AKADEM<İ>KTİSAT

 

 

ULUS DEVLETİN ÇOK ULUSLU ŞİRKETLERLE İMTİHANI

 

“Onları çentikli tellerle, şimşekten altın tellerle

tutturmayı özlediğim oldu sık sık,

O kazan karınları üstünde davul çalayım diye

gümbür gümbür”

(F. Nietzsche,”Böyle Buyurdu Zerdüşt”)

 

 

            Küreselleşme kavramı, genel olarak 1980 sonrasında ivme kazanan ve geniş bir etki alanı oluşturan gelişmeleri nitelendirmek için kullanılmaktadır. Soğuk savaşın bitişi ve tek kutuplu bir dünyaya geçiş ile birlikte insanlık, artık yeni bir dünya sistemiyle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan gelişmeler artık bu gerçeklik üzerinden ele alınırken problemlere yönelik çözümler de buna göre şekillenmektedir. Bu noktada insanlar küreselleşmeyi kendi inanç sistemleri ve ideolojik yaklaşımlarına göre ele almakta ve öne sürülen tezler ile sürece ilişkin tartışmalar bu temelde gelişme göstermektedir. Soğuk savaşın sona ermesiyle uluslararası politik ekonomiye baktığımızda köklü değişimlerin yaşandığını görürüz. İkili, bölgesel anlaşmalar (MAI, GATT vb.) ve örgütlenmelerle (IMF, WB, WTO, OECD vb.) sağlanan egemenlik, bilinçli politikalarla bir çok sektörün sömürü alanına dönüştürülmesiyle hızla genişlemekte ve derinleşerek güçlenmektedir. Bu kurum, anlaşmaların ve örgütlenmelerin sonucunda ortaya çıkan proje, beraberinde getirdiği çatışmalarla, çelişkilerle ve egemen sermaye bileşenleriyle birlikte yeni bir dünya düzeni meydana getirmiş ve küreselleşme adıyla insanlık tarihindeki yerini almıştır. Bu kısa yazıda küreselleşme süreciyle birlikte hızla büyüyen ve MAI(Çok taraflı yatırım anlaşması) anlaşmasıyla ulusal hükûmetlere karşı önemli ölçüde güçlenen çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ) politikaları ve bu politikaların mevcut ulus devletlere etkileri tartışılacaktır. Ama öncelikle ulus devletin tarihsel arka planına kısaca göz atılmasında fayda vardır.

 

            Ulus-devlet kavramı, feodal nitelikler taşıyan bir yapılanma biçiminden kopuşu ve bu kopuş sonrasında, merkeziyetçi bir temelde gelişme gösteren sosyolojik/tarihsel bir olguyu temsil etmektedir. Bu bağlamda ulus devlet; ortak değerler etrafında toplanan ve ulusal politikalarla şekillenen siyasî bir çerçevede yaşayan/ fikir beyan eden milletlerin bir arada yaşadığı siyasî bir düzen olarak algılanabilir. Çağlar Keyder’e göre[1] ulus devletin çıkış noktası eski yönetici sınıfın veya kendini kolonyalistlerden sonra alternatif yönetici sınıf olarak gören aydınların milliyetçilik ideolojisine sarılmasıdır. Söz konusu olguya yönelik böylesi bir okuma geliştiren Keyder, ulus devleti bu anlamda muhafazakâr ideolojinin liberalizme karşı bir tepkisi veya zaferi olarak tanımlamaktadır. Oysa bugün geldiğimiz noktada, liberalizmin şımarık ama zengin çocukları olan ÇUŞ’lar ulus devlete tepki göstermekte ve kendilerince çeşitli zaferler kazanmaktadır. Peki, nasıl oluyor da ulus-devletlerin bağrından çıkmış olan bu şirketler, böylesi bir “meydan okumaya” girişebiliyorlar. Aslında bu soruya cevap vermek için söz konusu şirketlere ait birkaç ekonomik göstergeye bakmak yeterli olacaktır.

 

 

Tablo 1: En Zengin 5 Çok Uluslu Şirkete Ait Göstergeler

 

Şirket

Satışlar (Milyon $)

Kârlar (Milyon $)

1

Wal-Mart Stores

287,989.0

10,267.0

2

BP

285,059.0

15,371.0

3

Exxon Mobil 

270,772.0

25,330.0

4

Royal Dutch/Shell Group 

268,690.0

18,183.0

5

General Motors 

193,517.0

2,805.0

Kaynak: Fortune dergisinin THE 2005 GLOBAL 500 listesinden alınmıştır.

http://www.fortune.com/fortune/global500/fulllist/0,24394,1,00.html 08.12.2004

 

 

            Rakamlara yansıyan bu durumun altı çizilmelidir. Bu bağlamda General Motors (ABD) şirketinin yıllık toplam cirosu Türkiye’nin yıllık dış ticaret hacmini ikiye, üçe katlamaktadır. Ülkelerin GSMH rakamları ile şirketlerin toplam satış rakamları açısından yapılan bir sıralamada 1995’te ilk 100 şirket içerisinde 37 küresel şirket bulunmaktaydı.[2] Bu türden örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkündür. Ama buradaki temel sorun rakamlar değil, bu rakamların ardındaki gücün nasıl kullanıldığıdır. İşte tamda bu noktada ulus-devletin ÇUŞ’larla imtihanı başlıyor. Bu bağlamda küresel anlamda bir demokrasi retoriği geliştirilirken, ulusal hükûmetler egemenlik sorunuyla karşı karşıya bırakılmışlardır. Üstelik bu gerçeklik temelinde ayrıca “meşruiyet” konusu tartışmaya açılmıştır. Peki, ÇUŞ’ların varlığı uzun vadede ulus-devlet için bir egemenlik veya meşruiyet sorunu oluşturabilir mi?

 

            Bu sorunun cevabını siyaset bilimci Prof.Dr. F.Keyman’dan dinleyelim; küreselleşme ile birlikte, yerelliğin canlandığını, otantikliğin bir kimlik kodu olarak söylemleştiğini, köktenciliğin farklı tezahür biçimleri içinde yaşama geçirildiğini ve bu süreçlere karşı “ulus-devlet+ulusal-kimlik” denkleminin gittikçe gücünün kırıldığını ve ciddi bir “meşruiyet kriziyle” karşı karşıya kaldığını görüyoruz.[3] Bununla birlikte hem ABD’nin egemenliği, hem de AB gibi devletler üstü örgütlenmelerin önem kazanması, uluslar arası tahkim(hakemlik) gibi uluslar arası sermayenin devletler üstü ayrıcalıklar elde etmesi, ulus-devletlerin egemenlik haklarını yukarıdan tehdit etmektedir.[4] Öte yandan egemen retorik, ÇUŞ’ların doğrudan yabancı yatırım adı altında özellikle az gelişmiş ülkelere (AGÜ) çeşitli konularda fayda sağladığını iddia etmektedir. Ama bir zamanlar küreselleşmenin en tepesindeki adamlardan biri olan J. Stiglitz bu konuda retorikle pratiğin uyumsuzluğuna dikkat çekiyor;[5]

 

“Çok uluslu şirketler, gelişmekte olan ülkelerde çalışma şartlarını geliştirmek için ellerinden geleni yapmıyorlar. Kendi ülkelerinde yavaş yavaş aldıkları dersleri yalnızca aşama aşama hatırlıyorlar. Çalışma şartlarını iyileştirmek, işi verimliliğini arttırabilir ve genel maliyetleri azaltabilir yada en azından fazla arttırmaz.”

 

            Dolayısıyla G.Kazgan’ın vurguladığı[6] gibi ÇUŞ’lar, ucuz işgücü temini, ham veya işlenmiş maddelere ulaşma konusunda millî sınırları herhangi bir şekilde aşma konusunda giderek daha fazla ustalaşmaktadırlar. İşte böyle bir ortamda hızla büyüyen ÇUŞ’lar riski yüksek olsa da yeni fırsatlar nedeniyle dış piyasalara girerler. Nede olsa küreselleşme çok değerlilik ve çok kaynaklılık düzeylerinde düşürücü bir etki yapmaktadır. Bu nedenle de çok uluslu şirketlerin yabancı aktiviteleri piyasa yapılarındaki, uluslardaki, etnik yapılardaki, dillerdeki, gümrüklerdeki ve hukuk sistemlerindeki farklılıklar kalkıncaya kadar devam edecektir. Bunların kalkması da ulus devletlerin sonunu getirecektir. Yani tam küreselleşme düzeyi, bu şirketlerin giriş-çıkış kavramlarının olmadığı her şeyin homo economicus haline geldiği bir düzey olacaktır.[7] Nitekim genel anlamda küreselleşmenin özelde ise ÇUŞ’ların ulus-devlet baskısı Thompson’un ve Hirst’in de gözünden kaçmamıştır:[8] Ulus-devlete yapılan global baskı, zaten “baskıcı” ulus-devletle karşı karşıya bulunan sivil toplumun bastırılması için yeni tarzlar oluşturdu; bu, üçüncü dünyadaki toplumsal bütünlüğü zedeleyip toplumdaki demokratik alanı küçülttü. Sivil toplum, toplumsal iktidarın alanındaki yeni dönüşümler sonucu havasızlıktan boğuldu ve ifade özgürlüğü geçici bir durum halini aldı. ÇUŞ’ların ulus devlet aleyhindeki yanını, sosyolog Daniel Bell’in 12 ulusun artık büyük problemleri çözemeyecek kadar küçük, küçük problemleri çözemeyecek kadar büyük olduğu şeklindeki saptaması da çok iyi anlatmaktadır. Bugün dünyanın en büyük yüz ekonomisinden ellisinin devletler değil şirketler olması; dünyanın en zengin üç adamının servetinin, 48 ulus devletin ya da bir başka deyişle dünya nüfusunun üçte birinin gelirinden fazla olması[9] bunu apaçık gösteriyor.

 

            Çok taraflı yatırım anlaşması olarak anlamını bulan ve kimilerince kürselleşmenin anayasası olarak nitelendirilen MAI, mevcut süreçte ÇUŞ’ları ulusal hükûmetler karşısında oldukça üst bir konsepte oturtmuştur. Liberal ideologlar tarafından küreselleşmenin anayasası olarak da adlandırılan MAI, bir yandan sermaye sahiplerinin ellerini güçlendirirken diğer taraftan da her türlü çevre koruma girişimlerini, çalışma koşullarının iyileştirilmesini amaçlayan millî politikaları ve kamu çıkarına hizmet eden yatırımları engellemektedir. Bu öngörüden hareketle MAI’den güç alarak ülkelere giren ÇUŞ’ların ve onların bu olumsuz etkilerinin -eğer önlem alınmazsa- önümüzdeki süreçte hızlanacağını söylemek mümkündür. Ayrıca özellikle rekabet avantajı olduğu alanlarda yatırım yapan şirketler bir yandan pazar paylarını genişletirken diğer yandan da yerli rakiplerini pazardan silmeye çabalamışlardır. Dolayısıyla ÇUŞ’ların tehditleri sadece ulus devletle sınırlı olmamış, aynı zamanda yerli şirketler düzlemine de taşınmıştır. Yaşanan küresel ekonomik krizlerde ve az gelişmiş ülkeler bağlamında yaşanan emek sömürüsünde de aktif rol oynayan ÇUŞ’lar, mevcut konumları itibariyle süreci kendi lehlerine çevirmeyi başarmışlardır. Dolayısıyla mevcut küreselleşme süreci bu temelde gelişme göstermektedir.

 

            Söz konusu şirketlerin baskıları elbette ki, yukarıda değinilen yapılarla sınırlı değildir. Temelde Washington Konsensüsünün (uzlaşmasının) bir ürünü olan ulus ötesi şirketler, girdikleri ülkelerin kültürlerini de yapısal değişimlere zorlamaktadırlar. Uyguladıkları politikalarla ülkelerin yeme, içme, giyinme gibi temel tüketim kalıplarını aynılaştırmakta ve dünya ölçeğinde tek düze bir tüketim kültürünü yaymaktadırlar.  Yani Kongar’ın ifadeleriyle[10]

 

“Bütün dünyada insanlar aynı gazozu içiyor,aynı köfteyi yiyor,aynı ayakkabıyı ve aynı pantolonu giyiyor. Aynı gazozu içiyor: kola; Coca Cola veya Pepsi Cola. Aynı köfteyi yiyor: hamburger; McDonalds veya Burger King. Aynı pantolonu giyiyor: blue jeans; Lewis veya Wrangler. Aynı ayakkabıyı giyiyor: Nike, Adidas vs. Yani tekdüze bir tüketim kültürünün egemenliği söz konusu”.

 

            Mc Donalds şirketinin küresel düzlemdeki çabaları ve neredeyse tüm yer kürede şubeler açması bu anlamda önemlidir. İçinde yaşadığımız süreçte, çok büyük bir kitle aynı kotu (jean) giyinip, aynı içeceği içiyorsa, yani aynı tüketim kalıplarına sokuluyorsa ve bu bağlamda geleneksel kültürler hızla aşınıyorsa sorunun çapı elbette ki oldukça büyüktür. Öte yandan Coca Cola şirketinin pratikte bir içecek firmasından çok ötede hareket etmesi ve bu hareket alanında birçok ulusal devletin GSMH’sinden daha fazla bir ekonomik kazanç elde etmesi oldukça düşündürücü ve hatta korkutucudur. Öyle ki, bu denli muazzam ölçekte genişleyen şirketler, çevre ülkelerin yanı sıra bulundukları merkez ülkeler üzerinde de epey bir etki meydana getirmektedirler. Ekonomi, siyaset, kültür, eğitim vb. alanlarda köklü değişimler ve dönüşümler sağlayan şirketler adeta devlet içinde devlet konumuna gelmişlerdir. Mesela, Coca Cola firmasının ABD’deki başkanlık seçimlerinde W.Bush’a 1 milyon $’lık yardım (rüşvet) yapması, bu anlamda kayda değer bir gelişmedir. Kim bilir beklide Bush’un Irak’ı işgal edeceğini ve bu işgal sonrasında ABD egemenliğindeki bir alanda o meşhur “maksimum karı” veya pazar payını genişleteceğini önceden hesaplamıştı.

 

            ÇUŞ’lara yönelik yukarıda yapılan çözümlemelere paralel/ilave olarak ulus devlet düzleminde yaşanan temel bir sıkıntı da vatandaşlık konusunda yaşanmaktadır. Diğer bir deyişle, şirket vatandaşlığı söylemi geliştirilerek, aidiyet ilişkisine yönelik küresel bir çerçeve çizilmektedir. Toplumsal aidiyetlerin küresel ölçekte dönüşüm geçirmesiyle, bireyler bağlı oldukları veya çalıştıkları şirketlerde aitlik veya sahiplenme temelinde yeni ilişki biçimleri geliştirmektedirler. Şirket logolarını, bayraklarını, ürünlerini ve diğer argümanları fetişleştirme geleneği böylelikle kediliğinden ortaya çıkıveriyor.

 

            Sonuç olarak sermayenin önündeki en önemli engel olarak görülen milli devletler, son kertede yine sermayenin argümanlarıyla şekillenmekte ve onun belirlediği sınırların dışına çıkıldığı takdirde ya krizlerle karşı karşıya bırakılmakta veya “sıcak para” şeklinde ülkeyi terk etme tehditlerine maruz kalmaktadırlar. Yapılan çözümlemelerde ÇUŞ varlığı/politikaları başlı başına ulus devletler için önemli/potansiyel etkiler barındırmaktadır. Gerek kalkınma/büyüme gerekse kültürel anlamda bütün yapılarda egemen paradigmaları değişime zorlayan ÇUŞ politikaları, hem ulus devletleri hem de akademik ve bürokratik çevrelerde küreselleşmeye ideolojik/teorik destek sağlayan çevreleri hayli önemli sıkıntılara sokmuştur. Çünkü küresel şirketler ulus-devletlere, ulus ötesi sermayenin rahatça hareket etmesi için her türlü imkânı sağlama misyonu yüklemişlerdir.

 

 

* Deniz Özyakışır,

Kafkas, İktisat, Lisansüstü Programı.

dozyakisir@gmail.com

http://www.akademiktisat.net

** YARIN Dergisi, Ulus-Devletin ÇUŞ’larla İmtihanı”, Yıl:4, Sayı:47, Mart 2006, s.22–24.

 

 

 



DİPNOT - REFERANS

[1] Çağlar Keyder. (1993).Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis Yay., İstanbul. s.63.

[2] Nazım Güvenç.(1998). Globalizm, İZM’ler dizisi 15, BDS Yay.,  İstanbul, s.115.

[3] E.Fuat Keyman. (1999). “Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri”, Düşünen Siyaset, Sayı:2, s.79.

[4] Emre Kongar. (2001). Küresel Terör ve Türkiye,  Remzi Kitabevi, İstanbul s.36.

[5] J.Stiglitz. (2004). Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, Plan B Yay., Çev:Arzu Taşçıoğlu & Deniz Vural, 3. Baskı, İstanbul, Kasım s.90.

[6]Gülten Kazgan. (2000). Küreselleşme ve Ulus Devlet-Yeni Ekonomik Düzen, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, s.52.

[7] Durmuş Özdemir. (2002). “Küreselleşme, Ekonomik Büyüme ve Çok Uluslu Şirketler”, DOĞU BATI, Yıl:5, Sayı:18, Şubat, Mart Nisan, s.240.

[8] P Hirst,&G. Thompson, (1998). Globalleşme Sorgulanıyor, Çev: Çağla Eldem, Elif Yücel, İstanbul, Dost Yay., s.204.

[9] Fikret Başkaya, (1999). Küreselleşme mi, Emperyalizm mi? Piyasacı Efsanenin Çöküşü, Ankara.

[10] Kongar, a.g.e. s.43.

 

 

 

Sayfa Başı