KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE
“ULUS DEVLET”İN AŞINMASI SORUNSALI VE “KARA PARA” OLGUSU
İÇİNDEKİLER:
1. GİRİŞ
2. KÜRESELLEŞME : TEORİK ÇERÇEVE
3. ULUS DEVLETİN TANIMI, GELECEĞİ VE ENTELLEKTÜEL PERSPEKTİFLER
4. ULUS-DEVLETİN AŞINMASI VEYA PARADİGMALARIN İFLASI; ULUS
DEVLETİN AŞINMA SÜRECİ VE GELİŞTİRİLEN SÖYLEMLER
5. “ULUS DEVLET”İN ÇÖZÜLMESİ VE TEMEL SORUNLAR
6. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDEKİ “KARA PARA” OLGUSU
SONUÇ YERİNE: KÜRESELLEŞMEYE NASIL GELİNDİ?
“Önemli olan
küreselleşip küreselleşmediğiniz değil, nasıl küreselleştiğinizdir.”
Dani Rodrik
1. GİRİŞ
İçinde
yaşadığımız dünya her alanda hızlı bir değişim süreci yaşamakta ve bu değişim
sonucunda dengeler hızla birilerinin lehine değişmektedir. İşte tam da bu
noktada insanlık birçok sorunla karşı karşıya gelmektedir. İki bloklu ideolojik
kamplaşma döneminin sona ermesi ile belirginleşen ekonomik bütünleşme
hareketleri içinde yer almaya çalışan bu ülkeler ellerindeki kozları bütünleşme
süreci içinde çok iyi kullanmak ve değerlendirmek zorundadırlar. Soğuk savaşın
sona ermesiyle uluslararası politik ekonomiye baktığımızda köklü değişimlerin
yaşandığını görürüz. İkili, bölgesel anlaşmalar (AB, NAFTA, GATT vb.) ve
örgütlenmelerle (IMF, DB, DTÖ, OECD vb.) sağlanan egemenlik, bilinçli
politikalarla bir çok sektörün sömürü alanına dönüştürülmesiyle hızla
genişlemekte ve derinleşerek güçlenmektedir. Bu kurum, anlaşmaların ve
örgütlenmelerin sonucunda ortaya çıkan proje, beraberinde getirdiği
çatışmalarla, çelişkilerle ve egemen sermaye bileşenleriyle birlikte yeni bir
dünya düzeni meydana getirmiş ve küreselleşme adıyla insanlık tarihindeki
yerini almıştır. 1980’li yıllardan itibaren gelişme gösteren küreselleşme
olgusu beraberinde pek çok alanda değişim ve dönüşüm gerçekleştirmiştir.
Büyük ve
güçlü sermayeyi ellerinde bulunduran gelişmiş ülkeler üretim tekniklerini,
yüksek teknolojiyi ve bilimsel araştırmaların büyük bir bölümünü üretimin
yeniden tasarlanması için kullanmaya başlamışlardır. Bu noktada sermayenin
serbest bırakılması ve küresel özgürlüğüne kavuşturulması fikri ortaya
çıkmıştır. Bretton Woods’la oluşturulan örgütlerin ve anlaşmaların temel
işlevleri, ulus-devletler üzerinde oluşan savaş sonrası düzeninin aşılmasını
sağlayacak programları ve politikaları uygulamaya koymak olmuştur. Ulus
devletler, yaşanan süreç içinde özellikle çok uluslu şirketler yoluyla bir çok
alanda yetkilerini devretme gibi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Bu süreçte MAI
(Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) gibi anlaşmalarla elerini daha da güçlendiren
bu çok uluslu şirketler son kertede ulusal hükûmetler karşısında çok üst bir
konuma oturtulmuştur. Kârlarının tehlikeye girme riskine karşı hükûmetlerin
politikalarını kendi lehlerine çevirmek için her yola başvurabilmektedirler.
Küreselleşme sürecinin bu noktasında kapitalist kâr mantığı ve zayıf düşen ulus
devlet olgusu birtakım çevreleri, kara para temelinde yeni rant kaynakları
arayışlarına yönelmektedirler. Zira denetim yetkilerini rahatlıkla kullanamayan
ve bir çoğunu da uluslar üstü yapılara devreden ulus-devletler yaşanan süreçte
kara para ile mücadelede etkin başarı sağlayamamaktadır. Dolayısıyla gelinen
noktada ulus-devletin karşılaştığı sorunlara bir yenisi daha eklenmiş olup
mevcut düzlemde bu sorunun giderilmesine yönelik çeşitli çözüm parametrelerinin
geliştirilmesi hayatî derecede önem arz etmektedir.
2. KÜRESELLEŞME : TEORİK ÇERÇEVE
Küreselleşme
kavramı, son yıllarda gerek akademik gerekse siyasî platformlardaki tartışmaların
bir numaralı gündem konusu olarak göze çarpmaktadır. Bu noktada insanlar
küreselleşmeyi kendi inanç sistemleri ve ideolojik yaklaşımlarına göre ele
almakta ve öne sürülen tezler ile sürece ilişkin tartışmalar bu temelde gelişme
göstermektedir. Kimileri bu sürecin tarihsel doğuşunu 1800’lere dayandırırken
kimileri de özellikle 1980 yılından itibaren teknolojik ilerleme ile birlikte
bilgi çağına girildiğini ve asıl küreselleşmenin bu noktadan itibaren gelişme
gösterdiğine vurgu yapmaktadırlar. Küreselleşmeyi eleştirel bir perspektiften
okuyan Hirst-Thompson “küreselleşme yeni mi?” şeklindeki soruyu şöyle
yanıtlamıştır:
“Eğer
küreselleşmeyi, ülkeler arasındaki büyük ve artan bir ticaret akışı ile sermaye
yatırımının gerçekleştiği açık bir uluslar arası ekonomi diye yorumlarsak, bu
sorunun cevabının kesinlikle olumsuz olduğunu belirtmek gerekir. Gerçek anlamda
bütünleşmiş bir dünya ticaret sistemi on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında
oluşturulduğu için, uluslararası ekonominin karmaşık bir göreli açıklık-kapalılık
hikayesi vardır. Deniz altı telgraf kabloları 1860’lardan beri kıtalararası
piyasaları birbirine bağlamaktadır. Binlerce mil uzaklıktaki yerlerle günlük
ticaret ve fiyat belirlemeyi olanaklı kılan bu kablolar, günümüzün elektronik
ticaretinden çok daha büyük bir yenilikti” [1]
Dolayısıyla
farklı perspektiflerden bakıldığı için söz konusu sürece ilişkin çok çeşitli
çözümlerin olduğunu görürüz. Ama genel olarak bakıldığında tartışmalarda
çoğunluğun hemfikir olduğu nokta küreselleşmenin bir süreç olduğu gerçeğidir.
Kanımızca
küreselleşmenin tüm ideolojilerin yok olmaya yüz tuttuğu bir dünyanın
gerçekliği olarak sunulması, başlı başına ideolojik söylemdir. [2] Dolayısıyla
tarihsel geçmişini yadsımamakla birlikte küreselleşmenin, özellikle soğuk savaş
sonrası dönemde teknoloji ve bilgi alanındaki hızlı dönüşümlerle ve bizzat
sermaye aracılığıyla şekillenen yeni bir süreci tanımlamak için ortaya atılan
söylemlerin ideolojik bir kılıfı olarak değerlendirebiliriz. Söz konusu sürecin
böyle tanımlanması elbette ki beraberinde pek çok tartışmayı getirecektir.
Temel kurgusunu sermayenin uluslararasılaşmasından ve kapitalist üretim
biçiminin egemenliğini merkezden çevreye yaymasından alan bu süreç, son kertede
ekonomik, kültürel ve politik alanlarda hızlı dönüşümlere ve tartışmalı
gelişmelere sahne olmaktadır.
Globalleşme
üzerine geliştirilen akademik söylemler içinde, globalleşmeyi kendi içinde
bağımsız, kendine referanslı hareket eden ve kendine özgü hareket yasaları olan
bir “ekonomik sürece” indirgeyen eğilimin güçlü olduğunu görürüz. Bu eğilime
göre, globalleşmeden konuşmak temel olarak ekonomik globalleşmeden konuşmak,
dolayısıyla kapitalist bir global ekonominin ve sermayenin ve belli ölçüde
global ekonomik-kurumların gelişmesinden ve kristalleşmesinden konuşmaktır. [3]
Bu perspektiften bakıldığında küreselleşmenin kaçınılmaz ve karşı konulamaz bir
süreç olduğu vurgusu görülmektedir. Ama mevcut süreci salt ekonomik
argümanlarla açıklamak sürecin doğru anlaşılması noktasında büyük sıkıntılara
yol açar.
Anthony
Giddens, “bugün küreselleşmeye değinmeyen hiçbir siyasal konuşmanın tam
olmadığını” ifade ederken [4] aslında tam da noktaya dikkat çekmek istemiştir.
Son tahlilde küreselleşme; genel olarak, ekonomik etkinliklerin uluslararası
nitelik kazanmasını ifade eden bir kavram [5] olarak anlaşılmakla birlikte,
kendi başına bir amaç olmayıp bir olgu [6] olarak esasında bundan daha fazla
anlama gelmekte, çok boyutlu bir süreci ifade etmektedir. Dünya çapında
göçmenlerin yoğun sınır ötesi hareketliliği, ekonomik gelişmelerden daha önemli
bir hâle gelebilmekte ve ulus-devletin temel taşı olan vatandaşlık statüsünü
erozyona uğratabilmektedir. [7] Aynı süreçte, benzerlik/aynılık ile
farklılık/çeşitliliğin diyalektik birliği söz-konusu olmakta, ulusal kimlik,
ulusal kültür aşınırken; yerel, etnik ve dinsel kimlikler, evrensele yönelik
değerlerle birlikte öne çıkabilmektedir. [8]
3. ULUS DEVLETİN TANIMI, GELECEĞİ VE ENTELLEKTÜEL
PERSPEKTİFLER
Küreselleşme
sürecinin ortaya koyduğu değişim sürecinde, tartışılan kavramların başında,
ulusal egemenliği esas alarak örgütlenmiş bulunan ulus-devlet gelmektedir.
Ulus-devlet kavramı, insanların kendi kaderlerini millî politik mekanizmalar ve
kurumlar çerçevesinde belirleme fikrini ifade etmektedir. Tarihî süreçte; sosyolojik
bir olgu olarak ulus-devlet, feodal karakterdeki bir siyasî düzenden
merkeziyetçi özellikleri ağır basan bir siyasî düzene geçişi temsil etmiş, aynı
dili konuşan, aynı soydan gelen, aynı dine mensup, aynı kültüre sahip, aynı
tarihî geçmişi paylaşan, ortak düşmanı veya düşmanları bulunan bir insan
topluluğu olarak “millet”in, siyasî olarak örgütlenmiş biçimi şeklinde
algılanmıştır.
Millî
egemenliğin doğal sonucu olarak, bu süreçte insanların birtakım haklara ve
yetkilere sahip olduğu ve sorumlulukları bulunduğunun kabulünü kapsayan
“vatandaşlık” anlayışı gelişmiştir. Böylece devlet; merkezîleşerek topluma
nüfuz etme yeteneğini artırmış, hukukta eşitliği ve ekonomide bütünleşmeyi
sağlamaya çalışarak vatandaşlığa sosyal ve siyasî boyutlar katmış, [9]
belirlenmiş sınırlar dahilinde yönetme gücü tekeline sahip, bu gücü hukuk
yaptırımına tâbi kılan, iç ve dış şiddet araçlarını doğuran ve kontrol eden bir
kurumsal egemenlik yapısı hâline gelmiştir. Modern ulus-devletler, meşrû
otorite alanında yapılan anlaşmalar yoluyla herhangi bir faaliyet için konacak
kuralları ve bu kuralların konuluş statüsünü belirleme kapasiteleriyle [10] en
önemli siyasî yapılanma biçimidirler.
Ulus-devlet,
genellikle, eski yönetici sınıfın veya kendini kolonyalistlerden sonra alternatif
yönetici sınıf olarak gören aydınların milliyetçilik ideolojisine sarılmasıyla
ortaya çıkıyordu. [11] Çağlar Keyder “Ulusal Kalkınmacılığın İflası”nda ulus
devletin çıkış noktasını burada görüyor. Bu bağlamda küreselleşme sürecinin
sebep olduğu temel sorunlardan bir tanesi, ekonomik olduğu kadar politik alanda
da ulus devletlerin bağımsız özneler yani kendi başlarına anlamlı toplumsal
birimler olmaktan çıkmalarıdır. Küreselleşme yürürlükteki haliyle ulus devletin
egemenliğini yine ulus devlet araçlarıyla erozyona uğratmaktadır. Kısacası
küreselleşmeye yön veren aktörlerin zaman içinde konumlarında değişiklikler
yaşanmış, ulus devletler güçlerini kaybederken, ulus ötesi şirketlerin önemi
artmıştır. Aslında ulus devletler, ulus ötesi şirketler ve uluslar arası malî
kuruluşlardan sonra üçüncü sırada yer almaya başlamıştır.
4. ULUS-DEVLETİN AŞINMASI VEYA PARADİGMALARIN İFLASI; ULUS
DEVLETİN AŞINMA SÜRECİ VE GELİŞTİRİLEN SÖYLEMLER
Globalleşme
sürecindeki ulus devlet olgusu, bir çok alanda olduğu gibi ekonomi alanında da
birtakım yetkilerini ulus üstü kurumlara devretme durumuyla karşı karşıya
bırakılmıştır. Sürecin bu noktasında kurumsal kimlik temelinde çeşitli
örgütlenmeler meydana getiren küresel sistem, bu yolla mevcut ulus devletlerin
karar alma, uygulama ve denetim gibi en temel yetkilerini aşındırmaktadır.
Özellikle, İkinci Dünya Savaşından sonra geliştirilen ve uluslar üstü nitelik
kazandırılan Dünya Bankası, IMF, OECD ve GATT gibi küresel kapitalizmin
kurumlarını ve uyguladıkları politikaları bu gerçeklik temelinde
değerlendirmekte fayda vardır. Nitekim NATO, IMF, AB, İnsan Hakları Evrensel
Beyannâmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, uluslar ötesi şirketler ve
hükûmetler dışı sivil toplum kuruluşları gibi anlaşma, kurum, kuruluş ve
düzenli toplantı-konferanslar yoluyla ulus-devletler kuşatılmakta, uluslararası
sistemde ulus-devletlerin yanında yeni hukuk kaynakları ve vaz edicileri rol
oynamaktadır.
Böylece
devlet, uluslararası alanda egemenliğinden ve hukuk yapıcılığından bir ölçüde
tâviz vermek durumunda kalmaktadır. Gelinen noktada ulus-devletler küresel
politikalarla sermayenin mantığına göre şekillendirilip yeniden
biçimlendirilmektedir. Bununla birlikte, merkezi yetkilerin gittikçe yerel
yönetimlere devredilmesi ve karar mekanizmalarının merkezden alınarak alt
birimlere devredilmesi ulus devletlerin küreselleşme sürecinde karşılaştığı bir
diğer sorundur.
Giderek
artan ekonomik ve kültürel bağlar, ulus-devlet yapısı içindeki hükûmetlerin
gücünü ve etkinliğini azaltmakta, hükûmetler; ekonomik nesnelerin, teknolojik
yeniliklerin, bilgi, haber ve fikirlerin akışını kontrol etmekte güçlük
çekmekte ve bu çerçevede başvurulan iç politika tedbirleri etkinliğini
kaybetmektedir. Yine, ulus-devletlerin millî ekonomik politika izleme imkânı
giderek azalmakta, pazar sınırlarının aşınması bir ölçüde millî siyasî
sınırların da aşınması anlamına gelmektedir. [12]
Küreselleşme,
millî düzeyde birey ile devlet arasında bir tampon alan oluşturulmasına
çalışmakta, devletin egemenlik alanı bir yandan küresel aktörler tarafından
paylaşılmak istenirken, bireyin de egemen bir özne olarak devletin egemenlik
anlayışını içerde sınırlamasının yolları açılmaktadır. [13] Bu süreçte;
uluslararası örgütler, insan hakları kuruluşları ve uluslararası sözleşmelerle
bireyi, kendi devletine karşı koruma amacı yönünde bir eğilim göze
çarpmaktadır. Bu eğilimin, millî vatandaşlık ile evrensel insan hakları
arasındaki diyalektik gerilimden beslenmekte olduğu söylenebilir. Yine tarihsel
olarak, ulus-devlet çerçevesinde şekillenen insan hakları ve yükümlülükleri,
giderek artan ölçülerde ulus-devlet sınırlarını aşarak evrensel bir aşamaya
doğru yol almaktadır. Bu ve benzeri sebeplerle, artık, dünya vatandaşlığının
inşâsından söz edilmektedir. Dünya vatandaşlığı, İnsan Hakları Evrensel
Beyannâmesi’nde düzenlemeye konu edilmiştir. Bu beyannâme, millî sınırları aşan
haklara sahip bir küresel vatandaşlık yaklaşımını sergilemektedir. Beyannâme,
her devletin kendi vatandaşlarına haklar tanıması gerektiğini ve her insanın
millî vatandaşlık hakkına sahip olduğunu ısrarla belirtmektedir. Ancak bu
hakları sağlamak ve korumak bakımından yetkili uluslar üstü bir otorite de
yoktur. Yine bu konuda devletleri zorlayacak bir dünya devleti de söz konusu
değildir. Bu durumda, dünya vatandaşı hâline gelen insanlar, haklarının
korunması için yine ulus-devletlere başvuracaklardır. [14]
Bütün bu
değişmelere ve ulus-devletin gücünü yitirdiğiyle ilgili iddialara rağmen,
günümüzde dünya hâlâ ulus-devletler dünyasıdır. Dünya küresel çapta bir
ulus-devletler sistemidir. Bu sistem içinde ulus-devletler, çok çeşitli siyasî,
ekonomik, ticarî, kültürel ve iletişim ilişkileri içindedirler. Bu ilişkiler,
dünya ölçeğinde bir uluslararası ilişkiler sistemine temel oluşturmaktadır.
Ancak, uzun bir siyasî, sosyal ve ekonomik evrimin ürünü olan geleneksel
ulus-devlet yapılanmasının başlıca üç kaynaktan beslenen bir tehdit altında
olduğu söylenebilir. [15] Bunlar; küresel ekonomik dinamikler, ekolojik
meseleler ve ulus-devletin normatif çerçeve ya da bir referans çerçevesi olarak
meşrûiyetinin erozyona uğraması olarak sıralanabilir.
Günümüzde
devlet, bir yandan bütünleşmeye doğru giden oluşumlarla, diğer yandan
parçalanmaya ve ayrışmaya doğru ilerleyen hareketlerle yüz yüze gelmektedir.
Yine, aynı şekilde bir taraftan uluslarüstüleşme gelişirken, diğer yandan
yerelleşmeye doğru bir gidiş söz konusu olabilmektedir.
Bu
kapsamda; NAFTA, AB ve GATT daha fazla bütünleşmeye yönelik adımları temsil
etmektedir. Uluslararası ekonomi kaçınılmaz bir şekilde küreselleşmeye doğru
gitmektedir. Tüketime dayalı kapitalizm, daha geniş pazarlara, malları ve
hizmetleri üretme ve paylaştırmanın daha etkin tarzlarına ihtiyaç duymaktadır.
Uluslararası şirketler, ucuz işgücü temini, ham veya işlenmiş maddelere ulaşma
konusunda millî sınırları herhangi bir şekilde aşma konusunda giderek daha
fazla ustalaşmaktadır. [16] Diğer yandan, sayıları giderek artan ve birçok
alanda faaliyet gösteren hükûmetler arası örgütlerin ve hükûmetler dışı oluşumların
dünya sistemi içinde, hukuku oluşturmak ve şekillendirmek bakımından önemli
roller oynadıkları da söylenebilir. Bu süreçte ulus-devletler, sadece siyasî
egemenlik alanlarına giren nüfusun siyasî olarak eklemlenmiş çıkarlarına göre
davranırken, hesap yapamaz hâle geldiklerinden, siyasî olarak kontrol etme
umutlarını giderek daha çok kaybettikleri kuvvetlerin icra kurumları ve tam
yetkili temsilcilerine dönüşmektedirler. Günümüzde, serbest ticaret
kurallarının kayıtsızca ve önüne geçilmez bir biçimde yayılması ve hepsinden
önce sermaye ve finans kaynaklarının serbest hareketi sebebiyle “ekonomi”
tedricî bir şekilde siyasî kontrol alanı dışına çıkmakta, [17] ekonomi,
politikanın önüne geçmekte, politika artık ekonomik gerçekler ve gelişmeler
tarafından belirlenmektedir. [18] Bu açıdan küreselleşme, milletler arasında
her bakımdan karşılıklı bağımlılığı arttırmakta [19] ve bireyleri çok uzakta
meydana gelen olaylara ve alınan kararlara bağımlı hâle getirmektedir. Bu
bağımlılığın bir olgu olmasına karşılık, küreselleşmenin nasıl bir
“uluslararası sistem” oluşturacağı ise henüz belli değildir.
Bu anlamda,
teknolojik ilerlemeler, pazar serbestisinin gelişmesi, yurttaşların kendi
hükûmet yapılarıyla değişen ilişkileri gibi etkenler, ulus-devletin kimliğine yönelik
doğrudan bir tehdidi temsil etmekte, ulus-devlet bünyesindeki nispeten
istikrarlı siyasî, sosyal ve ekonomik organizasyon, hem merkezcil hem de
merkezkaç güçler tarafından aşındırılmaktadır. Bu duruma son verecek bir oluşum
ise henüz ortada gözükmemektedir.
Ekonomik
bakımdan, yetkilerini giderek uluslarüstü kurumlara devretme durumuyla karşı
karşıya kalan ulus-devlet, uluslararası sermayenin önündeki engel olarak
algılanmakta, [20] bir yandan millî egemenlik aşındırılırken, diğer yandan
uluslararası sermayenin kendi kuralları egemen kılınmak [21] istenmektedir.
Küreselleşme sürecinin paradoksal bir biçimde doğurduğu parçalanma ve
ufalanmaların ürünü olan etnik ırkçı hareketler, kendilerini ve dünyayı yeniden
gözden geçirmektedirler. Kısaca, ulus-devletler, uluslarüstü yeni ve bir o
kadar da etkili argümanların ve bölgeselleşme çabasındaki aktörlerin yoğun
baskısı altında olduklarını ve bu baskının iki yönlü bir seyir izlediğini
belirtebiliriz. Zira üstten gelen bu baskılara ilave olarak alt tabakadakiler
tarafından geliştirilen etnik temelli kültürel sıkıştırmalar söz konusudur.
5. “ULUS DEVLET”İN ÇÖZÜLMESİ VE TEMEL SORUNLAR
Sermayenin
çıkarlarını korumayı amaçlayan bu ideolojinin devreye girişi ve egemen oluşunun
ardından günümüzde ulus-devletler artık birtakım işlevlerini kaybetmekte buna
karşın özellikle de küresel düzeyde birtakım yeni işlevler üstlenmektedir. Bir
anlamda küreselleşme süreci ulus-devletleri kendi çıkarları doğrultusunda
dönüşüme uğratarak yeni işlevler yüklemekte ya da belli işlevleri sürdürmesini
beklemektedir ki bu da emeğin ulus-devletin sorumluluk alanı içinde
değerlendirilmesi ve bu yönde uygulamaların geliştirilmesidir. [22] Peki bu
süreçte ulus-devleti kim koruyacak? Bu soruya Boratav şöyle cevap veriyor;
Ulus-devletin aşınımı sürecinde ulusal ekonomiyi ve onun sınırlarını belirleyen
ana öğe, emeğin hareket serbestisinin sınırlarıdır. Dolayısıyla, ulus-devletin
varlığının korunmasında nesnel çıkarları olan başlıca toplumsal güç, emekçiler
olur. [23]
Ulus-devletin
ve sınırlarla çevrilmiş topraklar kanalıyla kurulan toplumsal denetim günümüzde
hala işlevselliğini koruduğu bir alan bulunmaktadır. O da nüfus ve emek
alanıdır. Günümüz küreselleşen dünyasında bilgi, sermaye mal akımlarını
sınırlar engelleyememektedir. Ama sınırlar nüfusun ya da emeğin yer
değiştirmesinde bir engel oluşturmakta, onları ulus-devletin sınırları içinde
tutmaktadır. [24]
Küreselleşmenin
ulus devlet baskısı Thompson’un ve Hirst’in de gözünden kaçmamıştır: Ulus-devlete
yapılan global baskı, zaten “baskıcı” ulus-devletle karşı karşıya bulunan sivil
toplumun bastırılması için yeni tarzlar oluşturdu; Bu, Üçüncü Dünyadaki
toplumsal bütünlüğü zedeleyip toplumdaki demokratik alanı küçülttü. Sivil
toplum, toplumsal iktidarın alanındaki yeni dönüşümler sonucu havasızlıktan
boğuldu ve ifade özgürlüğü geçici bir durum halini aldı. [25] Samir Amin’e
göre, “yeni globalleşme (1990’lardaki) ulus-devletin kendi ekonomisini kontrol
altında tutma kabiliyetini elinden almış, (buna karşılık) devletin varlığını
ortadan kaldırmamıştır.” [26] Globalleşme, herhangi bir kontrolden bağımsız
yeni bir tür rekabet amacı uyarınca ulus-devletin mekanını ve sınırlarını
herkese açmak için, ona meydan okumaktadır.
Sadece
iktisadî faaliyetler vasıtasıyla sıkıştırılmışlık hissi değil, yeniden
canlanabilecek bir kültürel alışkanlık ve siyasal kontrolün elden kaçması
korkusu da ulus-devletleri tedirgin etmektedir. [27] Özellikle de İkinci Dünya
Savaşı’ndan modernleşmeciler, gelişmekte olan ülkelere Batı Avrupa Ülkelerinin
ulus devlet modelini örnek olarak göstermekteydiler. Bu modele göre; güçlü
merkezî bir devlet, hem ulusal sanayinin gelişmesini sağlayacak hem de sosyal
adaleti gerçekleştirecektir. Bu dönemlerde ülkenin kendi kendine yetmesi ve
ulusal kalkınmanın erdemleri dayatılmıştır. Günümüzde ise sınırsız bir serbest
değişim dayatılmaktadır. Bu durum ulus devlet modelinin gücünü yitirmekte
olduğunu söylemektedir. [28] Dünya, ekonomik yönden bütünleşmektedir. Bu
bütünleşme süreci içinde gelişmiş ülkeler teknolojik örgütlenme ve teknoloji
üretimi, finansman sistemi gibi işlevleri ellerinde tutarken; üretim çevre
ülkelerde yaygınlaşarak gerçekleşmektedir.
Küreselleşme
süreci, sermaye egemenliğinin dünya çapında tesisidir. İddialarının içinde yer
alan en önemli hususların başında ise ulus devletin gününün dolduğuna dair bir
görüş yer almaktadır. [29] Ama bu süreç gerçekte güçlü ulus devletlerin
çıkarına işlemektedir. Bu sürecin nimetlerini ABD toplamaktadır. ABD’nin tek
süper güç olarak küresel oyunun kurallarını belirlemekte olduğunu, bilgi
çağının yeni ekonomisinin ilk öne çıkanın arayı açmasına ve kazananın bütün
ikramiyeyi almasına olanak tanıdığını da unutmamak gerekmektedir.
Küreselleşme
süreci işlevleri azalan ulus-devletin farklı toplumsal grupları bir arada tutan
yapıştırıcı işlevini azaltıyor. Bu sürecin çok yönlü bir oyun olduğunu
teknolojiden başlayıp, ekonomiden geçip, toplum düzeni, yönetim yapısı ve
düşünce dünyasına kadar etkileri olduğu görülmektedir. [30] Bu sürecin teknolojik
yansıması da ifadesini e-devlette bulmaktadır. Küreselleşmenin ulus devlet
aleyhindeki yanını, sosyolog Daniel Bell’in 12 ulusun artık büyük problemleri
çözemeyecek kadar küçük, küçük problemleri çözemeyecek kadar büyük olduğu
şeklindeki saptaması çok iyi anlatmaktadır. Bugün dünyanın en büyük yüz
ekonomisinden ellisinin devletler değil şirketler olması; dünyanın en zengin üç
adamının servetinin, 48 ulus devletin ya da bir başka deyişle dünya nüfusunun
üçte birinin gelirinden fazla olması [31] bunu apaçık gösteriyor.
6. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDEKİ “KARA PARA” OLGUSU
Toplumlarda
yüksek kazanç sağlayan uyuşturucu, silah kaçakçılığı, terör, çocuk ve kadın
ticareti ve adam kaçırma gibi örgütlü işlenen suçlar sonucu elde edilen her
türlü maddî menfaat ve değerlere “kara para” adı verilmektedir. [32] Yasa dışı
ve kayıt dışı oluşan bu para uluslar arası finansal sistemde dönen önemli bir
büyüklüğü temsil etmektedir. Kanunların suç saydığı fiillerin işlenmesinden
elde edilen para veya para yerine geçen evrakların ve senetlerin, malların veya
gelirlerin, bir para biriminden diğerine çevrilmesi de dahil olmak üzere,
çeşitli malî işlemlerle birinden diğerine dönüştürülmesinden ekonomik çıkar
elde edilmesi amacını güden bu para, [33] aklanabilmek için malî sistem içinde
kendine yer edinmeye çalışmaktadır. Çeşitli yöntemlerle kontrol altına alınmak
istense de bu konuda pek bir başarının sağlandığı söylenemez.
Dünya
ekonomisinin küreselleşmesi, birçok kapalı ekonominin açık hale gelmesini
sağlamakta, dünya ticaretini, dünya üretiminin üstüne çıkarmakta ve
uluslararası piyasaların gelişmesi bireylerin ve kurumların fonlarını sınırsız
olarak en yüksek getiriyi alabilecekleri yerlerde değerlendirmelerine imkân
tanımaktadır. Bunun yanında küreselleşme, modern dünyamızın karakteristiklerinden
biri olarak suç alanını da etkilemekte ve organize suçluluk artan ölçüde
küresel bir boyut kazanmaktadır. Küreselleşme bir yandan piyasaların işlem
hacmini ve çeşitliliğini arttırarak, diğer taraftan da mal ticaretini
arttırabilmek için gümrüklerdeki bürokrasiyi basitleştirmeye dönük uygulamalar
yaparak, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi kara paranın elde edildiği
suçların işlenmesini kolaylaştırmaktadır. [34]
Bu ortamda
ülkelerin kendisini koruyabilmesi her zaman mümkün olmamakta, bir ülkenin kara
para aklaması diğer ülkeler ve küresel finansal sistem açısından sorun
oluşturabilmektedir. Bütün bir dünya malî sisteminin entegrasyonu anlamında
küreselleşme, para aklamayı gerçekten uluslararası bir olgu haline getirmiştir.
Organize suç örgütleri ve sistemin açıklarını bilen bilinçli fertler, açık
sınırlardan, özelleştirmeden, serbest ticaret bölgelerinden, sınır güvenliği
sağlayamayan devletlerden, kıyı ötesi bankacılık hizmetlerinden, elektronik
malî transferlerden, akıllı kartlardan, siber bankacılıktan faydalanarak her
gün milyonlarca dolarlık kara parayı aklayabilmektedir. [35]
Dünya
çapındaki kara paranın boyutunu olayın esası yasa dışı olduğu için kesin olarak
tespit edebilmek oldukça güçtür. IMF’nin Uluslararası Malî İstatistikler Departmanı
dünyadaki toplam kara para miktarını 700 milyar ile 1 trilyon dolar arası bir
rakam olarak bildirmektedir. ABD gayri safi millî hasılasının 8 trilyon dolar
civarında olduğu düşünüldüğünde bu miktar büyük bir rakamdır. Bu rakamda yıllık
80 ile 100 milyar dolar arası bir artış da söz konusudur. Sadece uyuşturucu
ticaretinde yıllık yaklaşık 500 milyar dolarlık bir hacimden bahsedilmektedir.
Hatta bazı Latin Amerika ülkelerinin dış borç ana para ve faiz ödemelerinin bu
paralar sayesinde ödenebildiği belirtilmektedir. [36] Dünya üzerindeki mevcut
kara paranın belli bir büyüklüğü her yıl malî sisteme dahil olmak için aklama
operasyonlarına konu olmaktadır. Yine IMF’nin tahminlerine göre, kara para
aklama miktarı küresel gayri safi millî hasılanın yaklaşık %2’si ile %5’i
oranındadır. G-7 ülkeleri (Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere
ve ABD) ile Avrupa toplulukları komisyonu tarafından 1989 Temmuz’unda
Paris’teki G-7 zirvesinde, kara para aklama ile mücadelede uluslararası
işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş FATF(Financial Action Task Force
on Money Laundering)’a göre, dünya bankacılık sisteminde her yıl 300 milyar
dolar aklanmaktadır.Tabloda görüldüğü gibi,1990 yılında FAFT Avrupa ve ABD’de
kokain, eroin ve esrar satışlarının toplam tutarının yaklaşık 122 milyar dolar
olduğunu ve bunu yaklaşık 85 milyar dolarının aklanmış olabileceğini tahmin
etmiştir. [37] Bu rakama dünyanın diğer bölgeleri ile silah ticareti, kadın ve
çocuk ticareti, sentetik uyuşturucu ticareti gibi kara para miktarları dahil
değildir.
Avrupa’da ve ABD’de
Uyuşturucu Ticareti Miktarı (1990 - Milyar $)
UYUŞTURUCU MADDE |
ABD |
AVRUPA |
TOPLAM |
Kokain |
6.1 |
28.8 |
34.9 |
Eroin |
2.3 |
10 |
12.3 |
Hint Keneviri |
7.5 |
67.2 |
74.7 |
TOPLAM |
15.9 |
106 |
121.9 |
Kaynak: Günay-Şahbazov, 1999: 135.
SONUÇ YERİNE: KÜRESELLEŞMEYE NASIL GELİNDİ?
Küreselleşme
olgusu günümüzde adeta moda olmuş bir deyimdir. Bu olgu, uygarlık gelişimiyle bağlantılı
olarak gelişmiştir. Yerküreyi içine alan bütünleşme, kapitalist uygarlığın
gelişim aşamasında, 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başında ortaya çıktı. Bilim
adamları bu dönemin kapitalist gelişmesini, kapitalizmin emperyalist aşaması
olarak tanımladılar. Bu süreç yaşanırken uygarlığın yeni bir kimliğe
kavuşmasını öngördüler ve buna Sosyalizm dediler. Bu düşüncelerden doğan
ekonomik, siyasî ve askerî sistemler büyük mücadelelere sahne oldu.
20.yüzyıl
boyunca kademeli olarak üç büyük mücadele yaşanmıştır. Bunlar; Birinci Dünya
Savaşı'yla dünyayı paylaşma savaşı, kapitalizmin faşizm adı altında son bir
hamleyle dünyayı ele geçirme saldırısı (İkinci Dünya Savaşı) ve ABD'nin yeni
sömürgecilik temelinde dünyaya hükmetme hamlesiydi. Bütün bunlara karşı ve
bunları aşmak üzere reel sosyalizm, Ekim Devrimi temelinde yeni bir uygarlık
oluşturma arayışındayken üst düzeyde bir çözülüşe gitti ve yeni bir dönüşüm
süreci yaşadı. Mevcut durumda küresel bütünleşme bu temelde gelişiyor.
20.yüzyılda yaşanan bilimsel teknik devrimin ardından internet düzeyine ulaşan
haberleşme düzeyi ile ortaya çıkan iletişim devrimi yeni devrimsel gelişmeler
meydana getirdi. Bunlar maddî gelişmenin, bilimsel-teknik gelişmenin bir
zorunluluğu olarak ortaya çıktı. Bunlara dayalı olarak da artık yeni bir
ekonomik, sosyal ve siyasal sistemin gelişme zorunluluğu var.
20.yüzyılın
ikinci yarısında, daha çok da son çeyreğinde hızla yeni aşamalar kaydeden
bilimsel-teknik devrim üzerinde yepyeni bir ekonomik düzen oluşuyor, dünya
ekonomisi birleşiyor. Sanayi devriminin buhara, kömüre, petrole dayanan, daha
sonra elektriği kullanan ulusal ekonomisi artık bu teknik gelişmeye dar
geliyor. Bu ekonomik sistem, insanlığı doyurmaya yetmiyor. Daha ileri bir yaşam
düzeyinin gelişmesinin önünü alıyor, dolayısıyla değişmesi gerekiyor. Ekonomik
alt yapı, fabrika üretimi yenileniyor. Enerji, kalite ve yoğunluk bakımından
yeni bir üretim düzeyini ifade ediyor, daha az emekle daha fazla üretkenliğin
ortaya çıkmasına yol açıyor. Bunlar yadsınamayacak gerçeklerdir. Bu gerçekler
üzerinde yeni bir sosyalite gelişiyor. Sosyal yapı hızla değişiyor, değer
yargıları ve yaşam biçimleri her bakımdan farklılaşıyor. Bu da bütün bunlara
denk düşecek bir siyasî ve askerî sistemi gerektiriyor.
Mevcut
durumda dünya ölçüsünde yaşanan siyasî ve askeri mücadeleler aslında bunu ifade
ediyor. Sovyetlerin çözülüşünün ve 11 Eylül olaylarının ardından gelişen yeni
bir uluslararası sistem oluşturma mücadelelerinin anlamı budur. Eski siyasî ve
askerî sistemler, ortaya çıkan yeni teknik gelişmelerin yol açtığı ekonomik,
sosyal, kültürel ve düşünsel gelişmelere denk düşmüyor, onunla çelişiyor ve
gelişiminin önünde ayak bağı oluyor. Dolayısıyla bu siyasî ve askeri
sistemlerin yeniden yapılanması gerekiyor. Bu da değişik alanlarda çeşitli biçimlerde
mücadelelere yol açıyor. Körfez Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği
çözüldü.11 Eylül süreciyle de ABD'nin yeni sömürge sistemi başarısızlığa
uğradı. Yeni sömürgeciliğe dayanan ABD sisteminde de bir çözülüş süreci
yaşanıyor. Dünya küresel bütünleşmeye bu temelde gidiyor.
Bu temelde
düşünce ve politika üretmeye globalizm deniliyor. Küreselleşme, ekonomik,
sosyal, siyasal, kültürel ve askerî alanlarda maddî bir olgunun yerküre
çerçevesinde, toplumsal bütünleşme temelinde ifadelendirilmesidir. Globalizm
ise böyle bir bütünlüklü bakış açısını ifade ediyor; ekonomik, sosyal,
kültürel, askerî ve siyasal alandaki yaklaşımları, yani siyasetleri tanımlıyor.
Bu açıdan baktığımızda yeni yaklaşımların ve siyasetlerin hangi güçler
tarafından gelişeceği insanlık açısından hayli önem taşımaktadır. Dolayısıyla
çalışmamıza konu olan ulus devlet gerçeğini ve bu konudaki temel sıkıntıları bu
çözümlemeler ışığında değerlendirmek süreci anlamamız açısından hayli yardımcı
olacaktır. Dünya ölçeğinde hızla gelişerek varlıklarını sürdüren ve ulus
devletin üstünde bir konuma yerleşen ve uluslar üstü sermayenin önderlik ettiği
çok uluslu şirketler, gelinen noktada ulus devleti kendi mantığı doğrultusunda
ve kapitalist kurumların da yardımıyla aşındırarak yeniden biçimlendirmektedir.
Sonuç olarak, dünyanın bu yeni evresinde her yeni sürecin beraberinde pek çok
sıkıntı getireceği ve herkesin bütün bunlara karşı hazırlıklı olması gerektiği
akıllardan çıkarılmamalıdır. Aksi halde küreselleşmenin hızına ve yeni gelişen
şartlara ayak uydurmak epey güç olacağa benziyor.
Deniz Özyakışır,
Kafkas, İktisat, Yüksek Lisans Programı.
DİPNOT - REFERANS
[1]
Thompson & Hirst, a.g.k. s.8.
[2]
Ölmezoğulları, a.g.k. s.82.
[3]
Keyman, a.g.m. s.74.
[4]
Giddens, a.g.k. s.20.
[5]
Marcuse, a.g.m. s.201.
[6]
Jospin, a.g.m. s.62.
[7]
Yüksel, a.g.k. ss.11-12.
[8]
Manisalı, a.g.k. ss.10-13.
[9]
Sarıbay, a.g.k. s.15.
[10]
Thompson, a.g.k. s.204.
[11]
Keyder, a.g.k. s.11 (*Keyder’e göre bu ideolojinin “muhayyel bir cemaat”
tasarımı bir anlamda parçalanan cemaatleri bir üst düzeyde yeniden oluşturma
projesiydi. Böylece toplumsal parçalanmanın olumsuz sonuçları bir parça da olsa
izale edilebilecekti. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Çağlar Keyder “Ulusal
Kalkınmacılığın İflası”, Metis Yayınları,1993, s.11)
[12]
Yüksel, a.g.k. s.103.
[13]
Dağı D., a.g.m. s.270.
[14]
Yüksel, a.g.k. s.122.
[15]
Yüksel, a.g.k. s.123.
[16]
Kazgan, a.g.k. s.52.
[17]
Bauman, a.g.k. s.77.
[18]
Çeçen, a.g.k. s.119.
[19]
Arıboğan, a.g.k. s. 253.
[20]
Kazgan, a.g.k. s. 35.
[21]
Işıklı, a.g.m. s . 28.
[22]
Erbaş, a.g.m. s.186.
[23]
Boratav, a.g.k. s. 20.
[24]
Tekeli, a.g.m. s.121.
[25]
Thompson, a.g.k. s. 213.
[26]
Amin, a.g.k. s. 71. (*Bu konuyla ilgili olarak Ellen M. Wood: “Anti kapitalist
bir mücadele için ulusal ekonomi ve devletler hala temel alan olabilir” diyor.
Daha fazla bilgi için bakınız:”Ulus-Devlet Dünyasında Küresel Kapitalizm” Ellen
M. Wood, Cosmopolitik (Üç aylık dünya solu dergisi), Ekim 2001 Sayı:1 s.118.)
[27]
Ünüvar, a.g.m. s. 69.
[28]
Sayın, a.g.m. s.482-483.
[29]
Özdek, a.g.m. s. 26.
[30]
Kazgan, a.g.k. s. 246-247.
[31]
Başkaya, a.g.k. s. 21. (*Birleşmiş Milleler Kalkınma Programı’nın (PNUD) 1992
raporuna göre, dünya nüfusunun %40’ı dünya gelirinin %3.3’ünü alıyor... 1980’de
102 az gelişmiş ülkenin dünya ihracatındaki payı %7.9 dünya ithalatındaki payı
da %9’du. Bu oranlar 1990’da sırasıyla %1.4 ve %4.9’a geriledi...Bu konuda
bakınız:Fikret Başkaya “Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü”, İmge
Kitabevi, Aralık, 2000, s.12.)
[32]
Günay, a.g.m. s. 122-162.
[33]
Gümüşkaya, a.g.m. s. 16.
[34]
Akdiş, a.g.m. s. 4.
[35]
Günay, a.g.m. s. 134.
[36]
Özsoylu, a.g.m. s. 13.
[37]
Günay, a.g.m. s. 135.
KAYNAKLAR
Akdiş,
Muhammet; Para Politikalarının Ekonomik
İstikrar Üzerindeki Etkinliği ve Türkiye, Afyon Kocatepe Üniversitesi
Yayınları, No:2, 2000.
Arıboğan,
Deniz Ülke; Kabileden
Küreselleşmeye-Uluslararası İlişkiler Düşüncesi, Sarmal
Yayınları, İstanbul, 1998.
Amin,
Samir; Çağımızın Kriziyle Yüz Yüze, Oxford Press, Kahire, 1997.
Bauman,
Zygmunt; Küreselleşme: Toplumsal
Sonuçları, Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1999.
Başkaya,
Fikret; Küreselleşme mi, Emperyalizm mi?
Piyasacı Efsanenin Çöküşü, Ankara, 1999.
Boratav,
Korkut; Kriz Gelir Dağılımı ve
Türkiye’nin Alternatif Sorunu, Ankara, Kaynak Yayınları, 2000.
Çeçen,
Anıl; İnsan Hakları, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1995.
Dağı,
D. İhsan; “Demokratikleşmenin Ön Şartı: Küreselleşme”, Yeni Türkiye, Sayı:29, Eylül-Ekim 1999.
Erbaş,
Hayriye “Küresel Kriz ve Marjinalleşme Sürecinde Göç ve Göçmenler”, Doğu Batı, Sayı:18, Ankara, 2002.
Giddens,
A.; Elimizden Kaçıp Giden Dünya,
Çev. O. Akınhay, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000.
Gümüşkaya,
Hayrettin; “Kara Para Kavramı ve Kayıt Dışı Ekonomi İlişkisi” Vergi Sorunları Dergisi, Sayı:115,
Nisan 1998.
Günay,
Ayşe-Şahbazov; “Küreselleşme Sürecinde Malî Suçlar ve Malî Suçları Önlemeye
Yönelik Olarak Yapılan Çalışmalar”, Vergi
Sorunları Dergisi, Sayı:130, Temmuz 1999.
Hirst,
P – Thompson, G; Globalleşme
Sorgulanıyor, Çev: Çağla Eldem, Elif Yücel, İstanbul, Dost Yayınları, 1998.
Işıklı,
Alpaslan; “Yeni Dünya Düzeninde Emek Sermaye Çelişkisi”, Mülkiye Dergisi, Cilt: 24, Eylül-Ekim, 2000.
İlkin,
S.&Tekeli, İ; “Küreselleşme Ulus-Devlet Etkileşimi Bağlamında AB-Türkiye
İlişkilerinin Yorumlanması”, Doğu Batı,
Sayı:10, Ankara, 2000.
Jospin,
Lionel; “Küreselleşme Siyasî Yapıda Bir Sorundur, Siyasî Bir Cevabı
Gerektirmektedir.” İdea ve Politika,
Yaz 2001.
Kazgan,
Gülten; Küreselleşme ve Ulus Devlet-Yeni
Ekonomik Düzen, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2000.
Keyder,
Çağlar; Ulusal Kalkınmacılığın İflası,
Metis Yayınları, 1993.
Keyman,
E. Fuat; “Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri”, Düşünen Siyaset, Sayı:2, Mart 1999.
Keyman,
E. Fuat; “Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri: Türban Sorununu Anlamak”,
Global Yerel Ekseninde Türkiye,
Der.:E.F. Keyman, A.Y. Sarıbay), Alfa
Yayınları, İstanbul, 2000.
Manisalı,
Erol; Yirmi Birinci Yüzyılda Küresel
Kıskaç Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Türkiye, İstanbul, 2001.
Marcuse,
Peter; “Küreselleşmenin Dili”, Çev: Ali Tartanoğlu, Mülkiye Dergisi, Cilt:XXV, Sayı:229, Temmuz-Ağustos 2000.
Ölmezoğulları,
Nalan; Ekonomik Sistemler ve
Küreselleşen Kapitalizm, Ezgi Kitabevi Yayınları, 1999.
Özdek,
Yasemin; “Globalizmin İdeolojik Hegemonyası: Yansımalar.” Amme İdaresi Dergisi, Cilt 32, Sayı :3 Eylül 1999.
Özsoylu,
Fazıl Ahmet; “Suç Ekonomisi ve Mafya”, Forum
Dergisi, Yıl:5, Sayı:11, Kasım 1998.
Sayın,
Ö; “Küreselleşmenin Sermaye ve İşgücü Üzerine Etkileri”, Sosyoloji Derneği Yayınları, No:5, Ankara 1996.
Sarıbay,
Yaşar Ali; “Küreselleşme, Post-Modern Uluslaşma ve İslâm”, Küreselleşme Sivil Toplum ve İslâm, (Der.: Fuat Keyman, A.Y.
Sarıbay), Vadi Yayınları, Ankara, 1998.
Ünüvar,
Kerem; “Keyder’in Kitabı Vesilesiyle Ulus-Devlet, AKP, Globalleşme ve AB:
Memalik-i Mahruse-i Şahane”, Birikim,
Sayı:178, Şubat 2004.
Yüksel, Mehmet;
Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye, Siyasal
Kitabevi, Ankara, 2001.