FİNANSAL
KÜRESELLEŞME VE
İÇİNDEKİLER:
GİRİŞ
1.FİNANSAL KÜRESELLEŞME; KAVRAM,
TEORİK YAPI
2.FİNANSAL KÜRESELLEŞME
2.1. Süreç, Boyut, Etki
2.2. Biçim, Araçlar
3. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE ULUS
DEVLET
4. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE
5. İKTİSAT POLİTİKASI TRİLEMMASI (ÜÇ
AÇMAZ)
SONUÇ
GİRİŞ
“Uluslararası
ekonomi devletlerin bağımsızlığına saygılıydı ve alışveriş yatırım ve kredi yoluyla
henüz entegre olmamış bir bütünün özerk parçaları arasındaki ilişkiyi kurardı.
Kapitalizm, tarihin belli bir evresine büyük ölçüde devletler tarafından
korunan hatta düzenlenen ulusal pazarların sermaye birikiminin asal temelini
oluşturduğu evreye denk düşüyordu. Uluslararası yatırım gibi ticarette
bütünleyicilik ölçütleri üzerindeki temele bağlı kalmaya devam ediyordu.
Küreselleşme
olgusu bu sürecin devamından çok bir dönüşümü ifade ediyor. Küresel ekonominin
bütününü oluşturan parçaların gittikçe daha fazla entegre olması, ona kendine
özgü bir dinamik kazandırıyor ve bu dinamik, devletlerin kontrolünden giderek
devletlerin kontrolünden çıkıyor ve paranın kontrolü kamu finansmanının idare
edilmesi gibi devletlerin bazı başlıca egemenlik alanlarına zarar veriyor.
İletişim devrimi sayesinde verilerin, imajların ve sermayenin dolaşımının aşırı
boyutlara ulaşması birçok alanda sınır ya da bölge kavramlarını ortadan
kaldırıyor.” Jacques ADDA
Jacques
Adda küreselleşmeyi*-farklı açıdan-:‘Dünya
çapında sermaye birikimine engel teşkil
Kapitalizm
yalın manada zenginleşme temeline dayalı sermaye stokunda mutlak artış için
öngörülmüş basit kâr maksimizasyonu süreci olarak algılanabilir. Zenginleşme
tabiri burada önemli çünkü stok olarak bir değişkeni değil (kısmen zenginlik)
akım olarak akışkan olarak bir devinim sürecini ifade ediyor. Yani sınırsız
sermaye birikimi için kâr maksimizasyonuna dayalı iktisadî faaliyet (üretim,
ticaret vs.) Zincirde açıklamadığımız kapitalizmle küreselleşme sürecini
örtüştürecek diğer tanım uluslararasılaşma. Sınırsız sermaye birikimi ulusal
bir ekonominin üretip tükettiği ticaretinden finansal hareketlere kadar sınırlı
bir alanı ifade ediyorsa; o zaman kapitalizmin zenginleşme mantığını
uygulayabileceği alan uluslararası ekonomidir. Gerçekten de kapitalist süreç
merkantilizm(prekapitalist dönem)’den itibaren incelendiğinde uluslararası
iktisadî faaliyetlerle şekillenip vücut bulmuştur ve bu süreç sermayenin kâr
maksimizasyonu için uluslararası satıhta serbestçe dolaşımı ve engelsiz
ortamlarda faaliyet göstermesiyle (liberal söylemle)diğer ekonomilere ve diğer
iktisadî yapılara nüfuz edebilmek için dönüşüm süreci geçirmektedir. İşte bu,
Kapitalizmle Küreselleşmeyi açıklayan en basit kurgudur.
Kurguladığımız
bu küreselleşme mantığından hareketle dahi sermaye akışkanlığının
uluslararası/uluslarüstü niteliği ulusal ekonomilere serbestçe nüfuz edip
hareket kabiliyetini sınırlayacak her türlü engelle başarılı bir mücadele
göstermesi bir ulusal ekonomide devletin (yönetsel erk olarak) iktisadî
yönelimleri ve idarî yetilerini sınırlayıcı ipuçları vermektedir. Yani entegre
olmuş bütünün parçalarının kendi içindeki özerkliği küreselleşme süreciyle
bertaraf edilme sürecine girmektedir.
Devletin
iktisadî hayat üzerindeki etkisini/yetisini sınırlandıran bu süreç küreselleşme
dalgasıyla ulusal ekonomiyi kendi kendine yeterlilik periyodundan dışarı atıp
uluslararası iktisadî faaliyette belirlenmiş, bağımlı bir yapıya dönüştürme
aşamasına girmiştir. Konumuz olan Finansal Küreselleşme ve Para Politikalarına
Etkisi sadece bu mantıkla dahi ulus devletin ekonomiyi yönetme, idare etme
babında yetkilerini kısıtlayıp ortadan kaldırmakta ve uyguladığı politikaların
küreselleşme dalgasıyla etkinsizleşeceğini iddia etmek mümkündür.
Küreselleşme
olgusu tarihî seyirde farklı şartlarda (kapitalist gelişime paralel olarak)
farklı araçlarla evrim geçirmiştir. Basit olarak Sanayi Devrimi’nden 2.Dünya
Savaşı’na kadar (kendi içinde değişik süreçler barındırmak kaydıyla) ticaretin
uluslararasılaşması, 2.Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar üretimin
küreselleşmesi, 1970’lerden itibaren başat faktör olarak finansın küreselleşmesi.
[3]Bu genel
evrelendirmenin kendi aralarında dahi farklı argümanlarla şekillenmiş olduğu ve
ulusal ekonomiler üstünde farklı etkileri olduğu göz önünde bulundurulup
konumuz açısından finansal küreselleşmeyi açıklamak için ağırlıklı olarak
2.Dünya Savaşı sonrası küresel iktisat tarihî verileriyle süreç ulusal
ekonomiyi ve devletin uyguladığı iktisat politikalarına–özelde para
politikalarına– etkisi babında incelenecektir.
Araştırmanın
ikinci bölümünde kavramsal olarak Finansal Küreselleşme açıklanacak ve “Neden
Finansal Küreselleşme?” sorusuna cevap aranacaktır. Finansın
uluslararasılaşmasının ne anlama geldiği, hangi araçlarla şekillendiği ve
etkisinin ne olduğu ikinci bölümde incelenecektir.
Üçüncü
bölümde 2.Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan uluslararası iktisadî yapı içinde
Bretton Woods sistemiyle başlayan süreç sermayenin başatlığına (finans kapital)
kadar iktisat tarihî verileriyle incelenecek ve bu başatlığın nasıl
gerçekleştiği sorusuna cevap aranacaktır. Finansal küreselleşmeye yol açan unsurlar
uluslararası ekonominin yapılanışı çerçevesinde siyasî ve iktisadî yönelimlerle
finansal liberalizasyon, teknolojik ve finansal yeniliklerin bu küreselleşme
evresine nasıl hizmet ettiği araştırılacaktır.
Dördüncü
bölümde finansal küreselleşmenin uluslarüstü yapısından hareketle ulusal
ekonomileri minimal düzeyde ulus devleti nasıl etkilediği ve ne şekilde
ekonomik yapılanmalara ittiği hususunda ulus devleti etkilemesi incelenecektir.
İktisadî olarak ulusal ekonomide politika belirleyen devletin finansal
küreselleşme karşısındaki durumu ve tutumu incelenerek finansal küreselleşmenin
ulus devleti ne şekilde etkileyip şekillendirdiği incelenecektir.
Beşinci
bölümde finansal küreselleşmenin para politikaları üzerindeki etkileri
incelenerek bağımsız bir para politikası uygulamasının mümkün olmadığı akışkan
sermayenin ulusal finansal sisteme ve makro ekonomik dengelere zararları para
politikaları etkinsizliğiyle açıklanacaktır.
1.FİNANSAL
KÜRESELLEŞME; KAVRAM, TEORİK YAPI
Finansın
uluslararasılaşması (küreselleşmesi) uluslararası sermaye hareketlerinin
serbestleşmesi, fon arzının ve talebinin ve malî piyasa katılımcılarının
coğrafî sınırlamalara maruz kalmadan daha uygun mekanlarda işlem yapmasıdır.
[Finansal küreselleşmenin en temel gereği olan] Malî Entegrasyon ise değişik
ülke malî piyasalarındaki getiri oranları/fon maliyetleri arasındaki farkın
ortadan kalkmasıdır.[4]
Uluslararası
sermaye hareketleri iki grupta incelenebilir. İlki gittiği ülkede fiziksel yatırım
yapan dolaysız yabancı sermayedir. İkincisi ise malî piyasalar arasında akan
fonları ifade
Bir
ülkeden diğerine borç verilmesi, portföy yatırımı yapılması direkt ve menkul
kıymet yatırımı yapılması şeklinde sermaye akımları, bilindiği gibi ödemeler
bilançosunun sermaye hesabına kaydedilmektedir. Ülkeden sermaye çıkışı ülke
sakinlerince yabancı aktifler satın alınmasını ve alınmış kredilerin geri
ödenmesini içerir. Ülkeye sermaye girişi ise yabancıların yurt içi finans
piyasalarında yatırım yapmalarını, mülk edinmelerini ve ülke sakinlerine kredi
açmalarını ihtiva eder. Sermayenin ülke içine ve dışına kontrol ve sınırlamalar
olmaksızın serbestçe akmasına müsaade edilmesi sermaye hesabının liberasyonu
olarak adlandırılmaktadır. [6]Bu anlamda finansal
küreselleşmenin temelinde gelişmiş ülkelerin uluslararası finansal faaliyetleri
kendi ülkelerine çekmek için uyguladıkları serbestleştirme politikaları,
serbest kur politikalarının benimsenmesi, finansal araçların çeşitlerindeki
hızlı artışlar, telekomünikasyondaki gelişmeler gibi politik kurumsal ve teknik
etkenler rol oynamıştır. Sermayenin ülkeler arasındaki hareketliliği arttıkça
devletler tasarrufların ülkelerinden kaçmaması ve finansal aracılık
faaliyetlerinin yabancılara kaptırılmaması için birbirleriyle sürekli rekabet
etmek zorundadırlar. Bu rekabet özellikle ekonomisi zayıf olan ülkelerde
devletin millî hedeflere yönelik politika belirleme ve uygulama imkânlarını
zorlamaktadır.[7]
Finansal
Küreselleşmenin nedenlerini incelemek için önce uluslararası sermaye
hareketliliğinin bir ekonomiye nasıl bir etkide bulunduğunu ve
faydaları-zararları ikileminde incelemek gerekmektedir. Klasik Teorinin
sermayenin hareketliliğine yönelik temel tezi açıktır. Sermayenin uluslararası
hareketliliği sermayesi sınırlı ülkelerin verimli yurt içi yatırımlarının
finansmanına olanak sağlar. Sermayenin hareket yeteneği hane halkının,
firmaların ya da ülkelerin yurt dışından borçlanmak suretiyle tüketimlerini
kesintisiz devam ettirebilmeleri anlamına geldiği gibi yurt dışından
borçlanabilmek yurt içi üretim ve gelir düşük olsa bile halkın ve firmaların
satın
Öte
yandan dışarıya kredi vermek suretiyle hane halkı ve firmalar yurt içi ekonomik
konjonktür karşısındaki kırılganlıklarını azaltabilir. Şirketler yurt içindeki
ani maliyet artışlarına karşı kendilerini başka ülkelerde yaptıkları yatırımlar
sayesinde koruyabilirler. Böylece sermayenin hareket kabiliyeti yatırımcılara
daha yüksek riske karşı kâr oranlarını ayarlayabilme şansını verir. Daha yüksek
kâr oranları da daha hızlı ekonomik büyümeye götüren tasarrufu ve yatırımı
teşvik eder.[8] Uluslararası sermaye
hareketlerinin zararları ise; yabancı sermaye yatırımlarının kısa dönemde bir
ülkenin gayrı
1.
Döviz kurunun aşırı değerlenmesi: Kısa vadeli yabancı
yatırımlarda ülkeye giren dövizler giriş anında ülke parasının diğer dövizler
karşısında aşırı değerlenmesini sağlarken kârların yurt dışına çıkmasıyla bu
sefer süreç tersine işlemekte diğer paralar ülke parasına göre aşırı değerli
hâle gelmektedir.
2.
Uluslararası piyasalarda yaşanan dalgalanmalara daha duyarlı
hâle gelmektedir.
3.
Ulusal ekonomi politikalarının etkinliği azalmaktadır.
4.
Malî piyasalarda ani ve aşırı fiyat artışları ve düşüşleri
şeklinde dalgalanmalar yaşanmaktadır.
5.
Genel fiyat düzeyinde yükselmeler görülmektedir.
6.
Ulusal şirketler yabancı şirketlere karşı cephe alıcı
faaliyetlere girmektedir.
Finansın
uluslararasılaşmasının yararları ve zararları bu şekilde özetlendikten sonra
finansal küreselleşmeye yol açan faktörlere değinmekte yarar vardır. Küresel
finans birkaç faktörün etkisiyle oluşmuştur. Temel faktörlerden bazıları; faiz
oranlarının, döviz kurlarının, mal fiyatlarının ve 1970 sonrasında ortaya çıkan
varlık piyasalarındaki değişkenlerin artmasıdır. Elektronik iletişimin
eşliğinde finansal enformasyon, sistemik risk, yeni finansal enstrümanlar
piyasalardan daha rahat bir şekilde geçebilmektedir. Ayrıca:
ü Dalgalı döviz kurları ve
faiz oranlarının yüksek değişkenliği 1970’lerden bu yana riski sevmemeye
başlamıştır.
ü Daha yüksek ekonomik
büyüme; tasarruflarda, reel faiz oranlarında ve 1980’lerde varlıklarda uzun
dönem boğa piyasalarının mevcut olması.
ü Finansal piyasaların
deregülasyonu ve liberasyonu yoluyla piyasalarda karşılaştırmalı avantajı
sağlamak için ulusal modernizasyon projelerinin yaygınlaştırılması.
ü Enformasyon
teknolojilerindeki gelişme ile birlikte finansal işlemlerin
uluslararasılaşmasındaki yükselmenin zaman ve mekanı yakınlaştırması.
ü Uluslararası Yerleşim
Bankası’nın ve AB’nin girişimleriyle finansal hizmet piyasalarının düzenlenmesi
konusunda bir çatı kurulması.
ü Yeni gelişen finans
enstrümanlarının egemen piyasa merkezlerine meydan okuması yoluyla rekabet
avantajları aranmaya başlanması, bu gibi araçların ödünç alanlarla ödünç
verenler için faiz oranlarındaki, kurlardaki dalgalanmanın getirdiği riskten
korunma olanağı sağlaması dolayısıyla büyük ve riskli finansal yatırımları
teşvik etmesi.
ü Lider konumundaki
gelişmiş ülkelerin finansal piyasalarının çeşitli kontrollerden ve
sınırlandırmalardan arındırılmaları.
ü Çok taraflı parasal
işbirliğini öngören uluslararası para fonunun çalışmaları sonucunda
uluslararası para sisteminin 2.Dünya Savaşı sonrasında aldığı şekil (paraların
konvertibiliteye sahip olmaları, ticarî işlemler üzerindeki kontrollerin ve
sınırlandırmaların kalkması vb.)
ü Doların 1973’teki
devalüasyonu sonucunda kurların dalgalanmaya bırakılması.
ü Finans piyasalarının
uluslararası rekabete açılmaları.
ü Dünya bankası ve konsorsiyum
bankaları gibi kuruluşların faaliyetleri çerçevesinde büyük çaplı sermaye
yatırımı gerektiren projelerin desteklenmesi.
ü Finansal araçların
çeşitliliğindeki hızlı artış (futures, opsiyon, swap)
ü Yeni ve özellikle kurumsal
yatırımcıların finans piyasalarındaki rollerinin artması. Günümüzde hane halkı
tasarruflarının büyük bir kısmı bu finansal kurumlara (sigorta şirketleri,
yatırım ortaklıkları, yatırım fonları, emekli sandıkları vb.) yönelmekte bu
kurumsal yatırımcılar ulusal ve uluslararası finans piyasalarında büyük
etkilere yol açabilmektedir.
1980’li
yıllarda bilgisayar ve iletişim teknolojilerinde gerçekleşen gelişmeler
bankacılık işlemlerinde maliyet düşüşlerine yol açarak finansal küreselleşmeye
yardımcı olmuştur. Yine gelişen teknolojinin sunduğu imkânlarla bankalar, türev
işlemleri de dahil olmak üzere yeni malî araçları devreye sokmuşlardır. Öte
yandan kontrol ettikleri büyük ölçekli fonlar için alternatif yatırım alanları
arayan emeklilik fonları, sigorta şirketleri, ortak yatırım fonları gibi
kurumsal yatırımcılar uluslararası piyasalarda faaliyetlerini arttırarak
küresel finansın oluşumuna katkıda bulunmuşlardır.
Geleneksel
üretim yöntemlerini kullanarak kitle üretimine giren malları üretmenin artık kârlı
olmaktan çıkması ve reel ekonomiden kaçan sermayenin finans sektörüne yönelmesi
finansal küreselleşmeyi hızlandıran bir başka faktör olmuştur. Böylece
uluslarüstü şirketler tarafından yönlendirilen yatırım fonları, spekülatif para
hareketleri şeklinde dünyanın diğer bölgelerinde getirisi yüksek riski daha
düşük faaliyet alanlarına yönelmiştir.[10]
2.FİNANSAL
KÜRESELLEŞME
2.1. Süreç,
Boyut, Etki
Bu
bölümde süreç analizi çerçevesinde finansal küreselleşmenin / uluslararası
sermaye hareketlerinin seyri incelenecek ve günümüz finansal sisteminin nasıl
oluştuğuna dair ipuçları elde edilecektir.
Tarihsel
açıdan sermaye hareketlerini yönlendiren en önemli unsur ulusal ve uluslararası
finansal sistemler ve bu çerçevede parasal düzenlemeler olmuştur. [11] 19.yy.’ın ikinci
yarısı ile genel olarak (kesintilerle birlikte) 2.Dünya Savaşı’na kadar
uluslararası finansal hareketlilik çok yoğun düzeydedir.[12]
Bunun nedeni olarak bu dönemde yürürlüğe giren altın standardı sistemi uzun
süre uluslararası parasal ve finansal işlemlere yön vermiştir. [13]Ulusal paraların
değerinin altın standardı esasına göre belirleniyor olması döviz kuru
istikrarını beraberinde getirdiği için bu dönemde finansal yatırımlar
hareketlilik kazanmıştır.[14]
Savaş
sonrası dönemde dünya ticaretini serbestleştirecek çok yanlı denkleşmeye olanak
verecek ve savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını kolaylaştıracak bir
uluslararası ticarî ve finansal sistemin kurulması yönünde çok ciddi arayışlar
başladı. Bu koşullar altında ABD’de Bretton Woods’da (
Bir
döviz kuru olarak ayarlanabilir sabit kur sistemine dayanan sistemin temel
amacı kısa dönemli dalgalanmalar karşısında sabit kurların korunabilmesini
sağlayacak bir kurallar dizisinin oluşturulmasıydı. Yeni sistemde para
değerleri altın yerine dolara sabitlenmiş uluslararası para sisteminde bir
emniyet subapı olarak ve finansal güçlükler çeken ülkeler için sermaye kaynağı
oluşturmak üzere IMF ve Dünya Bankası kurulmuştu. Anlaşmayı onaylayarak IMF’e
üye olan her ülke ulusal parasını sabit kurdan ABD dolarına, ABD doları da 1
ons altın = 35 Dolar şeklinde sabit bir fiyattan altına bağlamıştır. Bunun yanı
sıra üye ülkelerin Merkez Bankalarına konvertibilite hakkı verilmiş böylece ABD
Merkez Bankası gerektiğinde diğer Merkez Bankalarına sabit fiyattan altın satma
taahhüdü altına girmişti. Döviz kurlarındaki değişme sadece uzun dönemde
ödemeler dengesi açık ve fazla vermeleri durumunda gündeme gelmişti.[15] Fakat 2.Dünya
Savaşı’yla birlikte sermaye hareketleri tekrar önem kazanmaya başlamışsa da
yapılarında önemli bir değişme izlenmiştir. Bu dönem sermaye ihracının %30
kadarının devlet bağışları %20’sinin de devlet ödünçleri şeklinde olduğu
görülür. Bu dönemde en önemli sermaye ihraç
2.Dünya
Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin konvertibiliteyi kurmalarıyla birlikte
Bretton
Woods’un ortaya koyduğu altın kambiyo sistemi yatırımcıları spekülasyona
yönlendirecek bir ortam oluşturmuştu. Sistemin konvertibilite olanağı
spekülatörlerin ellerindeki dolarları altına çevirmelerine neden oldu ve
ABD’nin 1949’da 24,5 milyar $ olan altın rezervi 1958’de 20,5 milyar $’a ve
1971’de 11 milyar $’a geriledi. Altın spekülasyonunu önlemeye yönelik olarak
oluşturulan mekanizmalar etkili olamadı ve sistem çöküş sinyalleri vermeye
başladı. Özellikle 1961’de B.Almanya ve Hollanda’nın yaptığı revalüasyonlar
1967’de İngiltere’nin ve 1969’da Fransa’nın yaptığı devalüasyonlarla sabit
döviz kuru problem oluşturmaya başladı.[19]
1971’de
Avrupa paralarının büyük çoğunluğu piyasa dalgalanmasına bırakıldı. Amaç
uluslararası borsalardaki spekülatif hareketleri frenlemek ve ABD başta olmak
üzere gelişmiş ekonomilerde biriken atıl fonların uluslararası sermaye
hareketleri olarak mobilite kazanmasına sınırlama getirmekti. 1.Petrol şokuyla
hızla artan petrol fiyatları da döviz kurları arasında baskı oluşturuyordu. Bu
baskılar nedeniyle 2 Mart 1973’te döviz piyasaları 2 hafta kapatıldı. Böylece
Bretton Woods çağı bitmiş oldu.[20]
1.Petrol
şokuyla artan petrol fiyatlarından hareketle OPEC ülkelerinde muazzam paralar
birikmiş ve bu paraların sisteme dahil edilmesi sorunu çöken Bretton Woods
sistemi ardından Finansal Serbestlik kavramını gündeme getirmiştir. Ayrıca
gelişmiş ekonomilerde reel üretimde kârların azalma eğiliminde olması kaynak
sahiplerini daha avantajlı yatırım alanlarına yönelme konusunda tetiklemiş ve
yukarıda açıkladığımız Eurodolar piyasasının içindeki mobil olamayan sermaye
kârlı yatırımlar peşinde koşmak güdüsüyle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren
finansın küreselleşmesine uygulanan finansal serbestlik sürecine katkıda
bulunmuştur.[21]
1970'lerin
başlarında finansal küreselleşmeyi hızlandıran önemli bir faktör, gelişmiş
ülkelerde kârların düşmesidir. 1970'lerde gelişmiş ülkelerde kârlar düşüyor ve
yatırım alanları oldukça daralıyordu. Halbuki bu dönemde bankaların elinde çok
büyük miktarlarda petrodolar ya da eurodolar olarak adlandırılan paralar vardı.
Bu paralar üçüncü dünya ülkelerine yönelmeye başladılar.[22]
Bu süreç 1982'nin sonunda Meksika'nın moratoryum ilan etmesiyle birlikte krize
dönüştü.[23] Gelişmekte olan
piyasalara güven sarsıldı ve 1970'lerde bu ülkelere doğru yönelen sermaye yön
değiştirerek bu piyasaları terk etmeye başladı. Ancak gelişmiş ülkelerinin
ekonomik durumları çok fazla değişmemişti, yatırım alanları da hâla oldukça
sınırlıydı. Dolayısıyla bu paralar üretken yatırımlara gitmeyip borsaya ve borç
piyasalarına, tüketici kredilerine sıkıştı ve büyük "boom" denen bir
dönemin yaşanmasına neden oldu.
Bu
dönemde aynı zamanda şöyle bir gelişme görülmüştür: Gelişmiş ülkelerde ekonomik
liberalizm ve serbest piyasanın serbestçe işlemesinin önündeki engelleri
kaldırmak isteyen hükûmetler işbaşına gelmişlerdi. İngiltere’de Thatcher,
Amerika'da Reagan, Fransa'da Mitterand hükûmeti vardı. Sermayenin dolaşımının
önündeki engeller kaldırılıyor, serbestçe dolaşmasına ilişkin yasalar peş peşe
geçiriliyordu. Böyle bir ortamda spekülasyona (borsa veya borç piyasalarına) sıkışan
paralar buralarda büyük bir tırmanışa yol açtı. Örneğin, 1983-1987 arasında
belli başlı borsalar ortalama yılda %300 büyüdüler. 1980'lerde tahvil ve hisse
senedi piyasalarının hacminin GSMH'ye oranı Amerika'da %9'dan %93'e, Almanya'da
%8'den %85'e, Japonya'da %7'den %119'a çıkmıştır.
Sermaye
piyasalarında küreselleşmenin arttığı 1980'li yıllar, aynı zamanda
düzenlemelerin kaldırıldığı (deregulation), sermaye piyasalarının
liberalleştiği, 1970'lere oranla gelişmiş ülkelerde enflasyon oranlarının
düştüğü, uluslararası bankacılıkta kâr marjlarının azaldığı, bankalar arası
rekabetin arttığı bir dönem olmuştur. Dünya genelinde hisse senetleri
piyasalarında özellikle 1982 yılından itibaren hızlı bir gelişme yaşanmış*, 1987'de Wall Street'te ve 1990'da
Tokyo piyasasında çöküş ile bu hızlı gelişmelerde duraklamalar olmuştur
Bu
dönemde gelişmekte olan ülkelerde, özellikle borç krizinden etkilenen yerlerde
IMF'nin yapısal uyum programları uygulamaya konmuştur. Yapısal uyum
programları, bu ekonomilerin, serbest dolaşıma uyum sağlaması ve borç krizini
atlatması içindi. Bu yapısal uyum programlarının şöyle bileşenleri vardı; iç
pazarın dış rekabete açılması, yabancı sermaye hareketlerinin teşviki, ihracat
teşvikleri, ekonominin aslında tüm kaynaklarının bu borçların ödenmesine
ayrılması. Bu politikaların sonucu pek parlak olmamıştır. 1980'lerin sonuna
gelindiğinde IMF görevlilerinin de
Bu
dönemde, bu programı uygulayan ekonomilerde yaşam standardı %60 gerilemiş,
gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere 178 milyar dolar net sermaye
transferi olmuştur. Bu büyük rakam, tarihten örnek verilirse Marshall Plan’ının
iki katı büyüklüktedir. Bu arada dış borçların çözümü için gündeme getirilen bu
uyum programları sırasında bu ülkelerin dış borçları üç kat artmıştır.
Yine
bu dönemde borçlu konumdaki üçüncü dünya ülkelerine tanınan borçlardaki
rahatlama, "finansal piyasalardaki her türlü sınırlamanın
kaldırılması" şartına bağlanmıştır (örneğin ABD Baker Planı). Ender
olarak; Güney Kore ve Çin'de olduğu gibi, gelişmekte olan bazı ülkelerde
liberalleşme IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının fazla
bir baskısı olmaksızın gerçekleşmiştir.[24]
1980'li
yılların başından itibaren gelişmiş ülkeler, hem kendi içlerinde malî
piyasaları ve sermaye hareketlerini her türlü denetimden arındırma yoluna
gitmiş, hem de gelişmekte olan ülkeleri kendi sermayelerinin gereklerine
uydurmuştu. Gelişmekte olan ülke paraları teker teker konvertibl olmuş,
konvertibilite için ödemeler bilançosu sermaye hareketlerinin
serbestleştirilmiş olması şartı getirilmiştir. Ardından, malî piyasaların tam
serbestleşmesi hedeflenmiş, küreselleşme son moda kaçınılmaz bir olgu olarak
sunulmuştu. Böylece 1980'li yılların basından itibaren Batılı Avrupa,
İngiltere, Latin Amerika'da Meksika, Arjantin, Şili ve daha sonra yıkılan Doğu
Bloku alanındaki tüm ülkeler, Uzak Doğu ve Güney Doğu Asya ve bu arada Türkiye,
özelleştirme küreselleşme sürecinde geç kalmamaya çalışmışlardır.
1970'li
yılların sonuna kadar başta Batı Avrupa olmak üzere gelişmiş ülkelerde sermaye
hareketleri çok kısıtlıydı. Örneğin, İngiltere’de Thatcher iktidara geldiğinde
yurt dışına sermayenin çıkışını engellemek için mal ve sermaye hareketlerine
çifte kur uygulamış, böylece dışarıya yatırım yapanlar açısından bunu
pahalılaştırmıştır. Benzer bir uygulama Belçika'da da vardı. ABD bile sermaye
çıkışını bir ara vergilendiriyordu. Bu uygulamalardaki temel amaç, sermayenin
yurt dışı yerine yurt içinde yatırım yaparak istihdama ve büyümeye katkıda
bulunmasıydı. Ancak daha sonra bu kontroller kaldırılmıştır.
19
Ekim 1987'de ABD'de hızlı bir spekülasyonun ardından New York Borsası çökmüş,
bunu 1990'da Tokyo Borsası’ndaki çöküş ve diğer gelişmiş ülke piyasalarının
izlemesi, dikkatlerin gelişmekte olan ülkelere çevrilmesine neden olmuştur.
Oysa gelişmekte olan ülke piyasaları aynı çöküşü yaşamamıştır. Bu, gelişmiş
ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler sermaye piyasalarının birbiriyle bağlantılı
olmadığını (interdependent) göstermiştir. Dolayısıyla portföyü çeşitlendirerek
rizikoyu azaltmak açısından gelişmiş ülkeler için gelişmekte olan ülke sermaye
piyasalarına yatırım yapmak çok cazip hâle gelmiştir. Nitekim 1980'li yılların
sonunda gelişmekte olan ülkelerde resmî dış yardımlarda ve kredilerde çok az
artış olmasına rağmen özel yatırımlarda önemli sıçramalar olmuştur. Bu arada
resmî dış yardımlarda ve kredilerde çok az bir artış olmuştu.
Gelişmiş
ülkelerdeki durgunluğun gerisinde yatan olay "azalan kâr haddi
kanunu" diye bilinen olguydu. Kâr haddi azalışına karşı çözüm ise, serbest
piyasa koşulları altında gelişmekte olan ülkelerin, pazarlarını ithalâta
açmalarıydı. Çok sayıdaki gelişmekte olan ülkenin bu amaçla pazarlarını açmasının
yolu ise, bu ülkelere aynı zamanda her türlü sermayenin (portföy yatırımı,
dolaysız yatırım krediler, kısa vadeli sermaye girişleri vb.) giriş
serbestliğini sağlamaktı. Böylece serbestleşen pazarlarda mallar için talep
yükselirken ve yerli para aşırı değerlenirken ithalât kapasiteleri
genişlemiştir.[25]
Finansal
küreselleşmenin bu evresinde akışkan sermaye serbestlik furyasıyla tüm
dünyadaki başatlığını yayma girişimindedir. 1970’lerin ikinci yarısından
itibaren baskın hâle gelen piyasaların serbestleşmesi ve sermayenin sınır
tanımaksızın hareket kabiliyeti kazanması 1980’lerin sonunda yeni bir dünya
stratejisi olarak gelişmekte olan ülkelere küresel iktisadî sisteme intibak
için acı bir reçete olarak sunulmuştur. Neoklasik yaklaşım çerçevesinde
gelişmekte olan ülkelerin yetersiz yurt içi tasarrufları büyüme ve gelişme için
kaynak sıkıntısı oluşturacağını söylemekte ve bu kısır döngüden dış
tasarruflarla kurtulunabileceği vurgulanmaktaydı. Bu yüzden dış tasarrufların
çekilebilmesi için finansal serbestlik her ülkenin yapması gereken bir
uygulamaydı. 1980’lerin sonunda Washington Consensus (uzlaşma) adıyla bilinen
bu yaklaşımla faiz oranlarının serbestleşmesinin finansal araçları arttırarak
finans sisteminde derinleşme ve etkinlik meydana getireceği savunulmaktadır.
Washington Consensus, ekonomilerinde reforma giden ülkeler için John
Williamson’un 1989 yılında on maddede toplayarak listelediği politika
önerisinden oluşmaktadır. Söz konusu on kural: malî disiplin, vergi reformu,
kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, finansal serbestleşme, tek ve
rekabetçi döviz kuru uygulaması, ticaretin serbestleştirilmesi, direkt yabancı
sermaye yatırımlarına getirilen engellerin kaldırılması, özelleştirme, piyasaya
girişin ve rekabetin yeniden düzenlenmesi, mülkiyet haklarının güvence altına
alınmasını içermektedir.[26]
2.2. Biçim,
Araçlar
Finansın
küreselleşmesi 1970’lerin ikinci yarısında başlayan Liberalizasyon hareketiyle
büyük bir ivme kazanmıştır. Nitelik olarak borç ve kredi akışkanlığından çok
menkul kıymet, döviz işlemleri vs. spekülatif hareketli niteliğe bürünen
küresel sermaye 1980’lerde finansal yeniliklerin artması ve yeni teknolojilerin
giderek fon transferinde maliyetleri düşürüp hızını akıl almayacak boyutlara
ulaştırmasıyla günümüz küresel finans sisteminin oluşmasına katkıda
bulunmuştur.
Finansal
piyasalardaki küreselleşme olgusu bir yandan uluslararası sermaye akımlarının
mal akımlarından kopmasına ve ödemeler bilançosu finansmanı dışında arbitraj
kazancı kovalayan sermaye büyüklüklerinin oluşmasına yol açarken, bir yandan
da, kendi dolaşım mantığı açısından, bu sermaye büyüklüğünün artan ölçüde
gelişmekte olan ülkelerde oluşan yeni finans piyasalarına (emerging markets)
yönelmesine neden olmuştur.[27]
Sermayenin
1980 sonrasındaki bu farklı akışkanlığı finansal gelişmeler (teknolojik
gelişmeler ve finansal yenilikler) süreciyle hızlanmıştır. Finansal gelişmeler
kavramı, finansal yenilikler, yani yeni finansal araçların icadı, para ve
sermaye piyasalarındaki yeni menkul kıymet ihraçlarının yanı sıra piyasa yapışı
ve kurumlardaki gelişmeleri de içine almaktadır. Bu gelişmeler ulusal ve
uluslararası sistemlerin içice geçmesine, yani bir küreselleşmeye yol
açmaktadır. Ulusal ve uluslararası finansal sistemleri şekillendiren ve
birbiriyle ilişkili olan üç temel unsur vardır. Bunlardan birincisi bilgisayar
teknolojisi ve iletişimdeki hızlı gelişmelerdir. Teknolojik gelişmeler
maliyetleri azaltmakta ve finansal hizmetlerin ve ürünlerin kapsamını
genişletmektedir. Ayrıca, söz konusu teknolojik gelişmeler işlemleri ve menkul
kıymetlerin uluslararası transferini de hızlandırmıştır. Bu bağlamdaki en
önemli teknolojik gelişme bilgisayar teknolojisindeki gelişme ve Internet’tir.
Internet, merkez bankalarının şeffaflığını sağlayarak kamuoyuyla ilişkilerini
geliştirmelerine katkıda bulunmakta ve bilgilerin kamuoyuna kısa sürede
sunulmasını sağlamakta, dolayısıyla da araştırmacılara katkıda bulunmaktadır.
Finansal
sistem açısından önemli olan diğer iki unsur ise finansal küreselleşme
eğilimleri ile piyasalardaki yenilik ve serbestleşmedir. Bunlar, teknolojik
gelişmelerle birlikte kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu üç temel unsur, hem
piyasaların hızla gelişmesine ve küreselleşmenin artmasına, hem de piyasalarda
rekabetin ve dolayısıyla işlem ve araç türlerinin artmasına yol açmıştır. Bu
gelişmeler, ulusal finansal sistemlerin genişlemesini ve derinleşmesini
sağlamanın yanı sıra farklı finansal piyasalar arasındaki entegrasyonu ve
küreselleşmeyi artırmıştır. Bu çerçevede J.Akhtar finansal sistemi etkileyen
finansal değişiklikleri beş ayrı kategoride ele almakta ve bunların para
politikası açısından etkilerini incelemektedir. Birincisi, bankaların ve diğer
finansal kuruluşların faize karşı duyarlı fonları giderek daha fazla kullanmaya
başlamalarıdır. Yüksek ve istikrarsız faiz hadleri ve elektronik
teknolojisindeki gelişmeler nedeniyle giderek önem kazanan pasif yönetimi,
bankaların kendi adına veya müşterileri adına yürüttükleri nakit yönetimi ve
faiz haddi kontrollerinin kaldırılması bu faize karşı duyarlı fonların
kullanımının artmasının başlıca nedenleridir, ikinci finansal gelişme ise,
değişken veya dalgalı faiz oranlı borçlanmanın ortaya çıkması ve borçlanma
vadelerinin kısalmasıdır. Üçüncü kategori finansal piyasaların genişlemesi ve
derinleşmesi, yeni finansal piyasaların ortaya çıkması ve birçok finansal araç
için ikincil piyasaların kurulmasıdır. Bu gelişmelerin en önemli sonucu,
pazarlanabilen kredi araçlarının gelişmesi yani doğrudan finansmanın, başka bir
deyişle piyasalardan finansmanın artmasıdır. Bu durum yüksek likidite potansiyelini
artırmakta ve bu araçların işlem amacıyla kullanılabilmesine, yani istendiğinde
nakde çevrilebilmesine imkân sağlamaktadır. Dördüncü finansal gelişme perakende
bankacılık işlemlerindeki yeniliklerdir. ATM'ler satış noktası (POS)
terminallerinin yaygınlaşması, kredi ve bankamatik kartları, telefon
bankacılığı, ev bankacılığı gibi yeni teknolojilerden kaynaklanan uygulamaların
yanı sıra nakit tutmayı azaltıcı etkisi olan para piyasası fonları menkul
kıymet yatırım fonları, yatırım ortaklıkları gibi piyasa faizine yakın faiz
veren araçların artması perakende bankacılık alanındaki başlıca gelişmelerdir.
Son gelişme ise finansal hizmetleri sunan kuruluşlarla ilgili kurumsal ve
yapısal gelişmelerdir. Bankaların yanı sıra, diğer finansal kuruluşlara da bazı
işlemleri yapma yetkisinin verilmesi ve bazı hukukî kısıtlamaların kaldırılması
hem rekabeti artırmış, hem de finansal sistemi genişletmiştir.
Bu
sonuçların tamamı bugünkü gelişmeler için de geçerlidir. Finansal yeniliklerin nedeni
olarak faiz ve döviz kurlarındaki istikrarsızlık teknoloji hukukî
düzenlemelerde serbestleşme piyasaların genişlemesi ve ikincil piyasaların
oluşması rekabetin ve uluslararasılaşmanın artması konuları önemlidir.
Görüldüğü gibi, 1980'lerin başındaki gelişmelerle 1990'ların başındaki
gelişmelere ilişkin çalışmaların ele aldığı konular ve vardıkları sonuçlar
paralellik göstermektedir. Ancak, tek değişen şey bu gelişmelerin boyutu ve
hızıdır. 1980'lerin ikinci yarısı ve 1990'larda finansal yenilikler ve küreselleşme
daha da hızlanmış ve piyasalar birbirine daha bağımlı hâle gelmiştir.
Dolayısıyla ulusal para politikası uygulamaları daha da zorlaşmış ve
etkinlikleri azalmıştır.
Finansal
gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan finansal yenilikler, yeni ürünleri,
yeni teknikleri veya yöntemleri ve yeni kurumları içermektedir, Riski dağıtma,
likiditeyi artırma ve yatırımlar için kaynak sağlama gibi özellikleri olan
finansal yenilikleri finansal teknikler ve finansal araçlar olarak
sınıflandırabiliriz. Yeni finansal teknikler şunlardır: Swap işlemleri (faiz ve
döviz swap’ı), opsiyon işlemleri ve futures işlemleridir. Bunlar türev ürünleri
(derivatives) olarak adlandırılmaktadır. Yeni finansal araçlar arasında ise
şunlar sayılabilir: Değişken faizli tahviller (floating rate bonds), Çift para
birimli tahviller (dual currency bonds), kuponsuz tahviller (zero couponı
bonds), İskontolu tahviller (discounted bonds), döviz opsiyonlu tahviller
(multitipe currency clause bonds), ECU tahvilleri (ECU bonds), finansman bonosu
(commercial paper), mevduat sertifikası. Ancak, bu araçlara sürekli olarak
yenileri eklenmektedir. Bu araçlar, sadece finansal piyasalarda kullanılan
araçlardır. Ayrıca, daha önce de sözü edilen ve hem finans hem de para
piyasalarını etkileyen, ödeme sistemleri ile ilgili yenilikler, ATM'ler, kredi
kartları ve bankamatik kartları ile bunlara bağlı yenilikler de finansal
piyasalardaki gelişmelerin bir sonucudur. Bütün bu gelişmeler finansal sistemin
yapısını ve işleyişini değiştirmekte ve para politikası uygulamasını
etkilemektedir.[28]
Finans
alanındaki yeniliklerin zeminini oluşturan teknolojik gelişmelerin temeli
19.yüzyılda atılmıştır. 19.yüzyılın ikinci yarısında telgrafın ve
demiryollarının yaygınlaşmasıyla şube bankacılığı gelişmiş, 1860'lı yıllarda
İngiliz, Kanadalı ve Atlantik Okyanusu'na telgraf kablolarının döşenmesiyle
finansal işlemler denizaşırılaşmış, günümüzde ise telefon, faks, bilgisayar ve
bunların iletişim ağlarıyla bütün dünyaya yayılmıştır. Bugün artık yatırımcılar
Internet’te finansal araçların yönetim esaslarını, uzun vadeli
performanslarını, ratinglerini öğrenebilmekte, birbirleriyle
karşılaştırabilmekte ve finansal kurumlarda fonların pazarlanmasını Internet
web sayfaları aracılığıyla müşterilerine ulaştırmaktadır. Bilgi iletişimi ve
işlem maliyetlerindeki son yirmi yıl içinde ortaya çıkan çok büyük
miktarlardaki azalma uluslararası malî piyasalardaki işlem hacmini inanılmaz
boyutlara ulaştırmıştır. Takas işlemleri de (Clearing System) bu gelişmelerden
nasibini almış, uluslararası transferlerin artık elektronik olarak teyidini
yapan takas kurumları ortaya çıkmıştır.
Teknolojik
gelişmeler finansal ve finansal olmayan kurumları "finansal
süpermarket" hâline getirmiştir. Örneğin; krediler, mevduat, kredi
kartları, nakit yönetim hesapları, sigorta ve komisyonculuk hizmetleri her
finansal kurum tarafından sunulabilecek hâle gelmiştir. Hatta birey,
bankacılık, menkul kıymet, sigortacılık ve fon transferi gerektiren işlemlerini
herhangi bir malî kuruma uğramadan bir ATM’de yapabilmektedir. Teknolojik
gelişme sayesinde finansal kurumlar uluslararası düzeydeki müşterilerine hizmet
verebilmekte, büyük tutarda işlemler bilgisayar teknolojisi sayesinde aynı
finansal merkezlerde yapılıyormuş gibi ve anında gerçekleştirilebilmektedir. Bu
durum finansal kurumlar arasındaki rekabeti de artırmakta, sektörde ve bağlı
sektörlerde işgücünün uzmanlaşmasına ve uluslararasılaşmasına neden olmaktadır.
Örneğin, Hindistan’daki sistem analistleri dünyanın her yerindeki malî
kurumlara bilgi satmaktadır.
Finansal
küreselleşmeyi hızlandıran belki de en önemli unsur, teknolojik gelişmeler
sayesinde ortaya çıkan yeni finansal araçlardır. Finansal yenilik, piyasaların
mükemmel işlememesi ve/veya finansal aracılığın etkin olmaması sonucu doğan kâr
fırsatlarından yararlanmak için ortaya çıkan bir ürün ya da bir süreç olarak
tanımlanabilir. Finansal yenilikler ürün olarak ortaya çıktığı durumda ana
etken enflasyon ve faiz oranlarındaki değişiklikler, süreç olarak ortaya
çıktığında ise teknolojik gelişmelerdir. Otomatik para çekme makineleri, Nokta
Satış Terminalleri, kişisel bilgisayarlarla finansal işlemler ve Elektronik Fon
Transferi Sistemi olarak adlandırılan finansal yeniliklere örnek olarak
gösterilebilirken, ABD’de ortaya çıkan Süper now Hesaplar, Evrensel Yaşam Sigortası,
Faiz ve Döviz Swaplar, Para Piyasası Yatırım Hesapları, Faiz Oranlı ve Hisse
Senedi Endeksli Futures Piyasalar finansal ürün olarak değerlendirilebilir.
1970’li yıllarda sabit döviz kurlu Bretton Woods sisteminin çökmesi ve
enflasyon oranlarının artması finansal piyasaları daha volatil hâle getirmiş,
finansal kararlar daha karmaşık ve katı duruma gelmiştir. Döviz kurlarının
değişken hâle gelmesi, ticarî kurumları yüksek risklerle karşı karşıya
bırakmış, finansal ve finansal olmayan kurumlar etkin finansal risk yönetim
teknikleri geliştirmek gereği duymuşlardır. Finansal risk yönetimi (hedging)
ise türev (derivative ) araçların kullanılmasını gerektirmektedir.
Finansal
yeniliklerin ortaya çıkışında 1970'li yıllarda yaşanan bu hızlı sürecin
nedenlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
·
Enflasyon ve faiz oranlarındaki dalgalanmalara bağlı olarak
değişken oranlı borç araçlarının ve finansal piyasalarda vadeli işlem
piyasalarının ortaya çıkması ve borç araçları üzerinden yapılan options
işlemleri nedeniyle options piyasalarının oluşması,
·
Yasal düzenlemeler arttıkça finans kurumlarının bu
düzenlemelerden kaçınmak için çaba harcamaları,
·
Teknolojik gelişmeler.
Yaşanan
tüm bu gelişmeler, malî liberalizasyon ve rekabet, öncelikle sermaye piyasaları
gelişmiş olan ABD ve Euro piyasalarında yeni malî biçimlenmelerin ortaya
çıkmasını sağlamış ve bunlar diğer ülkelere de yayılmıştır. Bu araçlar, risk
yönetimini kolaylaştırması, ikinci el piyasalarının bulunması, likit olmaları
ve işlem maliyetlerinin düşük olması gibi sebeplerle çok çabuk
Değişim-ticaret
araçlarından daha fazla olan söz konusu yeni finansal araçlar finansal
kurumların genelde aktifine ve pasifine dahil edilmeyerek bilanço dışı işlem
görmektedirler. Böylece vergilerden kurtulabilmekte, devletin vergileme ya da
denetleme çabaları ise yeni araçların oluşturulmasıyla boşa çıkmaktadır. Bu
yüzden sayıları sürekli artmaktadır. Yeni finansal araçların sayısı o kadar çok
artmıştır ki bunların hesabı ancak karmaşık bilgisayar yazılımlarıyla
tutulabilmektedir. 1994 yılında türev araçların sayısı yaklaşık 1200 olarak
belirlenmiştir. Temel ve türev dünya finansal araç stoku 1980 yılında 11 trilyon
iken, 1994 yılında 41 trilyon, 2000 yılında ise 83 trilyon dolar civarına
ulaşmıştır. Sayılarının durmadan artmasının ve bu kadar yüksek meblağlara
çıkmasının nedeni açık; bu araçlar getiriden getiri elde etmek üzerine kurulu
ve bu yüzden her şey yeni ve ek bir getiri aracı olabiliyor.
Türev
araçların yaygınlaşması döviz, para ve sermaye piyasalarında kısa süreli
fonların kârdan ve rizikodan kaçınma dürtüsüyle daha hızlı ve serbestçe hareket
etmesine yol açmıştır. Böyle bir yapının özellikle, finans sistemini gerekli
düzenlemelerden geçirmemiş gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkaracağı birçok
sakınca bulunmaktadır. Nitekim, uluslararası finansın çevre ülkelerle etkileşim
biçimi ve uluslararası örgütlerin bu yapıda oynadığı rolün de katkısıyla
gelişen piyasalar 1990'lı yıllarda birbirinin peşi sıra malî krizlere
girmiştir.[29]
Uluslararası
finansal sektör, iç içe geçmiş malî kurumlar, kuruluşlar, bankalar ve
borsalardan oluşan son derece karmaşık bir sektördür. Bu sektör sermayeye
doyamamaktadır. Öyle ki, nerede ve hangi faaliyet sonucu açığa çıkarsa çıksın,
kime ait olursa olsun, bir ahtapot gibi ortaya çıkan fazla sermayeyi kendi
devresine emmeye çalışmaktadır. Borçlanmayı yüksek düzeylerde tutan da odur,
faiz hadlerini düşürmeyen de odur. En zayıf noktası ise bu şişmesidir.
Bu
şişme malî sistemin kendisinin can alıcı iki problemini yapısallaştırmaktadır.
Birincisi, sermayenin varış noktasına gidene dek aynı zincir üzerinde çok
sayıda el değiştirmesi, sistemin bütünü açısından riski artırmaktadır. Zincirdeki
bir bankanın veya malî kuruluşun batması tüm sistemi sarsmaktadır. İkincisi,
malî devrede şirket bilançolarını örtüştüren işlemler ve kayıtlarda görünmeyen
işlemler giderek hem kârmaşıklaşmakta hem de hacim olarak artmaktadır. Sonuçta
malî devre giderek daha büyük risklerle işlemekte, bu devrenin unsurları olan
malî kuruluşlar ise verdikleri kredilerin sistemin bütünü için bir risk
taşıdığını asla düşünmemektedirler.[30]
3. FİNANSAL
KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET
Ulus
devlet döneminin bittiği ve küreselleşmiş ekonomik ve sosyal süreç karşısında,
ulusal düzeyde yönetişimin etkisiz kaldığını iddia etmek artık moda olmuştur.
En güçlü devletler bile daha zorlu dünya piyasa güçleri tarafından etkisiz hâle
getirilmektedir. Sermaye hareketlidir ve hiçbir ulusal bağlılığı yoktur;
ekonomik avantajlar nereye yöneltirse oraya yerleşmektedir. Küresel piyasaların
ve ulus ötesi şirketlerin beklentilerine ters düşen parasal ve malî politikalar
için de aynı şey söylenebilir. Günümüzde ulus devletin etkin ekonomik yönetici
rolü son bulmuştur. Ulus devlet, mümkün olan en az masrafı yaparak ancak,
uluslararası sermayenin gerekli bulduğu sosyal ve kamusal hizmetleri sağlayan
bir aygıt konumuna gelmiştir.[31]
Ulus
devletler, giderek küresel sistemin yerel otoriteleri olarak algılanmaktadır.
Ulus devletler artık kendi sınırları içindeki ekonomik faaliyet ve istihdam
düzeylerini bağımsız olarak belirleyememektedir. Bunlar, uluslararası
hareketliliğe sahip sermayenin tercihleriyle belirlenmektedir. Bazı yazarlar
ulus devletlerin görevlerinin, şimdiye kadar devlet bünyesinde çalışan
belediyelerin görevlerine benzetirler; mümkün olan en düşük maliyetle iş
dünyasının ihtiyaç duyduğu alt yapıyı ve kamu mallarını sağlamak. Küreselleşmenin
gelişmesi ile birlikte ulus devletler üzerinde, politikalarının değiştirme
yönünde çeşitli baskılar da önemli boyutlara ulaşmıştır. Ulus devletler ülke
içindeki çeşitli uluslararası menfaat gruplarının baskısı ile yıllardan beri
uygulayageldikleri politikalarını değiştirmeye zorlanmakta, bu konuda tehdit
boyutlarına varan davranışlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Üretim, finansman
ve döviz kurlarının uluslararasılaşması, sorgulamasız bir biçimde liberal
demokratik devletin kendi ekonomik geleceğini kontrol etme kapasitesini
aşındırmaktadır. Devletin çok küçük bir özerkliği göze çarpmakla birlikte
devletin kendi geleceğini yönetme fikri ile modern dünya ekonomisinin
dinamikleri arasında bir bunalım oluşmaktadır[32]
Ulus
devletlerin aşılmasında iki boyut devreye girmiştir [33]
Birincisi, ulus devletin ekonomi düzlemindeki yetkilerini giderek ulus üstü
kurumlara devretmesi durumudur. [34]Bu, bugün artan
biçimde yaşanmaktadır. Bunun bir ayağını, küresel çapta üyesi olan örgütler
çerçevesinde alınan kararlar oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
geliştirilen Dünya Bankası, IMF, OECD, GATT ve son olarak WTO gibi örgütler,
burada başat rol oynamaya başlamışlardır. Ulusüstü örgütlerde ikinci ayağı
bölgesel anlaşmalarla kurulan bölgesel işbirliği anlaşmaları oluşturmaktadır.
Birinci ayağın üyeleri neredeyse küresel boyutta olduğu için aldığı kararlarla
alanı çok daha geniş ve kapsamlı bir görünümdedir. Oysa ikinci ayak sadece
bölge çapında karar
Finansal
piyasalardaki hızlı büyüme ile beraber gelen büyük miktarlardaki paranın
spekülasyonu, ulusal ve uluslararası şirket birleşmeleri ve kazançlardaki
patlamalar, tüketici tercihlerinde üretim standartlarında ve üretim
metotlarında görülen hızlı homojenleşme, vasıflı emeğin uluslararası
hareketliliği, teknolojik değişim ve deregülasyondaki hızlanma, enformasyon ve
telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmelerin offshore finansal piyasalarda
kullanılması, firmaların küresel piyasalarını güçlendirmeleri vb. gibi
gelişmeler, devletin, diğer ekonomik aktörlerin davranışlarını kontrol etme
yeteneğini zayıflatmıştır.[36]
4. FİNANSAL
KÜRESELLEŞME VE
Finansın
küreselleşmesi uluslararası sermaye hareketleri ve özellikle kısa vadeli
spekülasyon amaçlı hareket
Finansal
küreselleşmenin bir sonucu olarak gelişmekte olan ülkelere yönelik artan
sermaye akımları, politika özerkliğine getirdiği kısıtlar ve sahip oldukları
riskler açısından derecelendirildiğinde; bu akımlardan iktisat politikası
özerkliğini en fazla kısıtlayanın portföy yatırımları, en az kısıtlayanın ise
doğrudan yabancı yatırımlar olduğu görülür. Potansiyel risk açısından
bakıldığında ise, yine en riskli sermaye girişi kısa dönemli portföy
yatırımlarıdır. Portföy yatırımlarının yüksek likidite özelliğine sahip olması
sermaye çıkışını kolaylaştırdığından finansal krizlere yol açabilmektedir.
Portföy yatırımlarının geriye dönme riski yüksektir. Dış yardımlar ise piyasa
güçlerine bağlı olmadıklarından beklenmedik bir geriye dönüş söz konusu
değildir. Doğrudan yabancı yatırımların da likiditesi düşük olduğundan ani bir
geri dönüş olasılığı düşüktür. Küreselleşme, bütün devletlere politikalarını ve
kurumlarını belirli yönde değiştirmeleri konusunda bir baskı uygulayan araç
olarak görülmektedir. Ticaret politikasının liberalize edilmesi sermaye kontrollerinin
kaldırılması, finansal piyasaların yabancı yatırımcılara açılması ye devletin
ekonomideki rolünün azaltılması, küresel ekonomiye katılmanın genel buyrukları
olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde refah devleti anlayışının terk
edilmesi veya bu anlayıştan vazgeçilmesi, gelişmekte olan ülkelerde ise
ekonomilerin liberalize edilmesi küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni
durumlardır.[37]
Küreselleşme
bir yandan ülkede uygulanan iktisat politikalarının etkinliğini azaltırken,
diğer yandan sermaye akımlarının olumsuz etkilerini azaltmak ve ülke yararına
etkiler oluşturmasını sağlamak amacıyla da iktisat politikalarının değişimine
yol açmaktadır. Gerek ülkelerin finansal piyasalarının liberalleşmesinde
yaptıkları zamanlama ve uygulama hataları, gerekse liberalleşmenin özünde
istikrarsızlık eğilimlerinin bulunması nedeniyle, dışa açık ekonomilerde makro
ekonomik politikaların etki alanı giderek daralmaktadır. Örneğin, faiz
oranlarının bastırılması döviz talebini artırıcı etki yapabilmektedir. Bu
talebin sermaye girişi ile karşılanmasına çalışılırken döviz kurunun da baskı
altına alınması ile tüm iç ve dış dengeler aynı anda bozulabilmektedir. Bu
nedenle istikrarsızlıklar krize dönüşebilmektedir .[38]
Uluslararası
finans piyasalarında görülen yeni gelişmeler, merkez bankalarının para
politikalarını yürütmelerini zorlaştırmıştır. Uzun süre ulusal düzeydeki para
arzı üzerinde monopolcü güçlerini istedikleri gibi kullanan Merkez Bankaları
artık kendilerini bu piyasalarda iş gören özel ve kamu sektörü temsilcileriyle
rekabet eder bulmuşlardır.
Finansal
liberasyonla birlikte finansal akımların hızlanması sonucu finansal piyasalarda
kısa vadeciliğe doğru bir yöneliş başlamıştır. Bu eğilim para politikası
uygulamasını zorlaşmaktadır.
Diğer
taraftan kurumsal yatırımcıların önemli kısmı piyasalarda davranış
değişikliklerine gitmektedir. Performans ve rekabet baskısı profesyonel fon
yöneticilerini daha kısa vadeli düşünmeye zorlamaktadır. Böylece finans
piyasalarındaki işlem hacmi ve kayganlık önemli boyutlarda artış
göstermektedir. Finansal piyasalarda yaşanan köklü yapısal değişiklikler
sonrası finansal enstrümanlarda da önemli artışlar olmaktadır. Enstrümanların
bir çoğu politikaların meydana getirdiği istikrarsızlıklara karşı korunmak
amacıyla geliştirilmiştir. Yeni oluşturulan enstrümanlar faiz vadelerinin
kısalmasında da etkili olmaktadır.
Çokuluslu
şirketlerin döviz kuru dalgalanmaları ve iç faiz oranlarına karşı kendilerini
korumak için artan bir biçimde kullandıkları türevlerin (futures, options ve
swaps), para politikasının etkisini keskin bir biçimde azalttığına yaygın
olarak inanılmaktadır. Basle'daki Bankalar için Uluslararası Kararlar(BIS)[39]'da, türevlerin para
politikasını daha da güçleştirdiği ve etkilerini geciktirdiğinin altı
çizilmekle birlikte, "para politikasının çalışmasını tamamen
önlemediği"nin altı çizilmiştir. Öte yandan finansal piyasaların
bütünleşmesi, ulusal merkez bankalarını nitelik rekabetine yani istikrara
yöneltmektedir. Sermaye yatırımlarında daha profesyonelce hareket edilmeye
başlanmıştır. Portföy yöneticileri günlük olarak ulusal devletlerin sermaye
yatırımı açısından uygunluğunu araştırmaktadırlar. Bir bölgede veya ülkede
iktisadî veya iktisat politikası açısından olumsuz bir gelişme tespit
ettiklerinde, sermaye başka bölgelere veya ülkelere kaydırılmaktadır. Portföy
yöneticileri enflasyon riskine ve paranın beklenen değer kaybına karşı sık sık
etkili reaksiyon göstermektedirler. Söz konusu ülkeler için oluşacak olumsuz
kanaât: sermaye kaçışı, paranın değer kaybı ve faizlerde yükseliş şeklinde
etkisini göstermektedir.. Sermaye akımlarının süreklilik kazandığı bir ortamda,
bunların olumsuz etkilerini giderecek olan para politikası önlemlerinin
maliyetleri çok yüksek olmakta, ayrıca bu politikalara duyulan güven de
azalmaktadır. Gerek gelişmekte olan, gerekse gelişmiş ülkelerde bir devlet
müdahalesi aracı olarak para politikalarının varlığından söz etmek, uzunca bir
süredir mümkün değildir.
Güçlü
finans aktörleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın para oluşturmak ve
parayı hareket ettirmekle kalmamakta, aynı zamanda faiz oranlarını manipüle
ederek, örneğin İngiliz Sterlini’nin Eylül 1992'deki şaşırtıcı düşüşü örneğinde
olduğu gibi önemli para birimlerinin değer yitirme sürecini hızlandırmaktadır.
Bunun pratikte gösterdiği, merkez bankalarının artık para oluşturulmasını
toplumun geniş çıkarları doğrultusunda (örneğin üretimi artırmak ya da istihdam
oluşturmak) düzenleme olanağının bulunmamasıdır.[40]
Para
arzı insan kaynaklarının ve maddî kaynakların harekete geçmesini düzenleyen
temel bir araçtır. Bu araç da özel kredi kuruluşlarının eline geçmektedir.
Gerek Üçüncü Dünya'da gerekse Doğu Avrupa'da IMF tarafından dayatılan (kamu
harcamalarını finanse etmek için kullanılan)" para miktarını dondurma
politikası" ise ekonominin bütününü felce uğratabilen güçlü bir araç
durumuna gelmektedir.
Sermaye akımlarının kontrollü olduğu
düzende faiz hadleri makro dengenin kurulmasında önemli işleve sahipti. Hükûmet
enflasyonist gidişi tersine çevirmek için bu fiyatı kullanıyordu: Harcamaları
kısmak için para arzı kısılıp faiz hadlerinin yükselmesine yol açılıyor, bunun
etkisiyle harcamalar (tüketim-yatırım) azalıyor, ekonomide makro dengeler
kurulabiliyordu. Oysa fon akımlarının serbest olduğu bir ortamda bu mümkün
görünmemektedir. Faiz haddindeki yükselme ile birlikte içeri doğru akan fonlar,
harcamaları kısma politikasını etkisizleştirmektedir. Ekonomide bir genişletme
yapılmak istendiğinde ise faizin düşmesi, fonları dışarı kaçırmaktadır.
Yüksek
enflasyon ve bütçe açıklarının hüküm sürdüğü ekonomilerde, sermayenin dışarıdan
gelebilmesi için ulusal faizin en az "dış reel faiz + risk primi ve
devalüasyon beklentisi”ni aşan bir düzeyde olması gerekir. Bu durumda, yüksek
reel faizler ve ulusal paranın aşırı değerlenmesi sonucunda dış ticarete konu
olan mallarda nispî fiyat yapısı olumsuz etkilenerek dış ticaret dengesi
bozulmaktadır. Bu koşullarda faiz ve kur politikaları geleneksel işlevlerini
yitirmekte ve sermaye hareketlerine tâbi hâle gelmektedir.
Ulusal
ekonomilerin dünya ekonomisindeki gelişmelere karşı daha duyarlı hâle gelmeleri
en çok finans ve döviz piyasalarındaki duyarlılıkta ortaya çıkmaktadır. Örneğin
uluslararası faiz farklılaşmalarının meydana getirdiği etkileşim, finans
piyasaları aracılığı ile kolaylıkla ulusal ekonomiye taşınabilmekte ve bu
düzeyde makroekonomik değişkenleri etkilediği gibi, döviz piyasası ve döviz
kuru üzerinde de yansımalara yol açabilmektedir. Bu tür etkilerin bileşkesi bir
yandan ekonominin temel dengelerinin bozulmasına ve istikrarsızlığa yol
açarken, diğer yandan da iktisat politikalarının, örneğin para politikasının
hareket alanını kısıtlayarak etkinliğini azaltmaktadır.
Faiz
haddi, temel işlevi olan yatırım düzeyini ayarlama ve kesimler arası dağılımını
düzenleme gibi işlevlerini de yitirmiştir. Sadece cari işlemler açıklarına
jandarmalık eder hâle dönüşmüştür. Yüksek faiz hadleri, açıkları sermaye
girişleriyle kapatabilmek için bir araç hâline gelmiştir. Yüksek faiz oranları,
hükûmetlerin sermaye kaçışını kısa vadede durdurmak için uyguladıkları tek
önlem olduğundan, daha yüksek faiz oranları, büyük miktarlardaki paranın bir
ülkeden diğerine hızla kaydırılabildiği bir dünya oluşturmuştur. Faiz oranı
politikalarının, tam istihdam ve hızlı büyümeyi sağlamak üzere daha düşük faiz
oranlarına odaklanma yerine, son derece uçucu olan sermaye akımlarına
odaklandığı görülür. Uluslararası sermaye akışının rehin tuttuğu para
politikalarını, iç refahı artırmak için kullanmak çok zorlaşmıştır.
Finansal
küreselleşme sonrası finansal piyasaların bütünleşmesi uluslararası faiz
ilişkisini daha sıkılaştırmakta; faiz oranlarını birbirine yaklaştırmaktadır.
Reel faizler, yani nominal faizler ve beklenen ulusal enflasyon arasındaki
farklar en azından kısa vadeli olarak aynı yönde hareket etmektedirler.
Amerikan Merkez Bankası’nın 1997 yılının basında faiz oranlarını yükseltmesi, finansal
piyasaları etkilemiş. Amerikan faiz oranlarını diğer ülkelerin faiz oranları
takip etmiştir. Sermaye hareketliliğinin, merkez bankalarının faiz oranlarını
kontrol etme gücünü kısıtlayıp kısıtlamadığı konusu önemli bir sorundur. Bazı
iktisatçılara göre sermaye hareketliliği, ülkeleri yurt içi ihtiyaçları
karşısında faiz oranlarını ayarlamaktan alıkoyar.
Bu
sorunu anlamak için faydalı bir çerçeve trilemma (üçlü açmaz) politikasıdır.
Buna göre bir ülke şu üç şeye aynı anda sahip olamaz: açık sermaye piyasaları,
döviz kuru üzerinde kontrol ve bağımsız para politikası.
5. İKTİSAT
POLİTİKASI TRİLEMMASI (ÜÇ AÇMAZ)[41]
·
Açık Sermaye Piyasaları
·
Sabit veya Yönetilen Döviz Kurları
·
Para Politikasının Otonomisi Faiz Oranlarının Kontrolü
"Trilemma"
kavramı, hükûmetlerin bu üç hedeften aynı anda sadece ikisini
gerçekleştirebileceklerini ifade etmektedir. Bu perspektiften, sermaye
piyasaları açık olan bir ülke, döviz kurunun serbestçe dalgalanmasına izin
vermek şartıyla faiz oranlarını hâla kontrol edebilir.
Fakat
böyle bir ülke döviz kurunu yönetmek isterse, faiz oranları üzerindeki
kontrolünü bırakmak ve onu döviz kuru hedefleriyle uyumlu bir şekilde tutmak
zorundadır. Sabit döviz kuru olan bir ülke dış faiz oranları değiştiğinde döviz
piyasasına müdahale ederek kendi faiz oranlarını düzenlemekten kaçınabilir.
Yani merkez bankası döviz alıp satabilir. Örneğin, eğer dış faiz oranları
yükselirse ve sermaye çıkışı hükûmete devalüasyon baskısı yaparsa merkez
bankası döviz rezervlerinin bir kısmını yerli para karşılığında satar ki bu da
yerli paranın değerini artırır. Fakat; böyle yaparak merkez bankası bir
spekülatif atak riskini artırmış olur. Çünkü spekülatörler azalan döviz
rezervlerini, merkez bankasının döviz kurunu savunma gücünün zayıfladığının bir
göstergesi olarak alırlar ve buna daha fazla yerli para satarak cevap verirler.
Sonuçta rezervler eridikçe merkez bankası, müdahalesini durdurmak için ya
parasını devalüe etmek ya da serbestçe dalgalanmasına müsaade etmek zorunda
kalır.
Böylece
yükselen dış faiz oranları sabit döviz kuru ve açık sermaye piyasalarına sahip
bir ülkeyi zor bir seçimle karşı karşıya bırakır; ya yerli parayı korumak için
faiz oranları yükseltilecektir, ya da döviz kuru hedefi terk edilip devalüasyon
yapılacaktır. Paranın değerini korumak için yapılan döviz müdahalesi, sadece
sonucu geciktirir.
Sermaye
hareketliliği, pek çok gelişmekte olan ülkenin karşı karşıya bulunduğu
kısıtlamaları azaltmaktadır. Brezilya’nın bugünkü ekonomik krizi bunun bir
örneğidir. 1998'de Brezilya hükûmeti, daha önceki Meksika, Tayland, Endonezya,
Rusya ve diğer ülkelerde spekülatif atakların zorladığı devalüasyondan kaçınmak
istemişti. Yeniden seçilen başkan Cardoso, ülkenin para birimi olan Real’i
sabit döviz kuru sistemini korumak için, bütçe açıklarını azaltmak ve faiz
oranlarını artırmak sözü verdi. Brezilya bu politika tercihinden ötürü IMF ve
ABD hükûmeti tarafından 41,5 milyar dolarlık krediyi içeren bir istikrar
programı ile ödüllendirildi. Faiz haddinin yükselmesine rağmen bütçe açığı
yüksek kaldı ve yabancı yatırımcılar hükûmete güvenlerini kaybederek
milyarlarca doları ülke dışına çıkardılar. Döviz kurunu korumak için birkaç
milyar dolar rezerv kaybettikten sonra Brezilya hükûmeti bu işi bıraktı.
Brezilya hükûmetini faiz hadlerini yüksek tutmaya ve kamu harcamalarını
azaltmaya iten şey, sadece yabancı yatırımcıların baskısı değildi. Ayrıca
ülkenin büyük miktardaki yabancı para borcu ve yüksek enflasyon talihi de bunda
etkili oldu. Eğer Brezilya paranın değer kaybetmesine izin vermiş olsaydı, faiz
hadlerini düşürebilir ve sert malî tedbirler almak zorunda kalmazdı. Fakat
Brezilya'nın döviz kurunu sabit tutma isteği, uzun dönem enflasyonist
dinamiğinden kaynaklanmaktadır. Bu dinamik ancak yakın geçmişte yeni bir
paranın arz edilmesi ve diğer tedbirlerle kontrol altına alınabilmiştir. Ayrıca
yine Brezilya bu kadar büyük bir borca sahip olmasaydı, mevcut dış borçlarını
yine dış borçla ödemek için sürekli sermaye girişine bağımlı olmazdı ve yabancı
kreditörleri memnun etmeye çalışmazdı.
Özetlemek
gerekirse faiz oranı politikası uluslararası sermaye akımları tarafından
kısıtlanır. Fakat kısıtların sıkılığı, döviz kuru rejimi, ülkenin büyüklüğü,
gelişme düzeyi ve dış borçları gibi faktörlere bağlıdır. Genel olarak döviz
kuru politikası üzerindeki kısıtlar, döviz kuru sabit veya yönetilen olduğu
durumlarda, daha sıkıdır.
Büyük
makro dengesizliklerin yaşandığı ülkelerde (Latin Amerika ülkeleri, Türkiye ve
Uzak Doğu dışındaki gelişmekte olan ülkeler), hükûmetlerin izlediği para politikalarını
etkinsizleştiren en önemli olay ''para ikamesi" olgusudur. Bir kere makro
dengesizlik başlayıp halkın yerli paraya olan güveni sarsıldığında, "para
ikamesi" ortaya çıkmakta, yerli para talebi azalıp dolar-mark gibi
"sağlam" paralara bunun yerine ikame edilmeye başlamaktadır. Böyle
bir durumda makro dengeyi kurmak olanaksızlaşmaktadır. Çünkü, yerli para
talebinin giderek azalması ve yabancı paraların bunun yerini alması, paranın
dolanım hızını yükseltmekte ve bu da enflasyonu denetimden çıkartmaktadır.
Dolarizasyon
sürecini yaşayan ülkelerde enflasyon oranı optimum oranların üzerinde
gerçekleşir. Bu ülkelerde politikacılar, iktisat politikası araçları üzerindeki
kontrollerini kaybetmektedirler. Dolarizasyon, elde tutulan yabancı paraların
ülkelerine faizsiz kredi vermek demektir. Bu da, ülkenin alması gereken dış
kredi için, artan rizikosu dolayısıyla yüksek faiz hadleri ödemek zorunda
kalması anlamına gelmektedir.
Belirli
bir enflasyon düzeyini sürdürebilmek için hükûmetlerin yapacakları emisyon
miktarı giderek sınırlanmaktadır. Emisyon miktarının sınırlanması hükûmetleri
iç ve dış borçlanmaya sevk etmekte, bu da artan faiz yükü nedeniyle bütçe
açıklarını büyütmektedir. Kamu finansman açığını enflasyona yol açarak çözmenin
imkânı kalmamıştır. Enflasyon, faizleri yükselterek, finansman açıklarını daha
da büyütmektedir. Geçmişte enflasyondan en çok faydalanan kesim olan kamu
sektörü artık bundan büyük zarar görmektedir.
Merkez
Bankalarının hükûmetten bağımsızlığı da yeni bir akım olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu akımın nedenleri üzerinde tartışmalar vardır. Bir kere, bu
akımın gelişmiş ülkelerde yayılma eğilimine girdiği yıllarda enflasyon oranı
%2-4 arasında değişiyordu. O hâlde bu eğilimin nedeni hükûmetlerin para arzını
denetimsiz artırmaları değildir. Özellikle parasal sermaye hareketlerinin
serbestleştiği bir ortamda merkez bankalarının rezervleri sürekli
değişmektedir. Bu da diğer şartlar veri iken emisyon hacmini değiştirmektedir.
Rezervlerdeki artış emisyon hacmini artırmakta, azalış ise emisyon azalışına
yol açmaktadır. Merkez Bankalarının temel işlevi, bu değişmelerin para arzına
etkilerini "kısırlaştırmaya dönüşmektedir. Hükûmetler Merkez Bankasından
kredi alamadıkları durumlarda ya iç veya dış borçlanmaya başvuracaklardır. Dış
borçlanma, dünya piyasasından ve "dünya paraları" üzerinden fon
talebinin artması demektir. Ancak bu aynı zamanda, Merkez Bankası
bağımsızlaşmış gelişmekte olan bir ülkenin artık senyoraj hakkından, yani satın
alma gücü oluşturma hakkından vazgeçmesi demektir. Böyle bir durumda, ülke
kendi senyoraj hakkını kullanarak değil de dövizle borçlanarak satın alma gücü
oluşturabilecektir. Bu da gelişmiş ülke paraları üzerinden fonlara talebin
yükselmesine yol açacak ve bu ülke sermayesinin kâr haddinin yükselmesine yol açacaktır.
Parasal sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, aslında, her ülke açısından
hükûmetlerin egemenlik hakları olan para basmaya sınırlama getirmektedir. [42]
Ulus
devletlerde egemenliğin göstergesi, Merkez Bankalarının devletin taahhüdünü taşıyan
para basmalarıdır. İkinci dünya savaşı sonrası sömürgecilikten kurtulup
bağımsızlığını ilan eden ülkeler ile SSCB'den ayrılan cumhuriyetlerin ilk
yaptıkları iş kendi Merkez Bankalarını kurmaları ve ulusal paralarını
çıkarmaları olmuştur. Çünkü ulus devletin simgesi senyoraj hakkındadır. Oysa
bugün malî piyasaların serbestleşmesi ile bu aşınmaktadır. Yaşanan "para
ikamesi" olayı ve "sermaye giriş ve çıkışlarının döviz rezervlerini
ve bu yolla da para arzım etkilemesi", hükûmetlerin para politikaları üzerindeki
etkilerini iyice törpülemektedir. Faiz haddi ve döviz kuru, ülkenin gereklerine
göre ayarlanmak yerine, uluslararası sermayenin gereklerine göre
ayarlanmaktadır. Artık ulus-devlet, para miktarının büyüklüğünü ve bununla
yakından bağlantılı faiz haddi ve döviz kuru gibi fiyatları, vatandaşlarının
refahını gözeterek ayarlama gücünü neredeyse yitirmiştir.
SONUÇ
Finansal
piyasaların serbestleşmesi, hükûmetlerin makro dengeleri kurmasını, ekonomiye
istediği yönü verebilmesini sağlayacak temel politikalardan biri olan para
politikasını kullanamamasına yol açacaktır. Bu sav özellikle gelişmekte olan
ülkeler açısından geçerlidir. Çünkü, bu ülkelerde malî piyasalar dar,
kurumsallaşma eksik, halkın hükûmetlere olan güveni azdır. Piyasaların darlığı;
ülkeye giren ve çıkan fonların etkilerini büyütmektedir. Birkaç milyar dolarlık
hareketler fiyatlarda büyük inişler ve çıkışlar yapabilmektedir.
Kurumsallaşmanın eksikliği ise; fonların istikrarsızlaştırıcı etkilerine karşı
koruyucu politikaların devreye sokulmasını olanaksızlaştırmaktadır. Halkın
hükûmetlere olan güvensizliği; küçük olumsuzlukların patlamalara yol açmasını
beraberinde getirmektedir.
M.Fatih İstemihan,
Marmara, İktisat Politikası,
Yüksek Lisans Programı.
*Farklı bir bakış açısıyla Erinç Yeldan : “Küreselleşme
olgusu, ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve bütün iktisadî
karar süreçlerinin giderek dünya kapitalizminin sermaye birikimlerine yönelik
dinamikleriyle belirlenmesi olarak yorumlamaktayız.” demektedir. Bkz. Erinç Yeldan, Küreselleşme
Sürecinde Türkiye Ekonomisi Bölüşüm Birikim Büyüme, İstanbul, İletişim
Yayınevi, 2003, s.13. ; Aynı hususta Nadir Eroğlu : “ Küreselleşme olarak
nitelendirilen bu hususta üretim ve kâr, sermaye hareketleri ve teknoloji
uluslararası şirketler aracılığıyla küresel ölçeğe genişlemekte ve dünya
ekonomisinde genel olarak bu şirketlerin denetimine doğru bir değişim
yaşanmaktadır.” demektedir. Bkz. Nadir Eroğlu, Finansal Küreselleşme: Devletin
Düzenleyici Rolü Üzerine Etkileri; Küreselleşme: İktisadî Yönelimler
Sosyo-politik Karşıtlıklar (Der.: Alkan Soyak), İstanbul, Om Yayınevi,
2002, s.14.
[1] Jacques Adda, Ekonominin
Küreselleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2002, s.10.
[2] A.g.k., s.10.
[3] Nurettin Öztürk, Finansal
Küreselleşmenin İktisat Politikalarına Etkisi ve Türkiye (Basılmamış Doktora
Tezi), İstanbul, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, s.26.
[4] Eroğlu, a.g.k., s.18.
[5] A.g.k., s.18. ; Ayrıca Bkz. Öztürk, a.g.k, s.33-34.
[6] Eroğlu, a.g.k., s.16.
[7] Öztürk, a.g.k., s.24.
[8] Eroğlu, a.g.k.,s.16-17.
[9] Eroğlu, a.g.k, s.17.
[10] Öztürk, a.g.k.,
s.31-33.
[11] Güven Delice, ‘Uluslararası Sermaye Hareketlerine Tarihsel Bir Bakış’, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Yıl:39,
Sayı:9, Eylül 2002, s.9.
[12] Öztürk, a.g.k., s.25.
[13] Delice, a.g.m., s.11. ; Ayrıca Bkz. Eroğlu, a.g.k., s.14.
; Paul Hirst-Graham Thompson, Küreselleşme
Sorgulanıyor, Ankara, Dost Kitabevi, 1998, s.34; Halil Seyidoğlu, Uluslararası İktisat, İstanbul, Güzem
Yayınları, 2001, s.315-316.
[14] Eroğlu, a.g.k., s.14. ; Öztürk,
a.g.k., s.25. ; Delice, a.g.m., s.12-13. ; Sinan Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, İstanbul, İmge Yayınevi, 1998, s.59.
[15] Delice, a.g.m., s.24.
[16] Öztürk, a.g.k., s.25.
[17] Delice, a.g.m., s.24.
[18] Adda, a.g.k., s.104. ; Delice,
a.g.k., s.26. ; Sönmez, a.g.k., s.199-200.
[19] Delice, a.g.m., s.26.
[20] Delice, a.g.m., s.27.
[21] Öztürk, a.g.k., s.26. ; Ayrıca
Bkz. Ergin Yıldızoğlu, Globalleşme ve Malî Sermaye, Petrol-İş Sendikası 93-94 yıllığı,
s.530-533.
* “1980’li yıllarda ortaya çıkan en
önemli değişim döviz kurlarının cari hesaplarda değişmelerden çok sermaye
hareketlerine bağlı olarak ve sermaye hareketlerinin de üretken yatırım
talebinden ziyade dealerların spekülatif davranışlarına bağlı hâle gelmesidir.”
Delice, a.g.m., s.37.
[22] Delice, a.g.m., s.33-34.
[23] Adda, a.g.k., s.107.
[24] Öztürk, a.g.k., s.26-28.
[25] Delice, a.g.m., s.34-36.
[26] Eroğlu, a.g.k., s.24. ; Ayrıca
Washington Consensus uygulamaları, nedenleri ve sonuçları hk. detaylı bilgi
için bkz. Joseph E. Stiglitz, Küreselleşme
Büyük Hayal Kırıklığı, İstanbul, Plan B Yayıncılık, 2002, s.75-89.
[27] Öztürk, a.g.k., s.42.
[28] Mehmet Günal, Merkez Bankasının Değişen Rolü ve Para
Politikası Uygulamaları, İstanbul, İMKB Yayınları, 2001, s.46-49.
[29] Eroğlu, a.g.k., s.20-23.
[30] Öztürk, a.g.k., s.28-29.
[31] Hirst-Thompson, a.g.k., s.209.
[32] Öztürk, a.g.k., s.67.
[33] Öztürk, a.g.k., s.68.
[34] Ayrıca Bkz. Eroğlu, a.g.k.,
s.31-32.
[35] Öztürk, a.g.k., s.68.
[36] Öztürk, a.g.k., s.72.
[37] Öztürk, a.g.k., s.74-75.
[38] Öztürk, a.g.k., s.7.
[39] Öztürk, a.g.k., s. 78 ; Ayrıca
Bkz. Eroğlu, a.g.k., s.30.
[40] Öztürk, a.g.k., s.79 ; Aayrıca
İngiltere krizi için bkz. Adda, a.g.k., s.115-116.
[41] Öztürk, a.g.k., s.84 ; Ayrıca
Bkz. Adda, a.g.k., s.111, ; Ümit Özlale, Küreselleşme Sürecinde Uygulanan Para
Politikalarının Genel Değerlendirilmesi, İstanbul, Petrol-İş Sendikası 2000-2003 Yıllığı, s.116-117.
[42] Öztürk, a.g.k., s.89-90.
KAYNAKLAR
Adda, Jacques. Ekonominin Küreselleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2003.
Delice, Güven. “Uluslararası Sermaye Hareketlerine
Tarihsel Bir Bakış”, Banka ve Ekonomik
Yorumlar, Yıl: 39, Sayı:9, Eylül 2002.
Eroğlu, Nadir. “Finansal Küreselleşme:
Devletin Düzenleyici Rolü Üzerine Etkileri” içinde Küreselleşme: İktisadî Yönelimler ve Sosyo-politik Karşıtlıklar (Der.:Alkan
Soyak), İstanbul, Om Yayınevi, 2002.
Günal, Mehmet. Merkez Bankası’nın Değişen Rolü ve Para Politikası Uygulamaları,
İstanbul, İMKB Yayınları, 2001.
Hirst Paul ve
Thompson Graham. Küreselleşme
Sorgulanıyor, Ankara, Dost Kitabevi, 1998.
Özlale, Ümit. “Küreselleşme
Sürecinde Uygulanan Para Politikalarının Genel Değerlendirmesi”, Petrol-İş Sendikası 2000-2003 Yıllığı.
Öztürk, Nurettin. Finansal Küreselleşmenin İktisat Politikaları Üzerine Etkileri ve
Türkiye (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2001.
Seyidoğlu, Halil. Uluslararası İktisat, İstanbul, Güzem Yayınları, 2001.
Sönmez, Sinan. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ankara,
İmge Kitabevi, 1998.
Stiglitz, Joseph E. Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı,
İstanbul, Plan B Yayıncılık, 2002.
Yeldan, Erinç. Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme,
İstanbul, İletişim Yayınevi, 2003.
Yıldızoğlu, Ergin. “Globalleşme ve Malî
Sermaye”, Petrol-İş Sendikası 1993-1994
Yıllığı.