metal işleri endüstrisi ağır kimya endüstrisi gibi sektörlere girilmemelidir.
(kaynakları etkin kullanma çerçevesinde) Yeni demiryolu yatırımlarına gerek
yoktur. KİT’ler ve madenler özelleştirilmelidir. Planlı ekonomi uygulanmalıdır.[52]
Bu üç
raporda özet olarak verdiğimiz tavsiye ve telkinleri incelersek, çevre
konumundaki Türkiye’nin kalkınma sürecini 1930 öncesi dönemine döndürmek niyeti
vardır varolan kaynakların etkin kullanımı çerçevesinde Türkiye tarımsal
üretime ağırlık verip sanayileşme çabasından(en azından devletçilik
uygulamasıyla devlet eliyle sanayileşme)vazgeçmeli uluslararası ekonomik sistem
nezdinde katılımı gerçekleştirmek için dış ekonomik ilişkilere serbesti
getirmesi ki bu süreçle hem dış yardım kredi ve dış sermaye yatırımları
çerçevesinde amerikan sermayesine ekonominin açılması hem harap Avrupa’nın
yeniden yapılanması için tarımsal/ham maddesel üretimi ve inşaat malzemeleri
ihraç etmesi ve hem de uluslar arası yeni ekonomik sistemde Türkiye’ye bir
konum tahsisi açısından raporlar incelenmeye değerdir.
Araştırmayı
planlarken dikkat ettiğimiz husus uygulanan iktisat politikaları ve bu
raporların ve genel olarak amerikanın niyetlerinin şaşılacak ölçüde
benzerliğidir. Hatta 7 Eylül 1946 devalüasyonu ve (çünkü savaş sonrasında
elinde hatırı sayılır bir döviz/altın rezervi olan Türkiye’nin devalüasyona
gitmesi biraz ilginçtir.), uygulanan politikalarda Devletçi Ekonomik
gelişme’nin (Devletçilik 1937 de Anayasa maddesi olmuştur.) bertaraf edilip
(hem de incelenen dönemde bırakın merkez ülkelerini diğer çevre ülkeleri bile
devletçi -en azından devletin yol göstericiliğinde- gelişme periyoduna
girmişken) liberal temayüllü, serbest piyasa, özel girişim, dış ekonomik
ilişkilerde liberasyon temelli politikalara doğru büyük dönüşüm yaşaması ve
hatta hatta -en ilginç nokta budur- bu politik dönüşüm döneme ismini veren
Demokrat Parti iktidarından önce CHP iktidarında bile (1946-1950) dile gelir
olması, sermaye çevrelerinden basit köylüye kadar bu dönüşümün muhalifsiz
desteklenmesi bir modernleşme temayülü, Amerikanın desteğinde gelişeceğiz
anlayışı içinde değerlendirilip yorumlanmalıdır.
2.2. Devletçiliğin
Tasfiyesi Sürecinde Demokrat Parti ile Çok Partili Siyasî Rejime Geçiş ve Genel
Beklentilerden Oluşan İç Etkenler
II. Dünya
Savaşı yıllarında ekonomik gerilemeyle birlikte hızlanan enflasyon ve mal
darlıkları artışı yoğunlaşan siyasî baskılarla Türkiye’de yeni dönüşümlerin
gerekeceğini ortaya koymuştu. İçerde;savaşta fiyat artışları, mal darlıkları
sürecinden yararlanarak oluşan yeni tüccar ve toprak sahibi büyük çiftçi
kökenli -Millî Burjuvazi-;dışarıda yeni bir uluslararası küresel sistem kurmaya
hazırlanan yeni süper güç ABD Türkiye’nin dış dünyaya iyice kapalı ekonomisini
dışa açmada öncü rolü oynadılar.[53]
Devletçiliğin
tasfiyesi için siyasî ve ekonomik baskılar vardı. Siyasî baskılar grubunda
savaş yıllarının sıkıyönetim uygulamasıyla birlikte fert hakları ve
özgürlüklerinin devlet eliyle daraltılması.[54]
Bunun bir ayağını–ve daha az öneme sahip – rejimin gereklerinden olan Çok
Partili Siyasî Sistemin Atatürk’ten bu yana gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı.
Ekonomik baskılara gelince Savaş süresince ortaya çıkan mal darlıkları
(karneyle temel gıda ürünlerinin dağıtımı vs.), enflasyonist süreç ve dış
ticarette savaş yıllarında ağırlıklı olarak Almanya’nın bulunması ve savaş
sonrasında Almanya’nın çökmesi bu dış ticaret olanaklarını kapatmıştır.[55]
Ayrıca geleneksel ihraç ürünü olan Tarımsal ürünlerin enflasyona bağlı olarak
aşırı değerlenmesi yurtdışı piyasa fiyatının üstünde fiyatlanmasına sebep olmuş
ve rekabet edemez duruma gelmiştir. Bununla birlikte 1942 Toprak Mahsulleri
Vergisi’ni izleyen yıllarda (iklim koşullarına bağlı olarak ) buğday kıtlığı
çekilmesi ve dünyanın her yanından buğday yardımı aranması[56]
otarşik ekonomi ilkesine ters düşmekteydi.
Savaş
yılları Türkiye’de Ticaret Burjuvazi’sinin ve piyasaya yönelik büyük toprak
unsurlarının aşırı güçlendiği başıboş bir vurgun ve zenginleşme ortamının
dörtnala geliştiği bir dönemdir.
Bununla
birlikte savaş yılları darlık döneminde, Millî Burjuvazinin dışa açık kanadını
oluşturan, stok ve karaborsacılıkla sıçrama yapmış tüccar ve sanayici grubu
Millî Korunma Kanunu ve Varlık Vergisi Kanunu ile içe dönük kanadını oluşturan
büyük toprak kesimleri Toprak Mahsulleri Vergisi, Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu ve Köy Enstitüleri uygulamalarıyla tehdit eden darlık dönemi Devletçilik
uygulamalarına karşı (çıkarları ve rejimin geleceği konusundaki kaygılarıyla)
bir tutum almışlardır.[57]
Ancak teknoloji, üretimi örgütleme ve pazarlama bilgisinin özel kesimde pek
bulunmadığı bir sanayici/girişimci sınıfın henüz gelişmediği bu servetlerin
üretken sermayeye dönüşmesi pek olanaklı değildi. Dışa açılmayla birlikte
yabancı sermaye ortaklığı ve dış yardımın getireceği sermaye bollaşması biriken
servetlerin üretken sermayeye dönüşme olanağını meydana getirebilecekti. Büyük
toprak sahipleri açısından savaş sonrası dönemin tarım için geniş Pazar
olanakları oluşturduğu buna eklenmelidir. Savaşta yıkılan Avrupa için gıda
maddesi ve ham madde sağlanması Türkiye’nin işlenmeyen geniş topraklarına
eklenince yeni üretim ve kâr olanağı demekti. Ne var ki Türkiye’de yol ve
tarımsal makine donanımı eksikliği varolan imkânları kullanmayı iyice
sınırlamaktaydı. Her ne kadar Türkiye savaş döneminde yıllık ithalâtın iki katı
kadar(500 milyon Dolar)altın ve döviz rezervi biriktirdiyse de savaş sonrası
yıllarda dünya da sermaye donanımı satın almak (talebin yüksekliğine
karşılık)üretim kapasitesinin sınırlı olması dolayısıyla çok güçtü.
(Türkiye’nin ulusal geliri 1949 da on yıl önceki düzeyinin hemen hemen aynı,
kişi başına düşen geliri ise 1939 düzeyinin altında idi kısacası savaşa
girmediği hâlde Türkiye iktisadî gelişme sürecinde on yıl yitirmiştir.[58]
Siyasî
olarak da Liberalleşme temayülü kulislerde geniş yankı uyandırıyor ve Toprak
Reformu Tasarısının görüşmeleri sırasında (1946) çiftçiyi topraklandırma hususu
dahilinde İ.İnönü’nün tarım bakanlığına bir toprak ağasını getirmesi bu
reformların uygulanmayacağına delalet ediyordu. Buna mukabil meclise dörtlü
takrir adıyla bilinen bir önerge sunan A. Menderes, C. Bayar, F. Köprülü ve R.
Koraltan CHP’den istifa edip 7 Ocak 1946 ‘da Demokrat Partiyi kurdular.[59]
Devletçiliğe
karşı güçlerin örgütlemesine ve güçlenmesine olanak verdi. Halkın büyük
çoğunluğunu oluşturan köylü ve esnaf ülkede başlatılan hızlı sanayileşme
sürecinin kendi çıkarlarına ters düştüğü inancıyla davranırken savaş zenginleri
büyük tüccarlar ve üreticilerde devleti rakip görüyorlardı. Böylece ortaya
çıkan büyük güç ve siyasî kadro yanlışları düzeltmek yerine sistemi
değiştirmeyi tercih etti.[60]
Bu gelişmeler DP’nin kurulmasıyla ülkedeki tüm grupların DP çatısı altında
örgütlenip CHP Hükûmetine ve Devletçiliğe ağır saldırılarını başlattı. Bu durum
karşısında CHP 1947 Kurultayında Parti programında yer alan Devletçilik
ilkesini müzakere ederek bu prensibin uygulanma alanını özel teşebbüs ve özel
sermaye lehine daraltmak kararını verdi. Bu karara uygun olarak Devletçilik
daha liberal bir şekilde tarif edilerek devletin ekonomik sorumlulukları teker
teker tespit edildi. Devlet ağır endüstriyi, madenleri, elektrik santrallerini
işletmeye, millî savunma ve ulaştırma işlerini görmeye devam edecek;bunların
dışında kalan alanlar ise fertlere bırakılacaktı. Kamu menfaatinin gerektirdiği
bazı teşebbüslere girişmek için özel sermayenin yetersiz kaldığı hâllerde ve
özel sermayenin kâr sağlayamayacağı işlerde Devletin ekonomiye müdahale
edebileceği tezi halk partisi tarafından benimsendi. Fakat devlet hiçbir
suretle tarıma el atmayacak ve hayat pahalılığını arttırabilecek başka ekonomik
faaliyetlerde bulunmayacaktı.[61]
Bu gelişme bile 27 yıllık CHP iktidarını ayakta tutmaya yetmeyecek bu toplumsal
dönüşüm ve toplumu oluşturan kesimlerin kenetlenmesi ile DP’yi 1946
seçimlerinde 465 milletvekilinden 62’sini ve 1950 seçimleriyle oyların %53’ünü
alarak iktidara getirecekti.[62]
Devletçiliğe
karşı yöneltilen tenkitler savaş yıllarında Türk ekonomisinin faydalandığı
elverişli şartların son bulmasıyla had bir safhaya ulaştı savaş sonunda yabancı
pazarların Türk mallarına olan talebi bir hayli azaldı ve savaş sırasındaki
talep dolayısıyla fiyatları anormal ölçüde yükselmiş bulunan Türk malları dünya
piyasasındaki daha ucuz mallarla rekabet edemez oldular. 7 Eylül kararları
olarak anılan tedbirler memleket ekonomisinin sulh şartlarına intibakını
kolaylaştırmak gayesini güdüyordu. (devalüasyonu ve ABD’nin Türkiye’ye telkin
ettiği uluslararası işbölümünün doğal sonucu olan tedbir önerilerini bu açıdan
değerlendiriniz.) Oysaki bu tedbirler tatbikattaki aksaklıklar yüzünden
iktisadî sıkıntıları hafifletecek yerde genel olarak dar gelirli sınıfları ve
ekonominin bütünü aleyhine daha da ağır şartlar meydana getirdi.[63]
Ayrıca
belirtilmesi gereken diğer bir husus Ahmet Hamdi Başar’ın kurduğu İstanbul
Tüccar Derneğinin düzenlediği 1948 İktisat Kongresidir. Bu Kongrede iş adamları
ve Üniversite hocaları tarafından Türkiye’nin hızla gelişmesinin koşulları
saptanmıştır. Bunlar arasında(Yeni uluslararası sistemle pek bağdaşmadığı kabul
edilen)Devletçiliğin yavaş yavaş tasfiyesi ve dövizle sermaye kaynaklarının
kıtlığının aşılması için Yabancı sermaye ye açılma vardı.[64]
27 Kasım 1948’de İstanbul’da toplanan iktisat kongresi orta sınıfın
devletçilikle ilgili yeni görüşlerini daha da açık şekilde belirtti.
Devletçilik, Dış Ticaret ve Vergi Reformu meselelerini incelemek üzere kurulan
üç ayrı komisyon bu alanlarda iş adamlarının görüşlerini ortaya koydu.
Devletçilik konusunu ele alan birinci komisyona göre iktisadî faaliyetlere
önayak olmak ve onları yaymak yönündeki öncü görevini artık tamamlamış bulunan
devlet bundan böyle faaliyetlerini eğitim, ulaştırma, millî savunma, posta işleri,
araştırma ve nezaret gibi temel amme hizmetlerine hasretmeli ekonomide devletin
fert karşısında hem bir denetçi hem de bir rakip olarak çıkmaması ve gereken
teşebbüs imkânlarının fertlere bırakılması isteniyordu. Dış ticaret komisyonu
istihsalin seviyesini yükseltecek ve yerli müstahsilin aleyhine de olsa
ihracatı teşvik edecek tedbirler alınmasını tavsiye etti. Vergi reformu
komisyonu ise vergi sisteminin topyekün gözden geçirilmesini ve memleketin yeni
ihtiyaçları göz önünde tutularak tarım mahsullerinden alınan vergilerin
kaldırılmasını tavsiye etmekteydi.[65]
Bu
gelişmeler çerçevesinde DP’nin iktidarıyla sonuçlanan ve gerek sermaye
çevrelerinin gerek tarım kesiminin ve gerekse işçi, esnaf ve toplumun geri
kalan kesimlerinden gelen talep ve baskılarla uluslararası ekonomiye eklemlenme
sürecinde ekonomi politikasının oluşmasını sağlayan iç faktörler toplumsal
dönüşümün gerçekleşmesiyle özet olarak açıklanmıştır. Süreç DP iktidarı ve
siyasî/ekonomik uygulamalarıyla devam etmiştir. Bir sonraki bölümde bu dönemde
uygulanan Liberalist söylemle vücuda gelmiş iktisat politikaları
incelenecektir.
3. 1946-1953 YILLARI
ARASI ULUSLARARASI EKONOMİYE FARKLI BİR EKLEMLENME İÇİN UYGULANAN POLİTİKALAR
3.1. Politikaların
Sermaye Kaynakları (Malî Alt Yapısı)
İncelediğimiz
dönemde uygulanan iktisat politikalarının sermaye kaynaklarını dış kaynaklar ve
iç kaynaklar olarak ayırmayı uygun gördük. Dış kaynaklar ifadesiyle anlatılmak
istenen bu dönemde yurt içine gelen uluslararası sermaye yatırımları, dış
borçlar/krediler ve hibe şeklinde olan dış yardımlardır. İç kaynaklara gelince
Merkez Bankası emisyonları ve devlet gelirleri çerçevesinde vergilerdir.
Cumhuriyetimizin
ilk yirmi yılında genel politika olarak dış borçlanmaya çok az gidilmiş varolan
borçların tasfiyesine çalışılmıştır. Savaş yıllarında dış borçlanmaya gidilmiş
fakat döviz ve altın rezervinin artması sonucu dönem sonunda net borçluluk
sıfır olmuştur.[66]
Bu dönemde
başlıca dış borç/kredi kaynağı ABD’dir. (Truman Doktrini, Marshall Planı
çerçevesinde)1950’ye kadar dış borç yardımı olarak ABD’den alınan malî kaynak
1950’den sonra (Hükûmetinde ABD yanlısı tutumu sonucu) dış yardım şeklinde
görülmüştür. Dönem süresince, a) Kısa dönemli ve yüksek faizli Yabancı Özel
Sermaye’den dış ticaretin finansmanında yararlanılmış, b) Özel kesime uzun
dönemli dış kredi sağlanmıştır. Bunlardan kısa dönemli yabancı kredilerin,
dönem boyunca toplam yabancı sermaye akınının yarısından fazlasını oluşturduğu
dikkate alınırsa yabancı özel sermayeden daha çok dış ticaretin finansmanı alanında
yararlanıldığı söylenebilir. Bir başka deyişle bu tür sermayenin üretimi
doğrudan arttırıcı bir niteliği yoktur. Dışalım girdi olarak kullanıldığı
ölçüde üretime dolaylı katkısından söz edilebilecektir.[67]
Yabancı
özel sermayenin girişini kolaylaştıran ilk önlem kambiyo ilişkilerini
düzenleyen Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanuna (25 Şubat 1930 gün
ve 1567 sayılı ) dayanılarak çıkarılan, 22 Nisan 1947 tarih ve 13 sayılı
kararla alınılmıştır. Kararda yabancı sermayenin döviz olarak getirilmesi ve
Tarım, Sanayi, Ulaştırma, Turizm gibi alanlara yatırılması öngörülmekteydi.
Hükûmet yabancı özel sermaye yatırımını yurdun kalkınmasına yararlı görür ve
ihracatı arttırıcı nitelikte bulursa kârının uygun bulacağı bir bölümünün
yurtdışına aktarılmasına izin verilebilirdi.[68]
Beklenen ilginin oluşmaması nedeniyle Ekonomi ve ticaret bakanının Ağustos 1951
de çıkarılan ancak yine beklenen sonucun alınamadığı yabancı sermaye
yatırımlarını teşvik kanununun alınarak yeni tedbirler çerçevesinde yabancı
sermaye lehine daha da genişletilerek ve liberal hükümler getirilerek
uygulanmasına karar verilmiştir. Yeni yasa ocak 1954 de çıkmıştır.[69]
Sanayiye
yapılan yabancı özel sermaye yatırımları, genellikle kendisinin üç katı
dolayında yerli özel sermayeyle ortaklık içinde çalışmaktadır. Bu durum ilgili
ortaklıların yerli sermayenin denetiminde olduğu anlamına gelmezse de bir başka
açıdan önemlidir. Yabancı sermaye, özel sermaye yatırımlarına yön verici, onu
belli alt sektörlere sürükleyici bir işlev görmektedir.[70]
Sanayiye
yapılan özel sermaye yatırımlarının bir başka özelliği, kurulan üretim
ölçeğinin, çağdaş teknolojik verilere göre etkin sayılan düzeyin çok altında
olmasıdır. Teknolojik etkinlikten uzak üretim ölçeği, hemen her ekonomiye giriş
kitabından öğrenileceği gibi, yüksek maliyet anlamına gelir. Ancak iç pazarın,
yabancı ürünlerin rekabetine karşı gümrük duvarlarıyla korunması, yüksek kâr
sağlanmasına yol açmaktadır. Yabancı sermaye, korunan bir ortamda, ticarî
sermayeyle işbirliği içinde, yüksek maliyete karşın; kârlı çalışabilmektedir.
Sanayiye yapılan yabancı özel sermaye yatırımlarının bir özelliği de, üretimde
ithal girdi kullanılmasıdır. İthal girdi kullanımının yaygınlığı iki sorunu
gündeme getirmektedir;sorunlardan biri sanayileşmenin geriye doğru bağlantı
yoluyla yerli üretimi canlandırma etkisinin, bu nedenle eksik kalması
gerçekleşmemesidir. İkinci sorunda, özellikle ithalât güçlüklerinin var olduğu
durumlarda sanayi üretiminin girdilerini dışardan sağlama zorunluluğu
nedeniyle, üretimde bulunamamasıdır. Dönem süresince giderek artan dış ticaret
açığına bu gelişmenin önemli katkısı olduğu kuşkusuzdur.[71]
Yabancı
sermaye yatırımlarında da ABD sermayesi ağırlığını hissettirmektedir. Oransal
olarak baktığımızda;yabancı sermayenin %40 dolayında bir bölümü ABD ortaklarına
aittir. ABD’yi Batı Almanya İsviçre ve Hollanda her biri %10 dolayında bir
payla izlemektedir. Bu dört ülke kökenli yabancı sermayenin payı, toplam
gerçekleşen yabancı sermayenin %85’i dolayındadır.[72]
Dış
yardımlara gelince hibe olarak ağırlıklı olan Truman doktrini ve Marshall Planı
çerçevesinde bu dönemde 100 milyon Dolar askerî yardım (Truman doktriniyle
gelen )ve 1948-1952 yılları arasında 175 milyon Dolar doğrudan 176 milyon
Dolarda dolaylı olarak toplam 351 milyon Dolar yardım sağlandı. Doğrudan olan
ABD piyasasından Dolaylı olanda Teşkilata üye olan ülkelerden yapılacak ithalât
için kullanıldı.[73]
Tablo 1: Dış Sermaye
Kaynakları (1946-1962) (Milyon Dolar)
|
Diğer Yardım
Kuruluşları |
Gerçekleşen Yabancı
Özel Sermaye |
Gerçekleşme Yüzdesi |
|||
ABD Ekonomik
Yardımları |
||||||
|
Borç |
Bağış |
Toplam |
|||
|
|
|
|
|
|
|
1946-48 |
45,4 |
- |
45,4 |
5,0 |
- |
70,8 |
1949 |
33,8 |
- |
33,8 |
- |
- |
- |
1950 |
40,0 |
31,9 |
71,9 |
80,4 |
- |
- |
1951 |
- |
49,8 |
49,8 |
- |
3400 |
70,8 |
1952 |
11,2 |
58,4 |
69,6 |
35,2 |
2993 |
11,1 |
1953 |
- |
58,6 |
58,6 |
20,0 |
1148 |
6,3 |
1954 |
- |
78,7 |
78,7 |
3,8 |
2598 |
2,4 |
1955 |
25,5 |
83,8 |
109,3 |
- |
8002 |
16,3 |
1956 |
25,0 |
104,3 |
129,3 |
- |
21605 |
32,3 |
1957 |
25,1 |
62,3 |
87,4 |
13,5 |
10531 |
24,6 |
1958 |
23,2 |
90,4 |
113,6 |
125,5 |
15068 |
26,1 |
1959 |
97,2 |
107,0 |
204,2 |
- |
19825 |
28,5 |
1960 |
26,5 |
99,0 |
126,5 |
37,0 |
18711 |
38,2 |
1961 |
131,0 |
89,8 |
220,0 |
161,7 |
43056 |
48,9 |
1962 |
102,5 |
81,6 |
184,2 |
15,0 |
87246 |
65,3 |
|
|
|
|
|
|
|
Toplam |
586,4 |
995,6 |
1582,3 |
497,1 |
234183 |
32,8 |
Kaynak: Kenan Bulutoğlu, 100 soruda Türkiye’de Yabancı Sermaye, İstanbul 1970; US, AID,
Economic And Social Indicators- Turkey August 1972 (aktaran Turgut, op.cit,
s.146; Kepenek, op.cit, s.102)
İç sermaye
kaynaklarına gelince başta da belirttiğimiz gibi Merkez Bankası Emisyonları ve
Vergi gelirleri gelmektedir. Dönem boyunca emisyon burada yapıldığı gibi
dolaşımdaki banknot miktarı olarak alındığında, özellikle 1950’den sonra
sürekli olarak artmıştır. Bütçe giderlerinin gelirlerle karşılanamaması o
dönemde Merkez Bankasının karşılıksız para çıkarmasına yol açmıştır.[74]
Ayrıca Tarımı desteklemek adına Toprak Mahsulleri Ofisinin piyasanın üstünde
fiyatlarla hububat alımı kamu giderlerine ek yük getirmiş, bu yükte Merkez
Bankasının emisyonuyla aşılmaya çalışılmıştır.[75]
1950-1960 yılları arası para hacmi altı kat artmıştır. Bu arada iktisadî devlet
teşekküllerinin hükûmetin fiyat seviyesi yüzünden MB’ye avans borçları 5 milyar
TL’yi geçmiştir ki bu aynı dönemde para artış hacminin yarısından fazlasıdır ve
bu borcun önemli bir kısmı da tarımda destek alımlar yapan TMO’ye aittir.[76]
Vergi
politikalarına gelince bu dönemden kalan en yararlı gelişme vergi gelirlerini
modern biçimde düzenleyen Kurumlar Vergisi Kanunu (1949), Gelir Vergisi Kanunu
(1949) Vergi Usul Kanunu(1949)[77],
çağdaş bir gelir vergisi sisteminin yasalaşması da önemli bir adımdı. F.
Neumark’ın yönetimi altında hazırlanan vergi yasası ile Türkiye sistematiği
kendi içinde ve vergi ilkeleri ile tutarlı aynı zamanda Türkiye’nin koşullarını
da göz önünde tutan zamanına göre çok ileri bir kuruma da kavuşmuş oluyordu.[78]
Ama yinede kamu giderlerinin vergilerle karşılanmasına imkân yoktu hatta
1950’de yürürlüğe giren Gelir Vergisi Kanununun tarım kesimini vergilendiren
hükümlerin uygulanması ertelendi.[79]
Böyle bir uygulamayla büyümenin ve kalkınmanın motoru olan tarım sektöründen
gelecek vergi gelirlerinden büyük bir kısmından vazgeçilmiş oluyordu. Aynı
zamanda büyümenin motoru olan bir sektöre verilen sübvansiyonların,
genişletilen kredi olanaklarının ve TMO’nun zarar etmesiyle sonuçlanan yüksek
fiyatlarla hububat alımı politikasıyla (hatta bu zararların MB kaynaklarıyla
karşılandığı ve emisyonun enflasyonist baskıyı arttırdığı olgusuyla
karşılaştırıldığında) devletin en fazla gelir elde etmesi gereken kesimden
krize sebep olacak şekilde gelirlerinden vazgeçmesi politikası dikkate şayan
bir durumdur.
3.2. Uygulanan
Politikaların Üçlü Sac Ayağı
3.2.1. Tarım Devrimi
(Tarıma Dayalı Büyüme) ve Alt Yapı Yatırımları
1946-1953
yılları esas alınarak bir tarımsal gelişme yılları olduğu söylenebilir dönem boyunca
tarımın ortalama büyüme hızı %13,2’yi bulmuş, %9,2’lik sanayi büyüme hızını
belirgin bir biçimde aşmıştır. Tarım kesiminin millî hasıla içindeki payı
1946-1947 ortalaması olarak %42 iken 1952-1953’te bu oran %45,2’ye çıkmıştır.
Aynı yıllar için sanayi sektörünün payı ise %15,2’den %13,5’e düşmüştür. Bu
gelişme biçimi bu dönemin dünya ekonomisi ile ham maddeci ihtisaslaşmaya
dayanan bütünleşme eğiliminin bir yansımasıdır.[80]
Tarıma dayalı gelişmeyi gerçekleştirmek ve Türkiye’nin o dönemde gıda maddesi ve
ham madde ihtiyacı olan Batı Avrupa’ya ihracatını arttırmak üzere 1949 yılından
itibaren Marshall yardım programından traktör ithali başladı.[81]
Dış yardımla ve tarım kredileriyle desteklenen traktör ithalâtı hızla
arttırıldı ve ekim alanı hızla genişletildi. DP 1950 Mayısında iktidara geldiği
zaman ülkede 6.000 Traktör vardı. İki yıl sonra Mayıs 1952’de 25.000 Traktör ve
bir çokta Tarım Makinesi -Biçerdöverler vb.- kullanılıyordu.[82]
Toplam tarım kredisi 1950’de 412 milyon TL’den 1952 yılında 820 milyon TL’ye
çıkarıldı. 1949’dan hatta çok daha öncelerden beri fazla artmamış olan ekim
alanı iki yıl içinde %50 büyümüş, 1949’a göre tahıl ürünlerinde ve sınaî
ürünlerde %100 civarında artış sağlanmıştı. Bu arada sulama yatırımları
hızlandırılmış tarımda gübre kullanımının tohum ıslahına da hız verilmişti.
Yalnız Türkiye’de değil dış dünyada da Türkiye’ye geleceğin buğday ambarı diye
bakılıyor. Buğday ihracatını kolaylaştıracak tesisler, silolar yapılıyordu. Bu
gelişmeler halkın çoğunluğunun yaşam düzeyini yükselten çok önemli bir atılım
başlatıyor ve Cumhuriyet İktisat Tarihinin tarım devrimi sayılmayı hak
ediyordu.[83]
1923-1950
döneminde tarım kesimine layık olduğu önem verilmemiştir. Örneği de
Cumhuriyetin ilk yirmi senesinde bütçenin her yıl ancak takriben %3 kadarının
tarım kesimine ayrılmasıdır. Bunun görüntüsü 1929-1939 yılları arasında tarım
sektöründe net hasıla artışı nüfus artışıyla aynı nispeti takip etmiş yaklaşık
%20 kadar bir artış sağlanabilmiştir. 1950’den sonra yeni iktidarla tarım
siyaseti de değişmiş Marshall yardımının %18’i tarım sektörüne tahsis
edilmiştir. Tarım kesimindeki gelişmenin göstergesi tarımda makineleşmenin
önceki yıllara kıyaslanmayacak şekilde hız kazanması tarım kredilerinin artışı
tarım ürünleri fiyatlarında görülen yükselme ve sonuçta çeşitli kaynakların
zorlanması ile ekim alanının ve üretimin artışıdır. Tarımda makineleşmenin
gelişimi karşısında bu kesimde kullanılan iş gücü azalmış (kentlere göçler
başlamış) tarım işçilerinin yerine makine kullanmada ihtisas sahibi elemanlar almıştır.
Bunanla birlikte umumiyetle bir traktörün on kişiyi işsiz bıraktığı
söylenebilir. DP iktidarının ilk beş yıllık döneminde iç göç ve şehirleşme
büyük bir hız kazanmıştır ki bu bir bakıma makineleşme ile ilgili olmalıdır.
Büyük toprak sahipleri varlıklı çiftçiler makinelerin sağladığı imkânlar
sayesinde kapitalist tarıma geçmişler topraklarını kiralık ve ortakçılık
yoluyla işletmeye son vermişlerdir. Bu arada küçük işletmeler makineleşme
dolayısıyla büyük işletmelerle rekabet edemez hâle düşmüşlerdir. Makineleşme
bir yandan üretim artışını sağlarken diğer taraftan tarıma açılması güç
arazilerin kolayca tarım alanına dahil edilebilmesi eskiden çeki hayvanı
beslemeye ayrılan alanların serbest kalması gibi sebeplerle tarım yapılan arazi
miktarının artışına sebep olmuştur. Ekilen arazi alanının artmasını teşvik eden
bir unsurda tarım ürünleri fiyatındaki artışlar olmuştur.[84]
Özellikle
1950-1953 yılları arası Kore Savaşının (Kore savaşıyla başlayan konjonktür
dünya tahıl ürünleri ve tarımsal ham madde fiyatlarını yukarı fırlatmıştı ve
Türkiye de özellikle pamuk bu konjonktürden en kârlı çıkan ihraç ürünü
olmuştur.)[85]
ve ülkedeki iklim koşullarının da meydana getirdiği uygun ortam tarım kesimine
yönelik olarak uygulanan tarımsal vergi oranlarının düşük düzeyde tutulması
tarımsal krediler tarımsal destekleme fiyatları ve tarım sektörünü teşvik edici
diğer uygulamalar tarım kesimine sağlanan ayrıcalıkların temel taşı olmuştur.[86]
Ayrıca
tarımsal gelişme bölümüne ek olarak Mehmet Doğanın genel değerlendirmesini aynen
almak uygundur kanaatindeyiz:
Ekilen arazi artışı: Köylerde ekilen toprak miktarı artmıştı. Yeni ekime
açılan toprakların çoğu eskiden otlak orman ve boştur. Bu yönde değişmenin
sebebi toprak dağıtımı ve makineleşmedir.
Ekilen üründe değişme: Umumiyetle hububat ekimi yapılan bazı yerlerde
pancar sebze meyveler ve yağlı tohumlar ekilmeye başlamıştır. Sebep şeker
fabrikalarının kurulması ve göçmenlerin gelişidir.
Ziraat usullerinde değişme: Bu alandaki değişmede şeker
fabrikalarının kuruluşu ve tarım bakanlığının yardım ve teşvikiyle
açıklanmaktadır.
Ziraat organizasyonunda değişme: Bu konudaki değişmeler toprak
bölünmesi ve ortakçılığın kaybolması yönünde başlıca sebep verasettir.
Köy dışı istihdam:Köy dışına çalışmak için çıkanlar
girenlere nispetle çoğalmıştır.
Kredi: Eskiden kredi tefeciden sağlanırken artık bankaya
başvurulmaktadır.
Satış ve pazarlama: Satış usulleri değişmiş ve mahsulün
pazara arzı çoğalmış olması fiyatların yükselmiş olması. (1950’den önce
fiyatlar sonrasına nispetle düşüktür.)
Tüketim: Köylere, şehirlerle temasın sıklaşması, gelir artışı, köy
öğretmenlerinin ve kursların tesiriyle yeni tüketim malları girmeye
başlamıştır. Köylüler eskiden bizzat karşıladıkları bazı ihtiyaç
maddelerini(gıda–yiyecek)çarşıdan almaya başlamışlardır. Eskiye oranla kasaba
çarşısına daha sık gidilir olmuş bazı eski zanaatlar kaybolmuş (dokumacılık
gibi) bazı yeni zanaatlar ortaya çıkmış (terzilik marangozluk ayakkabıcılık
şoförlük tamircilik gibi.)
Gelir artışı: Köylünün elindeki nakit II.Dünya savaşı sırasındaki ve
öncesine bakarak önemli ölçüde artmıştır.
Ulaşım: Köyle kasaba arasındaki yolun durumu değişmiş, taşıtlarda
değişiklik olmuş, motorlu araçlar köye girmiştir.[87]
Tablo 2: 1945-1954
Yılları Arasında Tarım Sektöründeki Traktör Sayısı ve Bunun Yıllık Artış Oranı
YILLAR |
TRAKTÖR SAYISI |
ARTIŞ ORANI (%) |
1945 |
1.156 |
- |
1946 |
1.356 |
17,3 |
1947 |
1.556 |
14,7 |
1948 |
1.756 |
12,9 |
1949 |
9.170 |
422,2 |
1950 |
16.585 |
80,9 |
1951 |
24.000 |
44,7 |
1952 |
31.415 |
30,9 |
1953 |
35.600 |
13,3 |
1954 |
37.743 |
6 |
Kaynak: DİE, Türkiye
İstatistik Yıllığı, 1968, s.165. (Aktaran; Turgut, op.cit, s.149)
Alt yapı
yatırımlarına gelince burada da en ön plandaki gelişme karayolu ulaşımı için
karayolu yapımında yapılan büyük atılımdır. ABD yardım çevrelerinin de
önerisiyle karayolu ulaşımına öncelik verilmesi, dönemin temel politikalarından
biridir. Karayolları kamu girişimciliği biçiminde ve dış teknik yardımlarda
kullanılarak geliştirildi. Bu yatırımlar sonucu, sert yüzeyli yolların uzunluğu
1950’de 1700 km.den 1955’te 3500 km.ye yükseldi. Aynı dönemde, Devlet
Karayolları toplam uzunluğu, 24000 km.den yaklaşık 35000 km.ye çıktı. Aşırı
karayolu tutkusu demiryollarının tümüyle bir yana bırakılmasıyla sergilendi.
Dönem boyunca sisteme, yalnızca, başlanmış yolların tamamlanmasıyla 224 km
demiryolu eklenerek toplam demiryolu uzunluğu 7895 km.ye ulaştı. İzlenen ulaşım
politikası sonucu karayollarındaki yolcu ve yük taşınmasındaki payı hızla
arttı. Karayolları toplu yolcu taşımacılığında, 1950’de %46 dolayında yük
taşımacılığı da ise %17 dolayında bir paya sahipti. Karayollarına önem
verilmesi varolan ulaşım düzeniyle bağıntılı yürütülmemiş, dengesiz bir gelişme
göstermiştir. Ulaşım yapısında beliren bu dengesizlik, yalnız bu kesimde kaynak
kullanımı açısından değil, genel olarak ekonomik ve toplumsal gelişme, iç
göçler, bölgesel gelişme açılarından da yeni sorunları ve olanakları
beraberinde getirmiştir. Karayollarına önem verilmesi, yalnız “otomotiv”
ürünlerinin Pazar olanaklarının bir boyutu olduğundan değil, onarım ve benzeri
hizmetlerin yaygınlaşması, yedek parça, yakıt gereksinimleri, ekonomik
gelişmeyi uzun dönemde etkiler ya da bu mal ve hizmetlerin sağlanmasındaki
güçlükler, yalnız karayolu ulaşımını değil, buna bağlı olarak diğer kesimleri
de etkiler. Karayollarına öncelik verilmesinin doğrudan bir uzantısı, ulaşımda
özel otomobil kullanımını ve bu yöndeki istemi arttırmasıdır.[88]
Ayrıca Amerika örgütü model alınarak ve dış yardımında desteğiyle Devlet Karayolları
Müdürlüğü kuruldu. Geniş bir karayolu şebekesi planlandı ve yatırımlar ile yol
bakım hizmetleri hızlandırıldı.[89]
Karayolları
yatırımlarındaki artışın doğal bir sonucu kırsal kesimin hızla parasallaşması
ve tarımsal kapitalizm olgusunun yerleşmeye başlamasıdır, ayrıca gerek
ihracattaki artışla uluslararası pazara eklemlenme sürecinde ve gerekse de
uluslararası tüketim malları pazarının–tarım kesiminin parasallaşması ve pazara
açılması bağlamında değişen tüketim kalıplarına nispetle–kırsal tüketiciye
ulaşması noktasında karayolu ulaşımı aracı vazifesi görmüştür. En nihayetinde
ABD’nin telkinleriyle başlatılan karayolu furyası ile hem ABD karayolu inşası
sektörü, hem artan talebi nedeniyle otomobil sektörü ve hem de karayolu
yapımında alınan teknik destekler nedeniyle ve bilhassa kamyonla taşımacılık
sayesinde ABD bir çok pazarını canlı tutma olanağını yakalamıştır.
Bunların
yanında alt yapı yatırımlarında ABD yönlendirmesiyle inşaat sektörüne ve alt sektörlerinde,
ve bilhassa madencilik sektöründe ( kömürün yerli sanayi ve ısınma ihtiyacı
için değil Avrupa talebinin karşılanması için ihraç edilmesi hususunu
hatırlayınız. Bkz. bu araştırmada, Thournburg raporu) yatırımlar
yoğunlaşmıştır. Enerji ve sulama alanlarında girişimler arttı. DP’nin on yıllık
iktidarı süresinde karayolları uzunluğu %30, elektrik üretimi 2,5 kat, çimento
üretimi 4 kat, ve demir çelik üretimi %70 oranında arttı.[90]
3.2.2. Dış Ekonomik
İlişkilerde Liberalizasyon
Dış
ticarette korumacılığın gevşetilme sürecinin ilk adımı 1946 devalüasyonu ile
birlikte ithalâtta miktar kontrollerinin (kotaların)uygulanmasını sınırlayan
liberasyon listelerinin saptanmasıyla başlar.[91]
1947 yılı ekonominin dış ilişkiler bakımından yeni ve tamamen farklı bir
doğrultuya yöneldiği yıldır. İthalât %100’ü aşan bir sıçrama gösterirken
ihracat sabit kalmış ve kronik dış açıklara dayalı bir ekonomik yapının ilk
temel taşları bu yıl atılmıştır.[92]
DP 1950 Haziranında üç yıl boyunca Türkiye gümrük tarifeleri dışındaki koruma
önlemlerinin büyük ölçüde kaldırıldığı bir dış ticaret politikası izlemiştir.[93]
Türkiye 1950 yılında ithalâtını %60 oranında Liberasyona açtı. Bu oran bir ara
%65’e yükseltildi. 1946’da Transit Depolama ve Ticaret Kanunu çıkartılmıştı. Bu
Kanunun işlerlik kazanamaması üzerine 1953’te (6209 no.lu)Serbest Bölgeler
Kanunu yürürlüğe kondu. Buna dayanan bir kararname ile de 1956 da İskenderun da
bir serbest bölge kurulması kararı alındı.[94]
Liberalleşme
rüzgarları ihracat–ithalât dengesini ithalât yönünde ters yüz etti. Neticede
harp yıllarında sağlanan döviz ve altın rezervleri ihtiyatsız politikalarla
ödemeler dengesi açıklarının kapatılmasında kullanıldı.[95]
Bir nevi devletçilik uygulamasıyla zor zamanlarda titizlikle biriktirdiği
potansiyeli İnönü altın tabak içinde DP’ye sunmuştu.[96]
O da bunu çarçabuk tüketti.[97]
Tablo 3: 1946-1960
Arası Dış Ticaret Verileri
|
İTHALÂT |
İHRACAT |
İTHALÂT - İHRACAT FARKI |
YILLAR |
MİL.DOLAR |
MİL.DOLAR |
|
1946 |
118,9 |
214,6 |
95,7 |
1947 |
244,6 |
233,3 |
-21,3 |
1948 |
275,1 |
196,8 |
-78,3 |
1949 |
290,2 |
247,8 |
-42,4 |
1950 |
285,7 |
263,4 |
-22,3 |
1951 |
402,1 |
314,1 |
-88,0 |
1952 |
555,9 |
362,9 |
-193,0 |
1953 |
532,5 |
396,1 |
-136,4 |
1954 |
478,4 |
334,9 |
-143,5 |
1955 |
497,6 |
313,3 |
-184,3 |
1956 |
407,3 |
305,0 |
-102,3 |
1957 |
391,1 |
345,2 |
-51,9 |
1958 |
315,1 |
247,2 |
-67,9 |
1959 |
470,0 |
353,8 |
-116,2 |
1960 |
468,2 |
320,7 |
-147,5 |
Kaynak: T.Bulutay, Y.S.Tezel, N.Yıldırım, Türkiye Millî Geliri (1923-1948); DİE,
İstatistik Yıllığı, (Aktaran Turgut, Op.Cit, s.144)
Dış
ekonomik ilişkilerde liberalizasyon doğrultusunda Türkiye uluslararası
ekonomiye iltihak için aşırı değerlenmiş parasını 7 eylül 1946 tarihinde dolar karşısında
yaklaşık %100 devalüe etti. 1 Dolar karşılığı 1,30 TL’den 2,80 TL’ye düşürdü.
Böylelikle uluslararası sisteme bu kur üzerinde üye oldu ve dış yardım
arayışlarına girişti.[98]
Devalüasyonun amacı;üzerinde fiyat ve miktar sınırlamaları kaldırılacak ithalât
artışını sınırlı tutmak ve dışarıya satılmakta olan ürünlerin dolar cinsinde
fiyatının düşürülmesiyle ihracatı arttırmaktı. Savaş yıllarının enflasyonu,
geleneksel ihracat ürünlerinin fiyatını dünya fiyatlarının üstüne çıkarmıştı.
Ek olarak bu malların savaş sırasında stoku yapılmıştı ve ihracatı gerekliydi,
ayrıca hükûmet biriktirdiği altın ve dövizin değerini yükselterek iç borçların
gerçek değerini düşürmek eğilimindeydi. Bir başka önemli etmende o yıllarda
(Dünya bankası ile birlikte) yeni kurulan IMF’e katılınması sonucu devalüasyon
yapma yetkisinin kısıtlanacak olmasıydı.
3.2.3. Özel Sektör
Önceliğinde Sanayileşme
Devletçilik
döneminde kurulan sınaî işletmeler ülkede sanayici yetişmesine ortam oluşturdu.
II.Dünya savaşı yıllarında tarımdan ve ticaretten büyük para kazanan aileler
bankacılık alanına hızla girmişlerdir. Ülke kalkınmasını özel sektör
öncülüğünde gerçekleştirmeye girişen DP döneminde özel bankacılığın gelişmesi
devam etti. Menderes hükûmetinin programında devlet öncülüğünde kurulan sınaî
işletmelerin özel girişimcilere satacağı açıkça belirtilmişti. Ancak böyle bir
satışa girişmediler. Zira KİT’leri yakınlarının ve yandaşlarının istihdam
edilmesi için gerekli gördüler.
Nasıl ki
Devletçilik döneminin temel kurumu Sümerbank’tır diyebiliyorsak Neo-liberal
döneminde temel kurumu Türkiye Sınaî Kalkınma Bankasıdır. 1950’de kurulan
1951’de faaliyete geçen bu banka özel sektöre orta ve uzun vadeli sanayi
yatırım kredisi vermek ithal girdileri için döviz ve teknik yardım sağlamak
için kurulmuştu. Başta T.İş Bankası olmak üzere dönemin büyük ticarî
bankalarının katkısıyla (%75) 12,5 milyon TL. sermayeyle faaliyete geçmiştir.
Bankanın kuruluş amaçların üç başlık altında toplamak mümkündür:
1-Yeni özel sınaî tesislerin kurulmasına ve genişlemesine
yardımcı olmak
2-Yerli yabancı ortaklığı biçiminde kurulan ve kurulacak
olan sınaî işletmeleri desteklemek
3-Sınaî işletmelerin çıkardığı hisse senedi ve tahvillerin
halka intikaline yardımcı olarak sermaye piyasasının gelişmesini sağlamak.[99]
Dünya bankasının
teknik ve malî yardımlarından yararlanan Türkiye Sınaî Kalkınma Bankası 1960
yılına dek ithal ikamesi stratejisine uygun olarak kurulan ve daha çok tüketim
malı üreten sınaî işletmelere destek sağlamıştır. Özel sektörün yoğun biçimde
tekstil, inşaat malzemeleri, gıda ve demir dışı metal endüstrileri alanına
girmesinde bu bankanın büyük katkısı vardır.
Özel
sektörün bu dönemde ilgi gösterdiği diğer faaliyet alanları olarak Bankacılık,
Karayolu taşımacılığı ile inşaat müteahhitliğini sayabiliriz. Özel sektör
yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı 1955 yılı sonunda %50’nin
üstünde kaldı. Enflasyon ve döviz darboğazı nedeniyle özel sektör
yatırımlarının yavaşlaması karşısında kamu yatırımlarında ki artış
hızlanmıştır.[100]
Bu dönemde
sanayileşme politikalarında özel sektörün sanayici olma istek ve girişimleri
artmıştır. 1950’de 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işletme sayısı 2618 iken
1960’da %100 den fazla artarak 5600’e çıkmıştır.
Türkiye
Sınaî Kalkınma Bankasının faaliyete geçmesiyle özellikle ABD kökenli yabancı
sermaye Türk özel sektörüne destek olmaya başlamıştır. Gerek Dünya Bankası
aracılığı ile gerekse diğer yollarla gelen yabancı sermayeye ülke bütünüyle
açılmış oldu.[101]
DP hükûmeti
ticaret ve sanayi sermayesinin çıkarlarını da unutmamış Rantın ekonomide
kurumlaşmasını sağlamaya yönelik adımlar atmıştır. Bu adımlar arasında devlet
işletmeleri aracılığı ile özel sektöre yönelik olarak ucuz girdilerin
sağlanmasının yanı sıra devlete ve hükûmete ait kuruluşların ihtiyacı olan
ithal girdilerin sağlanmasına yönelik işlemlerin sermayeye devri döviz
kıtlığının başladığı yıllarda özellikle sanayi sermayesinin yatırım yapan
kesimine ucuz döviz sağlayacak uygulamalara geçilmesine de yaklaşık %17
oranında seyreden enflasyon oranına rağmen devalüasyona gidilmemesi bu yolda
başlatılan hamleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak burada devlet ve
ticaret sanayi sermayesi arasındaki çıkar ilişkilerinin güçlü ve tam olarak
karşılıklı güve çerçevesinde gerçekleşmiş olduğunu belirtmek oldukça zordur. Başka
bir deyişle devletin ticaret ve sanayi sermayesine bakış açısı bu kesimlerin
faaliyetlerini ne tam anlamıyla destekleyici ve ne de engelleyici niteliktedir.
DP özellikle iktisadî koşulların tersine döndüğü yıllarda yani 1954 yılı
sonrası ortaya çıkan ve karaborsa spekülasyon gibi gayrı kanuni yolların
kullanılmasına cevaz veren tavrı kendini göstermektedir.[102]
Dönem
boyunca sanayi sektöründe belirli bir büyüme düzeyinin tutturulabilmesine
rağmen yatırımların sektörel dağılımını ve öncelik verilen projelerin
niteliğini incelediğimiz zaman bu büyümenin devletçilik döneminden farklı bir
model çerçevesinde gerçekleştirildiğini görebiliriz. Yapılan yatırımların büyük
çoğunluğunun tüketim malları sektörüne yapıldığını görmekteyiz.
“İvedili
Sanayi Planı”nın reddedilmesinden sonra bununla karşılaştırıldığında çok daha
yumuşatılmış bir sanayileşme stratejisini içeren imalat sanayi sektöründeki
yatırımlarda ağırlığı pamuk, yün, kenevir gibi tarım ürünlerini işleyecek
projelere veren yeni dönemde merkez ülkelerin ve özellikle ABD’nin Türkiye ye
ilişkin beklentileriyle Devletçilik dönemindeki hız ve nitelikte olmasa da
belirli bir sanayileşme sürecinin sürdürülmesi amacı arasında uzlaştırma
olasılıkları arayışının bir sonucu Vaner planı hazırlandı. Vaner planında 1948-1952
arasında sabit fiyatlarla tarımda %6,5 sanayide %14,8 ticaret sektörümde %10,2
diğer hizmetlerde %1,2 mesken gelirlerinde %5,5, ekonominin tümüne de %8
oranında yıllık büyüme hızları tutturulacağı belirtilmekteydi. ABD’nin Vaner
planını da reddetmesiyle yeni bir yatırım programı hazırlandı ve Avrupa
iktisadî işbirliği komitesinin onayına sunuldu. Bu yatırım programında
öngörülen yatırım harcamalarının %85’i tarım ve madencilik ve ulaştırma
sektörlerine yönelikti. Harcamaların %9’unu oluşturan imalat sanayi sektörüne
yönelik yatırımlarında yarısından fazlası tarım ürünlerini işleyici nitelikteki
işletmelerde yoğunlaşmıştır. Türkiye’nin devletçilik döneminde kurulan sanayi
yapısı döviz ve ithal girdi açısından dışarıya bağımlı hâle gelmişti ve dahası yedi
yıl gibi kısa bir sürede devletçi sanayileşme stratejisinin yeniden
uygulanabilme şansı neredeyse tamamen yok olmuştu. Türkiye de savaş sonrası
dönemde uygulanmaya başlayan ekonomik modelin gereği olan bu gelişmelerin sebep
olabileceği sorunlar tarıma ve dış ticarete dayalı gelişme stratejisinin 1954
yılına gelindiğinde tıkanması ile belirginleşmeye başlamıştı.[103]
ARA-SONUÇ
1946–1953
yılları hızlı bir büyüme sürecini kapsadığı için bütün sosyal grup ve
tabakaların reel gelir düzeylerinin yükselmesine imkân veren nesnel koşulları
da içermekteydi. Tüm nicel göstergeler bu imkânın fiilen de gerçekleştiğini
göstermektedir. Konuya bölüşüm göstergeleri açısından baktığımızda tarım
dışındaki ücretli-maaşlı gruplarının millî hasıladaki paylarının bu dönemde azaldığını
tahmin edebiliyoruz.[104]
1950’de
iktidara gelen DP hükûmetinin programında Devletin ekonomideki etkinliğini
daraltma ve özel girişimi genişletme girişimi yer aldı. Bu amacı
gerçekleştirmek için devlet fabrikaları satışa çıkarıldı. Devlet deniz yolları
ve Devlet hava yolları Anonim Şirkete dönüştürüldü ve yabancı sermaye
ortaklığına açıldı. Bu arada kibrit-çakmak tekeli ve yerli mallar pazarı
lağvedildi. Belirtilen dışa açılma programının temel unsuru dış kaynaklı
sermayedir. (Dolaysız yatırım ticarî kısa ve uzun vadeli kredi resmî dış
yardımla (Marshall yardımı) üç değişik biçimde dış kaynaklı sermayeye ulaşma
diğerlerine ağır basar.) Gerçekten dışa açılma programının etkin işleyen unsuru
da bu oldu. Diğerleri ya hiç işlemedi ya kısa sürede yürürlükten kaldırıldı ya
da yaşanan olaylar tarafından etkisizleştirildi. Ne var ki dışardan sermaye
ithaline ayarlanmış bu serbestleşme programı sonuçta 1958 krizini hazırladı.[105]
Bu dönemde
izlenen politikalarla; tarım ve alt yapı yatırımlarıyla tarımsal üretim cumhuriyet
döneminin en yüksek sınırlarına ulaşmıştır. Ama beraberinde pazar
olma/oluşturma kavramıyla açılan kapalı tarımsal yapı peşinde sosyal
dengesizliklere temel teşkil edebilecek olan göç olgusunu ve üretim/tüketim
kalıplarını kökünden değiştirecek olan kapitalizmin Anadolu’nun bâkir
topraklarına daha sinsi ve daha kurnaz olarak girişine şahit olmaktayız. Göç
olgusunu bir çok nedene bağlayabilirsek de en çok etki eden argüman tarımda
makineleşme olmuştur. 70 çeşit ithal edilen traktörler 10 yıl sonra döviz
darboğazı ve ithalâttaki güçlüklerle birlikte yedek parça bakım onarım gibi
malzemeleri ithal edilemeyip %80’i kullanılamaz duruma gelmiştir.[106]
ABD’nin hegemonyasında kurulan yeni dünya sistemine dahil olmak için bulunulan
girişimler 1954’ü izleyen yıllarda ekonomik ve siyasî çöküşü aslında hazırlayan
sebepler olmuştur. Şöyle ki 1953 sonrası dönemde kısaca gelen yatırımlar etkin
ve verimli bir biçimde kullanılmamış ithalât finansmanında kamu açıklarının
finansmanında ve getirisi olmayan yerlerde kullanılmıştır. Dış açıkların ve
yine kamu giderlerinin (özellikle TMO) finansmanı için sıkça başvurulan emisyon
de enflasyonun yıkıcı etkileri hissedilmeye başlanmış ve önce fiyatlara
yansıyıp yerli malını ihraç fiyatları üzerinde rekabet edemez konumda bırakmıştır.
Artı, ülkeye ABD’nin hegemonik politikası sayesinde ithal ikamesine dayalı
politikalarda bile ithal girdilere ham maddelere bağımlı bir çevre ülkesi
olmuşuz. Enflasyon, ithalât–ihracat makasının devasa boyutlarda açılması ve
üretimin daralması, işte size 1950 ve sonrasındaki Türkiye iktisat tarihinin
kriz alametleri…
Burada
belki dikkat çeken özellik neden şudur: 1946-1953 dönemi, bırakın krizi her
şeye rağmen bir büyüme devresidir. Peki neden kriz oluşturucu faktörler ortaya
çıkmamıştır? Sebebi, 1946-53 yılları arasındaki parasal bolluğun buna engel
oluşudur. Gerek savaş döneminden kalan birikmiş artı değer ve gerekse bu
dönemde adeta akın akın ülkemize gelen yeşil patronlar (gerek dış yardım, gerek
kredi/borç ve gerekse sermaye yatırımları) bu dönemde bir nakit sarhoşluğuna
sebep olmuştur.
Hegemonik
güç ve sistemi tıkır tıkır işlemiş çevre ülkeler çak başarılı bir biçimde su
altından sinsi planlarla denetim altına alınmış ve hatta her koşulda bağımlı
kılınmıştır. Öyle politikalardır ki bunlar 90 yıl içinde iki dünya savaşı ve
ekonomiyi nice negatif etkileyecek olaylarla bile dünyanın tekrar asları
olmuşlardır. Bu öyle bir oyundur ki kazansan da kaybetsen de aslında hep
kaybediyorsundur. Çevre ülkeler için de durum budur. Savaş sonrasında üretimi
uluslararasılaştırıp ham madde ve teknoloji yoğun makine-teçhizat bağımlılığı
ve aynı süreçte tüketim kalıplarının uluslararası düzlemde değişmesi ise
bağımlılığın bir başka ayağını oluşturmaktadır.
M.Fatih İstemihan,
Marmara, İktisat Politikası, Yüksek Lisans Programı.
[1] Burhan Ulutan, <<İktisadî
Doktrinler Tarihi>>, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1978, s.487-488
[2] Serdar Turgut, <<Demokrat Parti
Döneminde Türkiye Ekonomisi, Ekonomik Kalkınma Süreçleri Üzerine Bir
Deneme>>, Ankara, 1991 s.9 (bu bölümde ağırlıklı olarak bu
kitaptan yararlanılacaktır.)
[3] ibid. s.9-10
[4] ibid. s.10, (Turgut bu görüşleri metnin devamında
eleştirmekte ve Kapitalizmin yayılması sürecini az gelişmiş ülkelerin
kalkınması sürecinden daha ön planda olduğunu vurgulamıştır. Bizde genel kanı
olarak araştırmamızda bu üç paragrafı aynen almayı uygun gördük.)
[5] ibid., s.44
[6] ibid., s.45
[7] ibid., s.47
[8] ibid., s.52
[9] ibid., s.58
[10]ibid., s.62-63
[11] ibid., s.62
[12] ibid., s.64
[13] ibid., s.64
[14] Yüksel Ülken, <<20. Yüzyılda Dünya
Ekonomisi>>, İ.Ü.İktisat Fakültesi, 1984 s.250 (Kapitalist
Temerküz Kanunu altında)
[15] Ulutan, op.cit., s.482 “Ayrıca bkz. bu kitabın
‘Keynes Devrimi’ bölümü s.465-484”
[16] Turgut op.cit. s.71
[17] Turgut, op.cit. s.82
[18] “Baş harfler Ekonomisi”ni Röpke’den aktaran; Ülken,
op.cit. s.428
* Bretton Woods Konferansı:1-22 Temmuz 1944 tarihinde Uluslararası
Parasal sorunlara çözüm aranması amacıyla ABD’nin New Hampshire Kasabasında
SSCB ve Doğu Bloku Ülkelerinin de katılımıyla toplam 44 ülkenin katıldığı
konferanstır. Konferansta bir White/Amerikan Planı ve biri de Keynes/İngiliz
Planı tartışılmış ve White/Amerikan Planı kabul edilmiştir. Konferans sonunda
uluslararası ekonominin parasal ilişkilerini düzenleyen IMF (Uluslararası Para
Fonu ) ve Avrupa ülkelerinin Yeniden imarı amacıyla -daha sonra az gelişmiş
ülkelerin kalkınma sorunuyla ilgilenecektir- IBRD ( Uluslararası İmar ve
Kalkınma Bankası -Dünya Bankası-) kurulmuştur. Bu konferansta saptanan ilkelere
göre IMF’ye üye olan ülkeler paralarının belli bir oranda ABD Dolarına
bağlayacaklar ABD ise Dolar karşılığında isteyene Altın ödeyeceklerdir. Paranın
dış değeri belli bir orandan fazla dalgalanırsa ilgili ülkelerin yetkilileri
piyasaya para sürerek ya da alarak bu dalgalanmanın durulmasını
sağlayacaklardır. Devalüasyona mecbur kalınmadıkça gidilmeyecektir. Piyasaya
para sürümü ya da alımı ABD Dolarıyla yapılacaktır.
[19] Gülten Kazgan, <<Tanzimattan XXI.
Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, 1.Küreselleşmeden 2.Küreselleşmeye>>, 1.Basım,
İstanbul, Altın Kitaplar, 1999 s.92-93
** White Planı: Harry D. White tarafından hazırlanıp Bretton Woods konferansında
Keynes Planı karşısında kabul edilmiştir. İçeriğinde uluslararası paralara ve
parasal ilişkilere istikrar kazandırmak için ve uluslararası ortak bir para
birimi oluşturulması için yapılan tartışmalarda White Planı istikrarsızlığın
sebebinin dış ödeme güçlükleri çekilmesinde ve dolayısıyla dış açıkta
bulunduğunu ve dış açık veren ülkelerin uluslararası sistemin istikrarsızlığa
sürüklenmemesi için sorumluluğunu kendi taşıması gerektiği ve istikrarsızlık
oluşmaması için uluslararası ödeme fonu (IMF) kurulması gerektiği
vurgulanmıştır. (IMF, IBRD, bu planın ürünleridir.)
*** Keynes
Planı: J.M. Keynes tarafından hazırlanan ve adıyla anılan plan Bretton Woods
konferansında uluslararası parasal istikrarsızlığın yine dış açıklara dayalı
dış ödeme güçlüklerinden kaynaklandığını bu yüzden üye ülkelerin üstünde Merkez
Bankalarının Merkez Bankası statüsünde bir üst kurum oluşturulması gerektiği ve
dış açık veren ülkelerin istikrarsızlık yolunda dış fazla veren ya da tümüyle
ülkelerin bu yükü paylaşması gerektiği yönünde öneriler tebliğ etmiş ve
“BANCOR” adında uluslararası ortak bir para birimi oluşturulması gerektiğini
vurgulamıştır.
[20] Bretton Woods konferansı ve White
planı için bkz. Halil Seyidoğlu, <<Uluslararası İktisat-Teori,
Politika ve Uygulama >>, 14.Baskı, İstanbul, Güzem yayınları,
2001 s.536, Ülken op.cit s.426, Faruk Sönmezoğlu, (der.), <<Uluslararası
İlişkiler Sözlüğü>>, Genişletilmiş 3.Basım, İstanbul, Der
Yayınevi, 2000 ; Keynes Planı –s.426, White/ Amerikan Planı –s.30, Bretton
Woods sistemi-s.185, Erdinç Tokgöz, <<Türkiye’nin İktisadî Gelişme
Tarihi(1914-2001)>>, 6.Baskı, Ankara, İmaj Yayınevi, 2001
s.121-122, Ekonomi Ansiklopedisi, İstanbul, Milliyet, 1991
–Bretton Woods konferansı- s.40
[21] Erdinç, Tokgöz, <<Türkiye’nin
İktisadî Gelişme Tarihi(1914-2001)>>, 6.Baskı, Ankara, İmaj
Yayınevi, 2001, s.121 ( Stalin etki alanını genişletmek için 1945 yılında Kars
ve Ardahan’ı ve 17 Ağustos 1946’da Boğazların Statüsünün yeniden görüşülmesini
ister)
[22] “Yunanistan 300 milyon dalar Türkiye
ye 100 milyon dolar yardım yapılması öngörülmüştür.” Tokgöz, op.cit, s.122 ;
Halil Seyidoğlu, <<Uluslararası İktisat-Teori, Politika ve
Uygulama >>, 14.Baskı, İstanbul, Güzem Yayınları, 2001 s.410 ;
Fahir Armaoğlu, <<20.Yüzyıl Siyasî Tarihi (Cilt 1-2:1914-1995)>>
Genişletilmiş 12.Baskı, İstanbul, Alkım Yayınevi, s.442 ; Faruk
Sönmezoğlu, (der.), <<Uluslararası İlişkiler Sözlüğü>>, Genişletilmiş
3.Basım, İstanbul, Der Yayınevi, 2000 : (Truman Doktrini –Truman Doktrini ve
Türkiye maddeleri s.679-680) ; Oral, Sander, <<Siyasî Tarih 1918-1994>>,
8.Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, 2000, s.232.
[23] Sander, op.cit , s.231
[24] Sander, op.cit ,s.232
[25] Armaoğlu, op.cit, s.443
[26] Armaoğlu , op.cit , s.443-444
[27] Armaoğlu , op.cit , s. 444 ; Sander , op.cit , s.234
; Tokgöz op.cit , s. 122
[28] Ekonomi Ansiklopedisi,İstanbul,
Milliyet,1991, s. 194
[29] Sönmezoğlu , op.cit , s.503
[30] Sönmezoğlu , op.cit , s.503
[31] Tokgöz, op. cit , s.125
[32] Tokgöz, op. cit , s.129
[33] Tokgöz, op. cit , s.129
[34] Tokgöz, op. cit , s.130
[35] Tokgöz, op. cit , s.132-133
[36] Korkut Boratav, <<Türk
İktisat Tarihi (1908-2002) >>, 7.Baskı, İstanbul, İmge Yayınları,
2003, s.100; Gülten Kazgan, << Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi,
1. Küreselleşmeden , 2.Küreselleşmeye >> , 1.Basım, İstanbul,
Altın Kitaplar, 1999, s.97 ; A.Güner Sayar, <<Osmanlıdan21.Yüzyıla Ekonomik,
Kültürel, ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler>>, İstanbul,
Ötüken Neşriyat, 2001 , s.237 ; Tokgöz , op.cit , s. 122 (Truman Doktrini
çerçevesinde yardım talep eden Türkiye’yi incelemeye gelen heyetler Devlet
öncülüğünde planlı sanayileşme olsa olsa S.Rusya’da olur diyerek Türkiye’ye
iktisadî yardım yapılmasına gerek görmediler.) ; Sami Güven,
<<1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerinde Amerikan Kalkınma
Reçeteleri>>1.Baskı, Bursa, Ezgi Kitabevi, 1998 , s.5
[37] Kazgan , op.cit , s.97 ; Güven ,
op.cit , s.2 ; Yakup Kepenek, ve Nurhan Yentürk, <<Türkiye Ekonomisi>>,
11. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000 , s.93
[38] Turgut , op.cit , s.137 ; Kepenek, op.cit , s.93
[39] Turgut , op.cit , s.139
[40] Sönmezoğlu (der.) , op.cit .s. 503-504 ( Marshall
Planı ve Türkiye maddesi )
[41] Tokgöz , op.cit , s.122
[42] İlker Parasız, ,<<Türkiye
Ekonomisi 1923’ten Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları >> , 1.Baskı,
Bursa, Ezgi Kitabevi, 1998 , s.72 (İvedili sanayi planı ve amaçları )
[43] Turgut , op.cit , s.134 ; Parasız
,op.cit ,s.72
[44] Parasız , op.cit , s.73
[45] Turgut , op.cit , s.134
[46] Güven , op.cit. , s. 5
[47] Güven , op.cit , s.9
[48] Güven , op.cit , s.9-16
[49] Güven , op.cit , s.17
[50] Güven , op.cit , s.24
[51] Güven , op.cit , s.25-106 (özet olarak verdik)
[52] Güven , op.cit , s.107-120
[53] Kazgan , op.cit , s.94
[54] H.Kemal Karpat, <<Türk
Demokrasi Tarihi – Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller->> , İstanbul,
Afa Yayıncılık, 1996 , s.239 (Fert haklarının kaynağı devlet idaresi değildi. )
[55] Sayar , op.cit , s.237
[56] Kazgan , op.cit , s.94
[57] Boratav , op.cit , s.95 ; Kazgan , op.cit , s.95
[58] Oktay Yenal, <<Cumhuriyetin İktisat
Tarihi >>, 1.Baskı, İstanbul, Homer Kitabevi, 2003 , s.76 ,
Boratav , op.cit, s. 101 ; Kazgan , op.cit , s .95
[59] Tokgöz , op.cit , s. 120-121
[60] Tokgöz , op.cit , s. 126
[61] Karpat , op.cit , s.246
[62] Tokgöz , op.cit , s. 120-121
[63] Karpat , op.cit , s.241
[64] Kazgan , opcit , s.97 ; Tokgöz , op.cit , 123-124
[65] Karpat , op.cit , s. 242-243
[66] Kepenek, op.cit , s.100
[67] Kepenek, op.cit , s. 101
[68] Kepenek, op.cit , s. 100 ayrıca bu konu hakkında bkz
; Kazgan , op.cit , s. 98-99
[69] U.Selçuk Akalın, <<Türkiye’de
Devlet Sermaye İşbirliğinin Ekonomi Politiği >> , 1.Basım,
İstanbul, Set Yayınları, 2002 , s.40 - 41
[70] Kepenek, op.cit , s.102
[71] Kepenek, op.cit , s.103
[72] Kepenek, op.cit , s.103
[73] Tokgöz, op.cit , s.123
[74] Kepenek, op.cit , s.97
[75] Tokgöz, op.cit , s . 132
[76] D.Mehmet Doğan, <<Tarih ve Toplum - Türkiye’de
Toprak Meselesi - >> , 1.Baskı, İstanbul, Dergah Yayınları, 1977
, s.284
[77] Tokgöz , op.cit , s.126-127
[78] Yenal , op.cit , s. 76
[79] Tokgöz , op.cit , s.132
[80] Boratav , op.cit , s.101
[81] Kazgan , op.cit , s.98
[82] (Farklı rakamlar olmakla birlikte ayrıca bkz.Tokgöz,
op.cit , s132)
[83] Yenal , op.cit ,s. 78-79
[84] Doğan , op.cit , s.280-284 ; Tokgöz , op.cit ,
s.132-133
[85] bkz.Boratav, op.cit , s.104
[86] Akalın , op.cit , s.43
[87] Doğan , op.cit , s.285-286
[88] Kepenek, op.cit , s.117-118
[89] Yenal , op.cit , s.79
[90] Yenal , op.cit ,s.79
[91] Boratav , op.cit , s. 100
[92] Boratav , op.cit , s. 102
[93] Boratav , op.cit , s. 100
[94] Kazgan , op.cit , s.99
[95] Sayar , op.cit , s. 238
[96] Yenal , op.cit , s. 78
[97] Boratav , op.cit , s .97
[98] Boratav , op.cit , s.98
[99] Tokgöz , op.cit , s.136-137
[100] Tokgöz , op.cit , s.140
[101] Tokgöz , op.cit , s.141
[102] Akalın , op.cit , s.44-45
[103] Turgut , op.cit , s. 165-168
[104] Boratav , op.cit , s.103
[105] Kazgan , op.cit , s.100
[106] Tokgöz , op.cit , s.134
KAYNAKLAR
Akalın, U. Selçuk., Türkiye’de
Devlet Sermaye İşbirliğinin Ekonomi Politiği, 1.Basım, İstanbul, Set
Yayınları, 2002.
Armaoğlu, Fahir., 20.Yüzyıl
Siyasî Tarihi (Cilt 1-2 : 1914 - 1995), Genişletilmiş 12.Baskı, İstanbul,
Alkım Yayınevi.
Boratav, Korkut., Türk
İktisat Tarihi (1908 - 2002), 7.Baskı, İstanbul, İmge Yayınları, 2003.
Doğan, D.Mehmet., Tarih
ve Toplum - Türkiye’de Toprak Meselesi, 1.Baskı, İstanbul, Dergah
Yayınları, 1977.
Ekonomi Ansiklopedisi, İstanbul, Milliyet, 1991.
Güven, Sami., 1950’li
Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerinde Amerikan Kalkınma Reçeteleri, 1.Baskı,
Bursa, Ezgi Kitabevi,1998.
Karpat, H.Kemal., Türk
Demokrasi Tarihi – Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul, Afa
Yayıncılık, 1996.
Kazgan, Gülten., Tanzimattan
XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, 1.Küreselleşmeden, 2.Küreselleşmeye,
1.Basım, İstanbul, Altın Kitaplar, 1999.
Kepenek, Yakup ve Yentürk, Nurhan., Türkiye Ekonomisi, 11. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000.
Parasız, İlker., Türkiye
Ekonomisi-1923’ten Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları, 1.Baskı,
Bursa, Ezgi Kitabevi, 1998.
Sander, Oral., Siyasî
Tarih (1918 -1994), 8.Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, 2000.
Sayar, A. Güner., Osmanlıdan
21.Yüzyıla Ekonomik, Kültürel, ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler,
İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2001.
Seyidoğlu, Halil, Uluslararası
İktisat - Teori, Politika ve Uygulama, 14.Baskı, İstanbul, Güzem Yayınları,
2001.
Sönmezoğlu, Faruk. (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Genişletilmiş 3.Basım, İstanbul,
Der Yayınevi, 2000.
Tokgöz, Erdinç, Türkiye’nin
İktisadî Gelişme Tarihi (1914-2001), 6.Baskı, Ankara, İmaj Yayınevi, 2001.
Turgut, Serdar., Demokrat
Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi, Ekonomik Kalkınma Süreçleri Üzerine Bir
Deneme, Ankara, 1991.
Ulutan, Burhan., İktisadî
Doktrinler Tarihi, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1978.
Ülken, Yüksel., 20.
Yüzyılda Dünya Ekonomisi, İ.Ü.İktisat Fakültesi, 1984.
Yenal, Oktay., Cumhuriyetin
İktisat Tarihi, 1.Baskı, İstanbul, Homer Kitabevi, 2003.