ULUS DEVLET VE MİLLÎ
EGEMENLİK BAĞLAMINDA TEORİK BİR ‘KÜRESELLEŞME’ ELEŞTİRİSİ
Küreselleşme; genel olarak, ekonomik etkinliklerin
uluslararası nitelik kazanmasını ifade eden bir kavram[1]
olarak anlaşılmakla birlikte, kendi başına bir amaç olmayıp bir olgu[2]
olarak esasında bundan daha fazla anlama gelmekte, çok boyutlu bir süreci ifade
etmektedir. Dünya çapında göçmenlerin yoğun sınır ötesi hareketliliği, ekonomik
gelişmelerden daha önemli bir hâle gelebilmekte ve ulus devletin temel taşı
olan vatandaşlık statüsünü erozyona uğratabilmektedir.[3]
Aynı süreçte, benzerlik/aynılık ile farklılık/çeşitliliğin diyalektik birliği
söz-konusu olmakta, ulusal kimlik, ulusal kültür aşınırken; yerel, etnik ve
dinsel kimlikler, evrensele yönelik değerlerle birlikte öne çıkabilmektedir.[4]
Küreselleşme
sürecinin ortaya koyduğu bu değişim sürecinde, tartışılan kavramların başında,
ulusal egemenliği esas alarak örgütlenmiş bulunan ulus devlet gelmektedir. Ulus devlet kavramı, insanların kendi
kaderlerini millî politik mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirleme
fikrini ifade etmektedir. Tarihî süreçte; sosyolojik bir olgu olarak ulus
devlet, feodal karakterdeki bir siyasî düzenden merkeziyetçi özellikleri ağır
basan bir siyasî düzene geçişi temsil etmiş, aynı dili konuşan, aynı soydan
gelen, aynı dine mensup, aynı kültüre sahip, aynı tarihî geçmişi paylaşan,
ortak düşmanı veya düşmanları bulunan bir insan topluluğu olarak “millet”in,
siyasî olarak örgütlenmiş biçimi şeklinde algılanmıştır. Ulus devlet kavramı,
feodal nitelikler taşıyan bir yapılanma biçiminden kopuşu ve bu kopuş
sonrasında, merkeziyetçi bir temelde gelişme gösteren sosyolojik/tarihsel bir
olguyu temsil etmektedir. Bu bağlamda ulus devlet; ortak değerler etrafında
toplanan ve ulusal politikalarla şekillenen siyasi bir çerçevede yaşayan/ fikir
beyan eden milletlerin bir arada yaşadığı siyasi bir düzen olarak
algılanabilir.
Millî
egemenliğin doğal sonucu olarak, bu süreçte insanların birtakım hak ve
yetkilere sahip olduğu ve sorumlulukları bulunduğunun kabulünü kapsayan
“vatandaşlık” anlayışı gelişmiştir. Böylece devlet; merkezîleşerek topluma
nüfuz etme yeteneğini artırmış, hukukta eşitliği ve ekonomide bütünleşmeyi
sağlamaya çalışarak vatandaşlığa sosyal ve siyasî boyutlar katmış,[5]
belirlenmiş sınırlar dahilinde yönetme gücü tekeline sahip, bu gücü hukuk
yaptırımına tâbi kılan, iç ve dış şiddet araçlarını doğuran ve kontrol eden bir
kurumsal egemenlik yapısı hâline gelmiştir. Modern ulus devletler, meşrû
otorite alanında yapılan anlaşmalar yoluyla herhangi bir faaliyet için konacak
kuralları ve bu kuralların konuluş statüsünü belirleme kapasiteleriyle[6]en
önemli siyasî yapılanma biçimidirler.
Giderek
artan ekonomik ve kültürel bağlar, ulus devlet yapısı içindeki hükümetlerin
gücünü ve etkinliğini azaltmakta, hükümetler; ekonomik nesnelerin, teknolojik
yeniliklerin, bilgi, haber ve fikirlerin akışını kontrol etmekte güçlük
çekmekte ve bu çerçevede başvurulan iç politika tedbirleri etkinliğini kaybetmektedir.
Yine, ulus devletlerin millî ekonomik politika izleme imkânı giderek azalmakta,
pazar sınırlarının aşınması bir ölçüde millî siyasî sınırların da aşınması
anlamına gelmektedir.[7]
Ulus devletin gücünü azaltan bir diğer etken, uluslararası veya uluslar-üstü
organizasyonların ve anlaşmaların, hem nitelik hem de nicelik bakımından
giderek artmasıdır. NATO, IMF, AB, İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi, uluslarötesi şirketler ve hükümetler dışı sivil
toplum kuruluşları gibi anlaşma, kurum, kuruluş ve düzenli
toplantı-konferanslar yoluyla ulus devletler kuşatılmakta, uluslararası
sistemde ulus devletlerin yanında yeni hukuk kaynakları ve oluşturucuları rol
oynamaktadır. Böylece devlet, uluslararası alanda egemenliğinden ve hukuk
yapıcılığından bir ölçüde tâviz vermek durumunda kalmaktadır. Ulus devletler
son kertede küresel politikalarla şekillendirilmeye çalışılıyor.
Küreselleşme,
millî düzeyde birey ile devlet arasında bir tampon alan oluşturulmasına
çalışmakta, devletin egemenlik alanı bir yandan küresel aktörler tarafından
paylaşılmak istenirken, bireyin de egemen bir özne olarak devletin egemenlik
anlayışını içerde sınırlamasının yolları açılmaktadır.[8]Bu
süreçte; uluslararası örgütler, insan hakları kuruluşları ve uluslararası
sözleşmelerle bireyi, kendi devletine karşı koruma amacı yönünde bir eğilim
göze çarpmaktadır. Bu eğilimin, millî vatandaşlık ile evrensel insan hakları
arasındaki diyalektik gerilimden beslenmekte olduğu söylenebilir. Yine tarihsel
olarak, ulus devlet çerçevesinde şekillenen insan hakları ve yükümlülükleri,
giderek artan ölçülerde ulus devlet sınırlarını aşarak evrensel bir aşamaya
doğru yol almaktadır. Bu ve benzeri sebeplerle, artık, dünya vatandaşlığının
inşâsından söz edilmektedir. Dünya vatandaşlığı, İnsan Hakları Evrensel
Beyannâmesi’nde düzenlemeye konu edilmiştir. Bu beyannâme, millî sınırları aşan
haklara sahip bir küresel vatandaşlık yaklaşımını sergilemektedir. Beyannâme,
her devletin kendi vatandaşlarına haklar tanıması gerektiğini ve her insanın
millî vatandaşlık hakkına sahip olduğunu ısrarla belirtmektedir. Ancak bu
hakları sağlamak ve korumak bakımından yetkili uluslarüstü bir otorite de
yoktur. Yine bu konuda devletleri zorlayacak bir dünya devleti de söz konusu
değildir. Bu durumda, dünya vatandaşı hâline gelen insanlar, haklarının
korunması için yine ulus devletlere başvuracaklardır.[9]
Bütün bu
değişmelere ve ulus devletin gücünü yitirdiğiyle ilgili iddialara rağmen,
günümüzde dünya hâlâ ulus devletler dünyasıdır. Dünya küresel çapta bir ulus
devletler sistemidir. Bu sistem içinde ulus devletler, çok çeşitli siyasî,
ekonomik, ticarî, kültürel ve iletişim ilişkileri içindedirler. Bu ilişkiler,
dünya ölçeğinde bir uluslararası ilişkiler sistemine temel oluşturmaktadır.
Ancak, uzun bir siyasî, sosyal ve ekonomik evrimin ürünü olan geleneksel ulus
devlet yapılanmasının başlıca üç kaynaktan beslenen bir tehdit altında olduğu
söylenebilir.[10]
Bunlar; küresel ekonomik dinamikler, ekolojik meseleler ve ulus devletin
normatif çerçeve ya da bir referans çerçevesi olarak meşrûiyetinin erozyona
uğraması olarak sıralanabilir. Ekonomik bakımdan, yetkilerini giderek
uluslarüstü kurumlara devretme durumuyla karşı karşıya kalan ulus devlet,
uluslararası sermayenin önündeki engel olarak algılanmakta,[11]
bir yandan millî egemenlik aşındırılırken, diğer yandan uluslararası sermayenin
kendi kuralları egemen kılınmak[12]
istenmektedir. Küreselleşme sürecinin paradoksal bir biçimde doğurduğu
parçalanma ve ufalanmaların ürünü olan etnik ırkçı hareketler, kendilerini ve
dünyayı yeniden gözden geçirmektedirler. Kısaca, ulus devletler, uluslarötesi
yeni aktörler ve bölgeselleşme eğilimleri sebebiyle üstten bir baskıya mâruz
kalırken, etnik akımları ve yerel kültürler tarafından da alttan sıkıştırılmaya
başlanmışlardır.
Bir yandan
ABD’nin egemenliği, öte yandan devletler üstü örgütlenmelerin önem kazanması ve
Avrupa Birliği gibi oluşumlar, uluslar arası tahkim(hakemlik) gibi uluslar
arası sermayenin devletler üstü ayrıcalıklar elde etmesi, ulus devletlerin
egemenlik haklarını yukarıdan tehdit etmektedir. Ayrıca ulus devletlerin
içindeki farklı kültür gruplarının özerklik eğilimleri, ulus devletleri
aşağıdan doğruda zorlamaktadır. İspanyada Bask, Fransa’da Korsika, İngiltere’de
İrlanda sorunları, bu oluşumun kültürel farklılığın siyasal özerkliğe dönüşme
eğilimlerini yansıtan olgulardır.[13]
Küreselleşme veya globalleşme denilen olgu ile ulus devlet olgusu çatışıyor şu
anda. Hatta bu çatışmalar, teorik anlamda çatışma olmaktan çıktı, pratiğe de
dönüştü; Seattle'dan başlayan, Roma'da, Fransa'da, hatta, Türkiye'de zaman
zaman ortaya çıkan çatışmalara, gösterilere de dönüştü. Gelinen aşamada ulus
devlet mevcut yapısıyla başta sermaye olmak üzere bir çok değişkenin önünde
engel olarak görülmekte ve aşınmaya uğramaktadır. Küreselleşme bu noktada
“sınıf dayanışmasını” uluslar arası rekabet gerekçesiyle kesmekte ve
anti-küresel bir hareketi ve bilinci engellemeye çalışmaktadır. Sermayenin
çıkarlarını korumayı amaçlayan bu ideolojinin devreye girişi ve egemen oluşunun
ardından günümüzde ulus devletler artık bir takım işlevlerini kaybetmekte buna
karşın özellikle de küresel düzeyde bir takım yeni işlevler üstlenmektedir. Bir
anlamda küreselleşme süreci ulus devletleri kendi çıkarların doğrultusunda
dönüşüme uğratarak yeni işlevler yüklemekte ya da belli işlevleri sürdürmesini
beklemektedir ki bu da emeğin ulus devletin sorumluluk alanı içinde
değerlendirilmesi ve bu yönde uygulamaların geliştirilmesidir.[14]
Peki, bu süreçte ulus devleti kim koruyacak? Bu soruya Boratav şöyle cevap
veriyor; Ulus devletin aşınımı sürecinde ulusal ekonomiyi ve onun sınırlarını
belirleyen ana öğe, emeğin hareket serbestisinin sınırlarıdır. Dolayısıyla,
ulus devletin varlığının korunmasında nesnel çıkarları olan başlıca toplumsal
güç emekçiler olur.[15]
Ulus devlet sermayeyi engelleyemediğine göre neyi engelleyebiliyor.
Sonuç
olarak küreselleşme sürecinde söz konusu sürecin argümanları tarafından ulus
devlete yönelik bir tehdidin ortaya çıktığını vurgulamak yerinde olacaktır. Bu
tehdidin ulusal düzlemlerde içselleştirilmesi veya –zorla da olsa- kabul
görmesi sermayenin hareket alanını epeyce genişletecektir. Bu bağlamda
sermayenin önündeki en önemli engel olarak görülen millî devletler, yine
sermayenin argümanlarıyla şekillenmekte ve onun belirlediği sınırların dışına
çıkıldığı takdirde ya krizlerle karşı karşıya bırakılmakta veya “sıcak para”
şeklinde ülkeyi terk etme tehditlerine maruz kalmaktadırlar.[16]
Bununla birlikte tepeden sermaye tarafından (DB, IMF, DTÖ vs. kurumlar)
aşındırılan ulus devlet olgusu, aşağıdan da mikro milliyetçiliklerle
aşındırılmak istenmektedir. Bu yöndeki politikalarla millî devletin
bağımsızlığının ve bu anlamdaki her türlü egemenlik hakkının sürecin bir
parçası/gereği olarak ulusüstü kurumlara devredilmesi istenmektedir. Gelinen
noktada herhangi bir uluslar üstü konseptin veya kurumun -AB- politikalarını bu
perspektiften okumak hayli anlamlı olacaktır.
* Deniz Özyakışır
Kafkas, İktisat, Lisansüstü Programı.
** JEOPOLİTİK
Dergisi, “Ulus-Devlet ve Millî Egemenlik
Bağlamında Teorik Bir ‘Küreselleşme’ Eleştirisi”, Yıl:5, Sayı:31, Ağustos
2006, s.78-80.
[1] Peter Marcuse (200), “Küreselleşmenin Dili”, Çev.
Ali Tartanoğlu, Mülkiye Dergisi,
Cilt:XXV, Sayı:229, s.201.
[2] Lionel Jospin (2001), “Küreselleşme Siyasî Yapıda
Bir Sorundur, Siyasî Bir Cevabı Gerektirmektedir”, İdea ve Politika, s.62.
[3] Mehmet Yüksel(2001), Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye, Ankara, 2001, ss.11-12.
[4] Erol Manisalı (2001), Yirmi Birinci Yüzyılda Küresel Kıskaç Küreselleşme, Ulus-Devlet ve
Türkiye, İstanbul, 2001, ss.10-13.
[5] Ali Yaşar Sarıbay (1998), “Küreselleşme, Post-modern
Uluslaşma ve İslâm”, Küreselleşme Sivil
Toplum ve İslâm, Ankara, 1998, s.15.
[6] P. Hirst-G.Thompson (1998), Küreselleşme Sorgulanıyor, Ankara, s. 204.
[7] Yüksel, a.g.e. s.103.
[8] İhsan D. Dağı (1999), “Demokratikleşmenin Ön Şartı:
Küreselleşme” Yeni Türkiye, Sayı:29, s.270.
[9] Yüksel, a.g.e. s.122.
[10] Yüksel, a.g.e. s.123.
[11] Gülten Kazgan (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet-Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul, s.35.
[12] Alpaslan Işıklı, (2000), “Yeni Dünya Düzeninde Emek
Sermaye Çelişkisi”, Mülkiye Dergisi,
Cilt:24, s.28.
[13] Emre Kongar (2001), Küresel Terör Ve Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul s.36.
[14] Hayriye Erbaş (2002), “Küresel Kriz ve Marjinalleşme
Sürecinde Göç ve Göçmenler” DOĞU BATI
Ankara, Sayı:18 s.186.
[15] Korkut Boratav (2000), Kriz Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu, Ankara, Kaynak Yayınları s.20
[16] Deniz Özyakışır (2006), “Ulus-Devletin ÇUŞ’larla
İmtihanı”, YARIN Dergisi, Yıl:4,
Sayı:47, Mart, s.22-25.