AKADEM<İ>KTİSAT

 

 

FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE PARA POLİTİKALARINA ETKİLERİ

 

 

 

İÇİNDEKİLER:

 

GİRİŞ

 

1.FİNANSAL KÜRESELLEŞME; KAVRAM, TEORİK YAPI

 

2.FİNANSAL KÜRESELLEŞME

2.1. Süreç, Boyut, Etki

2.2. Biçim, Araçlar

 

3. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

 

4. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE PARA POLİTİKALARINA ETKİLERİ

 

5. İKTİSAT POLİTİKASI TRİLEMMASI (ÜÇ AÇMAZ)

 

SONUÇ

 

 

 

GİRİŞ

 

“Uluslararası ekonomi devletlerin bağımsızlığına saygılıydı ve alışveriş yatırım ve kredi yoluyla henüz entegre olmamış bir bütünün özerk parçaları arasındaki ilişkiyi kurardı. Kapitalizm, tarihin belli bir evresine büyük ölçüde devletler tarafından korunan hatta düzenlenen ulusal pazarların sermaye birikiminin asal temelini oluşturduğu evreye denk düşüyordu. Uluslararası yatırım gibi ticarette bütünleyicilik ölçütleri üzerindeki temele bağlı kalmaya devam ediyordu.

 

Küreselleşme olgusu bu sürecin devamından çok bir dönüşümü ifade ediyor. Küresel ekonominin bütününü oluşturan parçaların gittikçe daha fazla entegre olması, ona kendine özgü bir dinamik kazandırıyor ve bu dinamik, devletlerin kontrolünden giderek devletlerin kontrolünden çıkıyor ve paranın kontrolü kamu finansmanının idare edilmesi gibi devletlerin bazı başlıca egemenlik alanlarına zarar veriyor. İletişim devrimi sayesinde verilerin, imajların ve sermayenin dolaşımının aşırı boyutlara ulaşması birçok alanda sınır ya da bölge kavramlarını ortadan kaldırıyor.” Jacques ADDA


[1]

 

            Jacques Adda küreselleşmeyi*-farklı açıdan-:‘Dünya çapında sermaye birikimine engel teşkil eden fiziksel ve hukukî sınırları sarma, delme ve sonunda yok etme sürecidir. ’[2]şeklinde tanımlıyor. Gerçekten de küreselleşme olgusu ile yaşanan süreç bize sınırları aşan bir ticaret yatırım ve sermaye hareketliliğini gösteriyor. Bu sürecin dinamiği olan Kapitalizm ise küreselleşmeyi– araştırmanın konusunu oluşturan özelde finansal küreselleşmeyi –doğru algılayabilmekten geçiyor.

 

            Kapitalizm yalın manada zenginleşme temeline dayalı sermaye stokunda mutlak artış için öngörülmüş basit kâr maksimizasyonu süreci olarak algılanabilir. Zenginleşme tabiri burada önemli çünkü stok olarak bir değişkeni değil (kısmen zenginlik) akım olarak akışkan olarak bir devinim sürecini ifade ediyor. Yani sınırsız sermaye birikimi için kâr maksimizasyonuna dayalı iktisadî faaliyet (üretim, ticaret vs.) Zincirde açıklamadığımız kapitalizmle küreselleşme sürecini örtüştürecek diğer tanım uluslararasılaşma. Sınırsız sermaye birikimi ulusal bir ekonominin üretip tükettiği ticaretinden finansal hareketlere kadar sınırlı bir alanı ifade ediyorsa; o zaman kapitalizmin zenginleşme mantığını uygulayabileceği alan uluslararası ekonomidir. Gerçekten de kapitalist süreç merkantilizm(prekapitalist dönem)’den itibaren incelendiğinde uluslararası iktisadî faaliyetlerle şekillenip vücut bulmuştur ve bu süreç sermayenin kâr maksimizasyonu için uluslararası satıhta serbestçe dolaşımı ve engelsiz ortamlarda faaliyet göstermesiyle (liberal söylemle)diğer ekonomilere ve diğer iktisadî yapılara nüfuz edebilmek için dönüşüm süreci geçirmektedir. İşte bu, Kapitalizmle Küreselleşmeyi açıklayan en basit kurgudur.

 

            Kurguladığımız bu küreselleşme mantığından hareketle dahi sermaye akışkanlığının uluslararası/uluslarüstü niteliği ulusal ekonomilere serbestçe nüfuz edip hareket kabiliyetini sınırlayacak her türlü engelle başarılı bir mücadele göstermesi bir ulusal ekonomide devletin (yönetsel erk olarak) iktisadî yönelimleri ve idarî yetilerini sınırlayıcı ipuçları vermektedir. Yani entegre olmuş bütünün parçalarının kendi içindeki özerkliği küreselleşme süreciyle bertaraf edilme sürecine girmektedir.

 

            Devletin iktisadî hayat üzerindeki etkisini/yetisini sınırlandıran bu süreç küreselleşme dalgasıyla ulusal ekonomiyi kendi kendine yeterlilik periyodundan dışarı atıp uluslararası iktisadî faaliyette belirlenmiş, bağımlı bir yapıya dönüştürme aşamasına girmiştir. Konumuz olan Finansal Küreselleşme ve Para Politikalarına Etkisi sadece bu mantıkla dahi ulus devletin ekonomiyi yönetme, idare etme babında yetkilerini kısıtlayıp ortadan kaldırmakta ve uyguladığı politikaların küreselleşme dalgasıyla etkinsizleşeceğini iddia etmek mümkündür.

 

            Küreselleşme olgusu tarihî seyirde farklı şartlarda (kapitalist gelişime paralel olarak) farklı araçlarla evrim geçirmiştir. Basit olarak Sanayi Devrimi’nden 2.Dünya Savaşı’na kadar (kendi içinde değişik süreçler barındırmak kaydıyla) ticaretin uluslararasılaşması, 2.Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar üretimin küreselleşmesi, 1970’lerden itibaren başat faktör olarak finansın küreselleşmesi. [3]Bu genel evrelendirmenin kendi aralarında dahi farklı argümanlarla şekillenmiş olduğu ve ulusal ekonomiler üstünde farklı etkileri olduğu göz önünde bulundurulup konumuz açısından finansal küreselleşmeyi açıklamak için ağırlıklı olarak 2.Dünya Savaşı sonrası küresel iktisat tarihî verileriyle süreç ulusal ekonomiyi ve devletin uyguladığı iktisat politikalarına–özelde para politikalarına– etkisi babında incelenecektir.

 

            Araştırmanın ikinci bölümünde kavramsal olarak Finansal Küreselleşme açıklanacak ve “Neden Finansal Küreselleşme?” sorusuna cevap aranacaktır. Finansın uluslararasılaşmasının ne anlama geldiği, hangi araçlarla şekillendiği ve etkisinin ne olduğu ikinci bölümde incelenecektir.

 

            Üçüncü bölümde 2.Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan uluslararası iktisadî yapı içinde Bretton Woods sistemiyle başlayan süreç sermayenin başatlığına (finans kapital) kadar iktisat tarihî verileriyle incelenecek ve bu başatlığın nasıl gerçekleştiği sorusuna cevap aranacaktır. Finansal küreselleşmeye yol açan unsurlar uluslararası ekonominin yapılanışı çerçevesinde siyasî ve iktisadî yönelimlerle finansal liberalizasyon, teknolojik ve finansal yeniliklerin bu küreselleşme evresine nasıl hizmet ettiği araştırılacaktır.

 

            Dördüncü bölümde finansal küreselleşmenin uluslarüstü yapısından hareketle ulusal ekonomileri minimal düzeyde ulus devleti nasıl etkilediği ve ne şekilde ekonomik yapılanmalara ittiği hususunda ulus devleti etkilemesi incelenecektir. İktisadî olarak ulusal ekonomide politika belirleyen devletin finansal küreselleşme karşısındaki durumu ve tutumu incelenerek finansal küreselleşmenin ulus devleti ne şekilde etkileyip şekillendirdiği incelenecektir.

 

            Beşinci bölümde finansal küreselleşmenin para politikaları üzerindeki etkileri incelenerek bağımsız bir para politikası uygulamasının mümkün olmadığı akışkan sermayenin ulusal finansal sisteme ve makro ekonomik dengelere zararları para politikaları etkinsizliğiyle açıklanacaktır.

 

 

1.FİNANSAL KÜRESELLEŞME; KAVRAM, TEORİK YAPI

            Finansın uluslararasılaşması (küreselleşmesi) uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, fon arzının ve talebinin ve malî piyasa katılımcılarının coğrafî sınırlamalara maruz kalmadan daha uygun mekanlarda işlem yapmasıdır. [Finansal küreselleşmenin en temel gereği olan] Malî Entegrasyon ise değişik ülke malî piyasalarındaki getiri oranları/fon maliyetleri arasındaki farkın ortadan kalkmasıdır.[4]

 

            Uluslararası sermaye hareketleri iki grupta incelenebilir. İlki gittiği ülkede fiziksel yatırım yapan dolaysız yabancı sermayedir. İkincisi ise malî piyasalar arasında akan fonları ifade eden kısa süreli parasal sermayedir. İkinci grup bankacılık ve sanayi sermayesinin bileşimi olarak da kabul edilen Finans-Kapital kavramıyla da ifade edilmektedir.[5] Konumuz açısından iktisat politikaları ve özelde para politikalarına etkisi bakımından büyük öneme sahip olan kısa vadeli parasal sermaye hareketleri incelenecektir.

 

            Bir ülkeden diğerine borç verilmesi, portföy yatırımı yapılması direkt ve menkul kıymet yatırımı yapılması şeklinde sermaye akımları, bilindiği gibi ödemeler bilançosunun sermaye hesabına kaydedilmektedir. Ülkeden sermaye çıkışı ülke sakinlerince yabancı aktifler satın alınmasını ve alınmış kredilerin geri ödenmesini içerir. Ülkeye sermaye girişi ise yabancıların yurt içi finans piyasalarında yatırım yapmalarını, mülk edinmelerini ve ülke sakinlerine kredi açmalarını ihtiva eder. Sermayenin ülke içine ve dışına kontrol ve sınırlamalar olmaksızın serbestçe akmasına müsaade edilmesi sermaye hesabının liberasyonu olarak adlandırılmaktadır. [6]Bu anlamda finansal küreselleşmenin temelinde gelişmiş ülkelerin uluslararası finansal faaliyetleri kendi ülkelerine çekmek için uyguladıkları serbestleştirme politikaları, serbest kur politikalarının benimsenmesi, finansal araçların çeşitlerindeki hızlı artışlar, telekomünikasyondaki gelişmeler gibi politik kurumsal ve teknik etkenler rol oynamıştır. Sermayenin ülkeler arasındaki hareketliliği arttıkça devletler tasarrufların ülkelerinden kaçmaması ve finansal aracılık faaliyetlerinin yabancılara kaptırılmaması için birbirleriyle sürekli rekabet etmek zorundadırlar. Bu rekabet özellikle ekonomisi zayıf olan ülkelerde devletin millî hedeflere yönelik politika belirleme ve uygulama imkânlarını zorlamaktadır.[7]

 

            Finansal Küreselleşmenin nedenlerini incelemek için önce uluslararası sermaye hareketliliğinin bir ekonomiye nasıl bir etkide bulunduğunu ve faydaları-zararları ikileminde incelemek gerekmektedir. Klasik Teorinin sermayenin hareketliliğine yönelik temel tezi açıktır. Sermayenin uluslararası hareketliliği sermayesi sınırlı ülkelerin verimli yurt içi yatırımlarının finansmanına olanak sağlar. Sermayenin hareket yeteneği hane halkının, firmaların ya da ülkelerin yurt dışından borçlanmak suretiyle tüketimlerini kesintisiz devam ettirebilmeleri anlamına geldiği gibi yurt dışından borçlanabilmek yurt içi üretim ve gelir düşük olsa bile halkın ve firmaların satın alma ve yatırım yapma imkânlarının devam etmesini sağlayarak iş çevrimlerini de kırabilmektedir. Daha özel olarak yatırımcılar için de portföylerini çeşitlendirerek yatırım riskini yaymakta gelecekteki mallar için bugünden ticaret yapılmasını sağlamaktadır.

 

            Öte yandan dışarıya kredi vermek suretiyle hane halkı ve firmalar yurt içi ekonomik konjonktür karşısındaki kırılganlıklarını azaltabilir. Şirketler yurt içindeki ani maliyet artışlarına karşı kendilerini başka ülkelerde yaptıkları yatırımlar sayesinde koruyabilirler. Böylece sermayenin hareket kabiliyeti yatırımcılara daha yüksek riske karşı kâr oranlarını ayarlayabilme şansını verir. Daha yüksek kâr oranları da daha hızlı ekonomik büyümeye götüren tasarrufu ve yatırımı teşvik eder.[8] Uluslararası sermaye hareketlerinin zararları ise; yabancı sermaye yatırımlarının kısa dönemde bir ülkenin gayrı safi millî hasılasında olumlu etkiler meydana getirmesine rağmen uzun dönemde kârların yatırımı yapan ülkeye geri dönmesi nedeniyle ulusal ekonominin bütünü üzerinde olumsuz etkilere sebep olması ve yapısal bozulmalara yol açmasıdır. Tek tek ele alındığında bu olumsuz etkileri şu şekilde sıralamak mümkündür:[9]

1.      Döviz kurunun aşırı değerlenmesi: Kısa vadeli yabancı yatırımlarda ülkeye giren dövizler giriş anında ülke parasının diğer dövizler karşısında aşırı değerlenmesini sağlarken kârların yurt dışına çıkmasıyla bu sefer süreç tersine işlemekte diğer paralar ülke parasına göre aşırı değerli hâle gelmektedir.

2.      Uluslararası piyasalarda yaşanan dalgalanmalara daha duyarlı hâle gelmektedir.

3.      Ulusal ekonomi politikalarının etkinliği azalmaktadır.

4.      Malî piyasalarda ani ve aşırı fiyat artışları ve düşüşleri şeklinde dalgalanmalar yaşanmaktadır.

5.      Genel fiyat düzeyinde yükselmeler görülmektedir.

6.      Ulusal şirketler yabancı şirketlere karşı cephe alıcı faaliyetlere girmektedir.

 

            Finansın uluslararasılaşmasının yararları ve zararları bu şekilde özetlendikten sonra finansal küreselleşmeye yol açan faktörlere değinmekte yarar vardır. Küresel finans birkaç faktörün etkisiyle oluşmuştur. Temel faktörlerden bazıları; faiz oranlarının, döviz kurlarının, mal fiyatlarının ve 1970 sonrasında ortaya çıkan varlık piyasalarındaki değişkenlerin artmasıdır. Elektronik iletişimin eşliğinde finansal enformasyon, sistemik risk, yeni finansal enstrümanlar piyasalardan daha rahat bir şekilde geçebilmektedir. Ayrıca:

ü      Dalgalı döviz kurları ve faiz oranlarının yüksek değişkenliği 1970’lerden bu yana riski sevmemeye başlamıştır.

ü      Daha yüksek ekonomik büyüme; tasarruflarda, reel faiz oranlarında ve 1980’lerde varlıklarda uzun dönem boğa piyasalarının mevcut olması.

ü      Finansal piyasaların deregülasyonu ve liberasyonu yoluyla piyasalarda karşılaştırmalı avantajı sağlamak için ulusal modernizasyon projelerinin yaygınlaştırılması.

ü      Enformasyon teknolojilerindeki gelişme ile birlikte finansal işlemlerin uluslararasılaşmasındaki yükselmenin zaman ve mekanı yakınlaştırması.

ü      Uluslararası Yerleşim Bankası’nın ve AB’nin girişimleriyle finansal hizmet piyasalarının düzenlenmesi konusunda bir çatı kurulması.

ü      Yeni gelişen finans enstrümanlarının egemen piyasa merkezlerine meydan okuması yoluyla rekabet avantajları aranmaya başlanması, bu gibi araçların ödünç alanlarla ödünç verenler için faiz oranlarındaki, kurlardaki dalgalanmanın getirdiği riskten korunma olanağı sağlaması dolayısıyla büyük ve riskli finansal yatırımları teşvik etmesi.

ü      Lider konumundaki gelişmiş ülkelerin finansal piyasalarının çeşitli kontrollerden ve sınırlandırmalardan arındırılmaları.

ü      Çok taraflı parasal işbirliğini öngören uluslararası para fonunun çalışmaları sonucunda uluslararası para sisteminin 2.Dünya Savaşı sonrasında aldığı şekil (paraların konvertibiliteye sahip olmaları, ticarî işlemler üzerindeki kontrollerin ve sınırlandırmaların kalkması vb.)

ü      Doların 1973’teki devalüasyonu sonucunda kurların dalgalanmaya bırakılması.

ü      Finans piyasalarının uluslararası rekabete açılmaları.

ü      Dünya bankası ve konsorsiyum bankaları gibi kuruluşların faaliyetleri çerçevesinde büyük çaplı sermaye yatırımı gerektiren projelerin desteklenmesi.

ü      Finansal araçların çeşitliliğindeki hızlı artış (futures, opsiyon, swap)

ü      Yeni ve özellikle kurumsal yatırımcıların finans piyasalarındaki rollerinin artması. Günümüzde hane halkı tasarruflarının büyük bir kısmı bu finansal kurumlara (sigorta şirketleri, yatırım ortaklıkları, yatırım fonları, emekli sandıkları vb.) yönelmekte bu kurumsal yatırımcılar ulusal ve uluslararası finans piyasalarında büyük etkilere yol açabilmektedir.

 

            1980’li yıllarda bilgisayar ve iletişim teknolojilerinde gerçekleşen gelişmeler bankacılık işlemlerinde maliyet düşüşlerine yol açarak finansal küreselleşmeye yardımcı olmuştur. Yine gelişen teknolojinin sunduğu imkânlarla bankalar, türev işlemleri de dahil olmak üzere yeni malî araçları devreye sokmuşlardır. Öte yandan kontrol ettikleri büyük ölçekli fonlar için alternatif yatırım alanları arayan emeklilik fonları, sigorta şirketleri, ortak yatırım fonları gibi kurumsal yatırımcılar uluslararası piyasalarda faaliyetlerini arttırarak küresel finansın oluşumuna katkıda bulunmuşlardır.

 

            Geleneksel üretim yöntemlerini kullanarak kitle üretimine giren malları üretmenin artık kârlı olmaktan çıkması ve reel ekonomiden kaçan sermayenin finans sektörüne yönelmesi finansal küreselleşmeyi hızlandıran bir başka faktör olmuştur. Böylece uluslarüstü şirketler tarafından yönlendirilen yatırım fonları, spekülatif para hareketleri şeklinde dünyanın diğer bölgelerinde getirisi yüksek riski daha düşük faaliyet alanlarına yönelmiştir.[10]

 

 

2.FİNANSAL KÜRESELLEŞME

2.1. Süreç, Boyut, Etki

            Bu bölümde süreç analizi çerçevesinde finansal küreselleşmenin / uluslararası sermaye hareketlerinin seyri incelenecek ve günümüz finansal sisteminin nasıl oluştuğuna dair ipuçları elde edilecektir.

 

            Tarihsel açıdan sermaye hareketlerini yönlendiren en önemli unsur ulusal ve uluslararası finansal sistemler ve bu çerçevede parasal düzenlemeler olmuştur. [11] 19.yy.’ın ikinci yarısı ile genel olarak (kesintilerle birlikte) 2.Dünya Savaşı’na kadar uluslararası finansal hareketlilik çok yoğun düzeydedir.[12] Bunun nedeni olarak bu dönemde yürürlüğe giren altın standardı sistemi uzun süre uluslararası parasal ve finansal işlemlere yön vermiştir. [13]Ulusal paraların değerinin altın standardı esasına göre belirleniyor olması döviz kuru istikrarını beraberinde getirdiği için bu dönemde finansal yatırımlar hareketlilik kazanmıştır.[14]

 

            Savaş sonrası dönemde dünya ticaretini serbestleştirecek çok yanlı denkleşmeye olanak verecek ve savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını kolaylaştıracak bir uluslararası ticarî ve finansal sistemin kurulması yönünde çok ciddi arayışlar başladı. Bu koşullar altında ABD’de Bretton Woods’da (New Hampshire) 40’a yakın ülkenin katılımıyla bir konferans düzenlendi ve yeni bir uluslararası para sistemi oluşturuldu. Sistem 2.Dünya Savaşı sonlarından 1973 başlarında sanayileşmiş ülkelerin paralarını ABD dolarına karşı dalgalanmaya bırakmalarına kadar devam etti.

 

            Bir döviz kuru olarak ayarlanabilir sabit kur sistemine dayanan sistemin temel amacı kısa dönemli dalgalanmalar karşısında sabit kurların korunabilmesini sağlayacak bir kurallar dizisinin oluşturulmasıydı. Yeni sistemde para değerleri altın yerine dolara sabitlenmiş uluslararası para sisteminde bir emniyet subapı olarak ve finansal güçlükler çeken ülkeler için sermaye kaynağı oluşturmak üzere IMF ve Dünya Bankası kurulmuştu. Anlaşmayı onaylayarak IMF’e üye olan her ülke ulusal parasını sabit kurdan ABD dolarına, ABD doları da 1 ons altın = 35 Dolar şeklinde sabit bir fiyattan altına bağlamıştır. Bunun yanı sıra üye ülkelerin Merkez Bankalarına konvertibilite hakkı verilmiş böylece ABD Merkez Bankası gerektiğinde diğer Merkez Bankalarına sabit fiyattan altın satma taahhüdü altına girmişti. Döviz kurlarındaki değişme sadece uzun dönemde ödemeler dengesi açık ve fazla vermeleri durumunda gündeme gelmişti.[15] Fakat 2.Dünya Savaşı’yla birlikte sermaye hareketleri tekrar önem kazanmaya başlamışsa da yapılarında önemli bir değişme izlenmiştir. Bu dönem sermaye ihracının %30 kadarının devlet bağışları %20’sinin de devlet ödünçleri şeklinde olduğu görülür. Bu dönemde en önemli sermaye ihraç eden ülke ABD’dir.[16] Bretton Woods sistemiyle ABD doları altına konvertibl tek para olarak ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Sistemde bir paranın konvertibl olması için cari işlemler bilançosunun (mal – hizmet hareketlerinin) serbest olması yeterliydi. Sermaye hareketleri her yerde bir şekilde kısıtlanmış; ABD, İngiltere gibi gelişmiş ülkeler bile yurt dışına sermaye çıkışlarına sınırlamalar getirmişti. Özel sermaye dolaşımı yasak olup yalnızca devletlerin kontrolündeki resmî sermaye hareketlerine izin veriliyordu.[17]

 

            2.Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin konvertibiliteyi kurmalarıyla birlikte New York tahvil piyasası yeniden canlandı ve yabancı ihraçlara açıldı. Böylece sadece Kanada ve İsrail için değil Avrupa ve Japon borçlanıcılar için de yeni tahvil ihraçları olanaklı hâle geldi. ABD’deki faiz oranları Avrupa’dakilerin altında olmasına rağmen New York piyasasının derinliğinden ve likiditesinden etkilenen Avrupalı yatırımcılar Avrupa’dan ihraç edilen dolar birimli tahvilleri satın alıyorlardı. Piyasanın genişliğinin ulaştığı boyut ve ABD’nin ödemeler bilançosunun zayıflığı Hazine yetkililerinin 1963’te yeni menkul kıymetler üzerine yasaklayıcı bir tarife (faiz eşitleme vergisi) koymaya zorladı. Bunun sonucu piyasanın Avrupa’ya taşınması oldu.[18]

 

            Bretton Woods’un ortaya koyduğu altın kambiyo sistemi yatırımcıları spekülasyona yönlendirecek bir ortam oluşturmuştu. Sistemin konvertibilite olanağı spekülatörlerin ellerindeki dolarları altına çevirmelerine neden oldu ve ABD’nin 1949’da 24,5 milyar $ olan altın rezervi 1958’de 20,5 milyar $’a ve 1971’de 11 milyar $’a geriledi. Altın spekülasyonunu önlemeye yönelik olarak oluşturulan mekanizmalar etkili olamadı ve sistem çöküş sinyalleri vermeye başladı. Özellikle 1961’de B.Almanya ve Hollanda’nın yaptığı revalüasyonlar 1967’de İngiltere’nin ve 1969’da Fransa’nın yaptığı devalüasyonlarla sabit döviz kuru problem oluşturmaya başladı.[19]

 

            1971’de Avrupa paralarının büyük çoğunluğu piyasa dalgalanmasına bırakıldı. Amaç uluslararası borsalardaki spekülatif hareketleri frenlemek ve ABD başta olmak üzere gelişmiş ekonomilerde biriken atıl fonların uluslararası sermaye hareketleri olarak mobilite kazanmasına sınırlama getirmekti. 1.Petrol şokuyla hızla artan petrol fiyatları da döviz kurları arasında baskı oluşturuyordu. Bu baskılar nedeniyle 2 Mart 1973’te döviz piyasaları 2 hafta kapatıldı. Böylece Bretton Woods çağı bitmiş oldu.[20]

 

            1.Petrol şokuyla artan petrol fiyatlarından hareketle OPEC ülkelerinde muazzam paralar birikmiş ve bu paraların sisteme dahil edilmesi sorunu çöken Bretton Woods sistemi ardından Finansal Serbestlik kavramını gündeme getirmiştir. Ayrıca gelişmiş ekonomilerde reel üretimde kârların azalma eğiliminde olması kaynak sahiplerini daha avantajlı yatırım alanlarına yönelme konusunda tetiklemiş ve yukarıda açıkladığımız Eurodolar piyasasının içindeki mobil olamayan sermaye kârlı yatırımlar peşinde koşmak güdüsüyle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren finansın küreselleşmesine uygulanan finansal serbestlik sürecine katkıda bulunmuştur.[21]

 

            1970'lerin başlarında finansal küreselleşmeyi hızlandıran önemli bir faktör, gelişmiş ülkelerde kârların düşmesidir. 1970'lerde gelişmiş ülkelerde kârlar düşüyor ve yatırım alanları oldukça daralıyordu. Halbuki bu dönemde bankaların elinde çok büyük miktarlarda petrodolar ya da eurodolar olarak adlandırılan paralar vardı. Bu paralar üçüncü dünya ülkelerine yönelmeye başladılar.[22] Bu süreç 1982'nin sonunda Meksika'nın moratoryum ilan etmesiyle birlikte krize dönüştü.[23] Gelişmekte olan piyasalara güven sarsıldı ve 1970'lerde bu ülkelere doğru yönelen sermaye yön değiştirerek bu piyasaları terk etmeye başladı. Ancak gelişmiş ülkelerinin ekonomik durumları çok fazla değişmemişti, yatırım alanları da hâla oldukça sınırlıydı. Dolayısıyla bu paralar üretken yatırımlara gitmeyip borsaya ve borç piyasalarına, tüketici kredilerine sıkıştı ve büyük "boom" denen bir dönemin yaşanmasına neden oldu.

 

            Bu dönemde aynı zamanda şöyle bir gelişme görülmüştür: Gelişmiş ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasanın serbestçe işlemesinin önündeki engelleri kaldırmak isteyen hükûmetler işbaşına gelmişlerdi. İngiltere’de Thatcher, Amerika'da Reagan, Fransa'da Mitterand hükûmeti vardı. Sermayenin dolaşımının önündeki engeller kaldırılıyor, serbestçe dolaşmasına ilişkin yasalar peş peşe geçiriliyordu. Böyle bir ortamda spekülasyona (borsa veya borç piyasalarına) sıkışan paralar buralarda büyük bir tırmanışa yol açtı. Örneğin, 1983-1987 arasında belli başlı borsalar ortalama yılda %300 büyüdüler. 1980'lerde tahvil ve hisse senedi piyasalarının hacminin GSMH'ye oranı Amerika'da %9'dan %93'e, Almanya'da %8'den %85'e, Japonya'da %7'den %119'a çıkmıştır.

 

            Sermaye piyasalarında küreselleşmenin arttığı 1980'li yıllar, aynı zamanda düzenlemelerin kaldırıldığı (deregulation), sermaye piyasalarının liberalleştiği, 1970'lere oranla gelişmiş ülkelerde enflasyon oranlarının düştüğü, uluslararası bankacılıkta kâr marjlarının azaldığı, bankalar arası rekabetin arttığı bir dönem olmuştur. Dünya genelinde hisse senetleri piyasalarında özellikle 1982 yılından itibaren hızlı bir gelişme yaşanmış*, 1987'de Wall Street'te ve 1990'da Tokyo piyasasında çöküş ile bu hızlı gelişmelerde duraklamalar olmuştur

 

            Bu dönemde gelişmekte olan ülkelerde, özellikle borç krizinden etkilenen yerlerde IMF'nin yapısal uyum programları uygulamaya konmuştur. Yapısal uyum programları, bu ekonomilerin, serbest dolaşıma uyum sağlaması ve borç krizini atlatması içindi. Bu yapısal uyum programlarının şöyle bileşenleri vardı; iç pazarın dış rekabete açılması, yabancı sermaye hareketlerinin teşviki, ihracat teşvikleri, ekonominin aslında tüm kaynaklarının bu borçların ödenmesine ayrılması. Bu politikaların sonucu pek parlak olmamıştır. 1980'lerin sonuna gelindiğinde IMF görevlilerinin de kabul ettiği gibi istenen başarı elde edilememiştir.

 

            Bu dönemde, bu programı uygulayan ekonomilerde yaşam standardı %60 gerilemiş, gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere 178 milyar dolar net sermaye transferi olmuştur. Bu büyük rakam, tarihten örnek verilirse Marshall Plan’ının iki katı büyüklüktedir. Bu arada dış borçların çözümü için gündeme getirilen bu uyum programları sırasında bu ülkelerin dış borçları üç kat artmıştır.

 

            Yine bu dönemde borçlu konumdaki üçüncü dünya ülkelerine tanınan borçlardaki rahatlama, "finansal piyasalardaki her türlü sınırlamanın kaldırılması" şartına bağlanmıştır (örneğin ABD Baker Planı). Ender olarak; Güney Kore ve Çin'de olduğu gibi, gelişmekte olan bazı ülkelerde liberalleşme IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının fazla bir baskısı olmaksızın gerçekleşmiştir.[24]

 

            1980'li yılların başından itibaren gelişmiş ülkeler, hem kendi içlerinde malî piyasaları ve sermaye hareketlerini her türlü denetimden arındırma yoluna gitmiş, hem de gelişmekte olan ülkeleri kendi sermayelerinin gereklerine uydurmuştu. Gelişmekte olan ülke paraları teker teker konvertibl olmuş, konvertibilite için ödemeler bilançosu sermaye hareketlerinin serbestleştirilmiş olması şartı getirilmiştir. Ardından, malî piyasaların tam serbestleşmesi hedeflenmiş, küreselleşme son moda kaçınılmaz bir olgu olarak sunulmuştu. Böylece 1980'li yılların basından itibaren Batılı Avrupa, İngiltere, Latin Amerika'da Meksika, Arjantin, Şili ve daha sonra yıkılan Doğu Bloku alanındaki tüm ülkeler, Uzak Doğu ve Güney Doğu Asya ve bu arada Türkiye, özelleştirme küreselleşme sürecinde geç kalmamaya çalışmışlardır.

 

            1970'li yılların sonuna kadar başta Batı Avrupa olmak üzere gelişmiş ülkelerde sermaye hareketleri çok kısıtlıydı. Örneğin, İngiltere’de Thatcher iktidara geldiğinde yurt dışına sermayenin çıkışını engellemek için mal ve sermaye hareketlerine çifte kur uygulamış, böylece dışarıya yatırım yapanlar açısından bunu pahalılaştırmıştır. Benzer bir uygulama Belçika'da da vardı. ABD bile sermaye çıkışını bir ara vergilendiriyordu. Bu uygulamalardaki temel amaç, sermayenin yurt dışı yerine yurt içinde yatırım yaparak istihdama ve büyümeye katkıda bulunmasıydı. Ancak daha sonra bu kontroller kaldırılmıştır.

 

            19 Ekim 1987'de ABD'de hızlı bir spekülasyonun ardından New York Borsası çökmüş, bunu 1990'da Tokyo Borsası’ndaki çöküş ve diğer gelişmiş ülke piyasalarının izlemesi, dikkatlerin gelişmekte olan ülkelere çevrilmesine neden olmuştur. Oysa gelişmekte olan ülke piyasaları aynı çöküşü yaşamamıştır. Bu, gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler sermaye piyasalarının birbiriyle bağlantılı olmadığını (interdependent) göstermiştir. Dolayısıyla portföyü çeşitlendirerek rizikoyu azaltmak açısından gelişmiş ülkeler için gelişmekte olan ülke sermaye piyasalarına yatırım yapmak çok cazip hâle gelmiştir. Nitekim 1980'li yılların sonunda gelişmekte olan ülkelerde resmî dış yardımlarda ve kredilerde çok az artış olmasına rağmen özel yatırımlarda önemli sıçramalar olmuştur. Bu arada resmî dış yardımlarda ve kredilerde çok az bir artış olmuştu.

 

            Gelişmiş ülkelerdeki durgunluğun gerisinde yatan olay "azalan kâr haddi kanunu" diye bilinen olguydu. Kâr haddi azalışına karşı çözüm ise, serbest piyasa koşulları altında gelişmekte olan ülkelerin, pazarlarını ithalâta açmalarıydı. Çok sayıdaki gelişmekte olan ülkenin bu amaçla pazarlarını açmasının yolu ise, bu ülkelere aynı zamanda her türlü sermayenin (portföy yatırımı, dolaysız yatırım krediler, kısa vadeli sermaye girişleri vb.) giriş serbestliğini sağlamaktı. Böylece serbestleşen pazarlarda mallar için talep yükselirken ve yerli para aşırı değerlenirken ithalât kapasiteleri genişlemiştir.[25]

 

            Finansal küreselleşmenin bu evresinde akışkan sermaye serbestlik furyasıyla tüm dünyadaki başatlığını yayma girişimindedir. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren baskın hâle gelen piyasaların serbestleşmesi ve sermayenin sınır tanımaksızın hareket kabiliyeti kazanması 1980’lerin sonunda yeni bir dünya stratejisi olarak gelişmekte olan ülkelere küresel iktisadî sisteme intibak için acı bir reçete olarak sunulmuştur. Neoklasik yaklaşım çerçevesinde gelişmekte olan ülkelerin yetersiz yurt içi tasarrufları büyüme ve gelişme için kaynak sıkıntısı oluşturacağını söylemekte ve bu kısır döngüden dış tasarruflarla kurtulunabileceği vurgulanmaktaydı. Bu yüzden dış tasarrufların çekilebilmesi için finansal serbestlik her ülkenin yapması gereken bir uygulamaydı. 1980’lerin sonunda Washington Consensus (uzlaşma) adıyla bilinen bu yaklaşımla faiz oranlarının serbestleşmesinin finansal araçları arttırarak finans sisteminde derinleşme ve etkinlik meydana getireceği savunulmaktadır. Washington Consensus, ekonomilerinde reforma giden ülkeler için John Williamson’un 1989 yılında on maddede toplayarak listelediği politika önerisinden oluşmaktadır. Söz konusu on kural: malî disiplin, vergi reformu, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, finansal serbestleşme, tek ve rekabetçi döviz kuru uygulaması, ticaretin serbestleştirilmesi, direkt yabancı sermaye yatırımlarına getirilen engellerin kaldırılması, özelleştirme, piyasaya girişin ve rekabetin yeniden düzenlenmesi, mülkiyet haklarının güvence altına alınmasını içermektedir.[26]

 

 

2.2. Biçim, Araçlar

            Finansın küreselleşmesi 1970’lerin ikinci yarısında başlayan Liberalizasyon hareketiyle büyük bir ivme kazanmıştır. Nitelik olarak borç ve kredi akışkanlığından çok menkul kıymet, döviz işlemleri vs. spekülatif hareketli niteliğe bürünen küresel sermaye 1980’lerde finansal yeniliklerin artması ve yeni teknolojilerin giderek fon transferinde maliyetleri düşürüp hızını akıl almayacak boyutlara ulaştırmasıyla günümüz küresel finans sisteminin oluşmasına katkıda bulunmuştur.

 

            Finansal piyasalardaki küreselleşme olgusu bir yandan uluslararası sermaye akımlarının mal akımlarından kopmasına ve ödemeler bilançosu finansmanı dışında arbitraj kazancı kovalayan sermaye büyüklüklerinin oluşmasına yol açarken, bir yandan da, kendi dolaşım mantığı açısından, bu sermaye büyüklüğünün artan ölçüde gelişmekte olan ülkelerde oluşan yeni finans piyasalarına (emerging markets) yönelmesine neden olmuştur.[27]

 

            Sermayenin 1980 sonrasındaki bu farklı akışkanlığı finansal gelişmeler (teknolojik gelişmeler ve finansal yenilikler) süreciyle hızlanmıştır. Finansal gelişmeler kavramı, finansal yenilikler, yani yeni finansal araçların icadı, para ve sermaye piyasalarındaki yeni menkul kıymet ihraçlarının yanı sıra piyasa yapışı ve kurumlardaki gelişmeleri de içine almaktadır. Bu gelişmeler ulusal ve uluslararası sistemlerin içice geçmesine, yani bir küreselleşmeye yol açmaktadır. Ulusal ve uluslararası finansal sistemleri şekillendiren ve birbiriyle ilişkili olan üç temel unsur vardır. Bunlardan birincisi bilgisayar teknolojisi ve iletişimdeki hızlı gelişmelerdir. Teknolojik gelişmeler maliyetleri azaltmakta ve finansal hizmetlerin ve ürünlerin kapsamını genişletmektedir. Ayrıca, söz konusu teknolojik gelişmeler işlemleri ve menkul kıymetlerin uluslararası transferini de hızlandırmıştır. Bu bağlamdaki en önemli teknolojik gelişme bilgisayar teknolojisindeki gelişme ve Internet’tir. Internet, merkez bankalarının şeffaflığını sağlayarak kamuoyuyla ilişkilerini geliştirmelerine katkıda bulunmakta ve bilgilerin kamuoyuna kısa sürede sunulmasını sağlamakta, dolayısıyla da araştırmacılara katkıda bulunmaktadır.

 

            Finansal sistem açısından önemli olan diğer iki unsur ise finansal küreselleşme eğilimleri ile piyasalardaki yenilik ve serbestleşmedir. Bunlar, teknolojik gelişmelerle birlikte kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu üç temel unsur, hem piyasaların hızla gelişmesine ve küreselleşmenin artmasına, hem de piyasalarda rekabetin ve dolayısıyla işlem ve araç türlerinin artmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler, ulusal finansal sistemlerin genişlemesini ve derinleşmesini sağlamanın yanı sıra farklı finansal piyasalar arasındaki entegrasyonu ve küreselleşmeyi artırmıştır. Bu çerçevede J.Akhtar finansal sistemi etkileyen finansal değişiklikleri beş ayrı kategoride ele almakta ve bunların para politikası açısından etkilerini incelemektedir. Birincisi, bankaların ve diğer finansal kuruluşların faize karşı duyarlı fonları giderek daha fazla kullanmaya başlamalarıdır. Yüksek ve istikrarsız faiz hadleri ve elektronik teknolojisindeki gelişmeler nedeniyle giderek önem kazanan pasif yönetimi, bankaların kendi adına veya müşterileri adına yürüttükleri nakit yönetimi ve faiz haddi kontrollerinin kaldırılması bu faize karşı duyarlı fonların kullanımının artmasının başlıca nedenleridir, ikinci finansal gelişme ise, değişken veya dalgalı faiz oranlı borçlanmanın ortaya çıkması ve borçlanma vadelerinin kısalmasıdır. Üçüncü kategori finansal piyasaların genişlemesi ve derinleşmesi, yeni finansal piyasaların ortaya çıkması ve birçok finansal araç için ikincil piyasaların kurulmasıdır. Bu gelişmelerin en önemli sonucu, pazarlanabilen kredi araçlarının gelişmesi yani doğrudan finansmanın, başka bir deyişle piyasalardan finansmanın artmasıdır. Bu durum yüksek likidite potansiyelini artırmakta ve bu araçların işlem amacıyla kullanılabilmesine, yani istendiğinde nakde çevrilebilmesine imkân sağlamaktadır. Dördüncü finansal gelişme perakende bankacılık işlemlerindeki yeniliklerdir. ATM'ler satış noktası (POS) terminallerinin yaygınlaşması, kredi ve bankamatik kartları, telefon bankacılığı, ev bankacılığı gibi yeni teknolojilerden kaynaklanan uygulamaların yanı sıra nakit tutmayı azaltıcı etkisi olan para piyasası fonları menkul kıymet yatırım fonları, yatırım ortaklıkları gibi piyasa faizine yakın faiz veren araçların artması perakende bankacılık alanındaki başlıca gelişmelerdir. Son gelişme ise finansal hizmetleri sunan kuruluşlarla ilgili kurumsal ve yapısal gelişmelerdir. Bankaların yanı sıra, diğer finansal kuruluşlara da bazı işlemleri yapma yetkisinin verilmesi ve bazı hukukî kısıtlamaların kaldırılması hem rekabeti artırmış, hem de finansal sistemi genişletmiştir.

 

            Bu sonuçların tamamı bugünkü gelişmeler için de geçerlidir. Finansal yeniliklerin nedeni olarak faiz ve döviz kurlarındaki istikrarsızlık teknoloji hukukî düzenlemelerde serbestleşme piyasaların genişlemesi ve ikincil piyasaların oluşması rekabetin ve uluslararasılaşmanın artması konuları önemlidir. Görüldüğü gibi, 1980'lerin başındaki gelişmelerle 1990'ların başındaki gelişmelere ilişkin çalışmaların ele aldığı konular ve vardıkları sonuçlar paralellik göstermektedir. Ancak, tek değişen şey bu gelişmelerin boyutu ve hızıdır. 1980'lerin ikinci yarısı ve 1990'larda finansal yenilikler ve küreselleşme daha da hızlanmış ve piyasalar birbirine daha bağımlı hâle gelmiştir. Dolayısıyla ulusal para politikası uygulamaları daha da zorlaşmış ve etkinlikleri azalmıştır.

 

            Finansal gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan finansal yenilikler, yeni ürünleri, yeni teknikleri veya yöntemleri ve yeni kurumları içermektedir, Riski dağıtma, likiditeyi artırma ve yatırımlar için kaynak sağlama gibi özellikleri olan finansal yenilikleri finansal teknikler ve finansal araçlar olarak sınıflandırabiliriz. Yeni finansal teknikler şunlardır: Swap işlemleri (faiz ve döviz swap’ı), opsiyon işlemleri ve futures işlemleridir. Bunlar türev ürünleri (derivatives) olarak adlandırılmaktadır. Yeni finansal araçlar arasında ise şunlar sayılabilir: Değişken faizli tahviller (floating rate bonds), Çift para birimli tahviller (dual currency bonds), kuponsuz tahviller (zero couponı bonds), İskontolu tahviller (discounted bonds), döviz opsiyonlu tahviller (multitipe currency clause bonds), ECU tahvilleri (ECU bonds), finansman bonosu (commercial paper), mevduat sertifikası. Ancak, bu araçlara sürekli olarak yenileri eklenmektedir. Bu araçlar, sadece finansal piyasalarda kullanılan araçlardır. Ayrıca, daha önce de sözü edilen ve hem finans hem de para piyasalarını etkileyen, ödeme sistemleri ile ilgili yenilikler, ATM'ler, kredi kartları ve bankamatik kartları ile bunlara bağlı yenilikler de finansal piyasalardaki gelişmelerin bir sonucudur. Bütün bu gelişmeler finansal sistemin yapısını ve işleyişini değiştirmekte ve para politikası uygulamasını etkilemektedir.[28]

 

            Finans alanındaki yeniliklerin zeminini oluşturan teknolojik gelişmelerin temeli 19.yüzyılda atılmıştır. 19.yüzyılın ikinci yarısında telgrafın ve demiryollarının yaygınlaşmasıyla şube bankacılığı gelişmiş, 1860'lı yıllarda İngiliz, Kanadalı ve Atlantik Okyanusu'na telgraf kablolarının döşenmesiyle finansal işlemler denizaşırılaşmış, günümüzde ise telefon, faks, bilgisayar ve bunların iletişim ağlarıyla bütün dünyaya yayılmıştır. Bugün artık yatırımcılar Internet’te finansal araçların yönetim esaslarını, uzun vadeli performanslarını, ratinglerini öğrenebilmekte, birbirleriyle karşılaştırabilmekte ve finansal kurumlarda fonların pazarlanmasını Internet web sayfaları aracılığıyla müşterilerine ulaştırmaktadır. Bilgi iletişimi ve işlem maliyetlerindeki son yirmi yıl içinde ortaya çıkan çok büyük miktarlardaki azalma uluslararası malî piyasalardaki işlem hacmini inanılmaz boyutlara ulaştırmıştır. Takas işlemleri de (Clearing System) bu gelişmelerden nasibini almış, uluslararası transferlerin artık elektronik olarak teyidini yapan takas kurumları ortaya çıkmıştır.

 

            Teknolojik gelişmeler finansal ve finansal olmayan kurumları "finansal süpermarket" hâline getirmiştir. Örneğin; krediler, mevduat, kredi kartları, nakit yönetim hesapları, sigorta ve komisyonculuk hizmetleri her finansal kurum tarafından sunulabilecek hâle gelmiştir. Hatta birey, bankacılık, menkul kıymet, sigortacılık ve fon transferi gerektiren işlemlerini herhangi bir malî kuruma uğramadan bir ATM’de yapabilmektedir. Teknolojik gelişme sayesinde finansal kurumlar uluslararası düzeydeki müşterilerine hizmet verebilmekte, büyük tutarda işlemler bilgisayar teknolojisi sayesinde aynı finansal merkezlerde yapılıyormuş gibi ve anında gerçekleştirilebilmektedir. Bu durum finansal kurumlar arasındaki rekabeti de artırmakta, sektörde ve bağlı sektörlerde işgücünün uzmanlaşmasına ve uluslararasılaşmasına neden olmaktadır. Örneğin, Hindistan’daki sistem analistleri dünyanın her yerindeki malî kurumlara bilgi satmaktadır.

 

            Finansal küreselleşmeyi hızlandıran belki de en önemli unsur, teknolojik gelişmeler sayesinde ortaya çıkan yeni finansal araçlardır. Finansal yenilik, piyasaların mükemmel işlememesi ve/veya finansal aracılığın etkin olmaması sonucu doğan kâr fırsatlarından yararlanmak için ortaya çıkan bir ürün ya da bir süreç olarak tanımlanabilir. Finansal yenilikler ürün olarak ortaya çıktığı durumda ana etken enflasyon ve faiz oranlarındaki değişiklikler, süreç olarak ortaya çıktığında ise teknolojik gelişmelerdir. Otomatik para çekme makineleri, Nokta Satış Terminalleri, kişisel bilgisayarlarla finansal işlemler ve Elektronik Fon Transferi Sistemi olarak adlandırılan finansal yeniliklere örnek olarak gösterilebilirken, ABD’de ortaya çıkan Süper now Hesaplar, Evrensel Yaşam Sigortası, Faiz ve Döviz Swaplar, Para Piyasası Yatırım Hesapları, Faiz Oranlı ve Hisse Senedi Endeksli Futures Piyasalar finansal ürün olarak değerlendirilebilir. 1970’li yıllarda sabit döviz kurlu Bretton Woods sisteminin çökmesi ve enflasyon oranlarının artması finansal piyasaları daha volatil hâle getirmiş, finansal kararlar daha karmaşık ve katı duruma gelmiştir. Döviz kurlarının değişken hâle gelmesi, ticarî kurumları yüksek risklerle karşı karşıya bırakmış, finansal ve finansal olmayan kurumlar etkin finansal risk yönetim teknikleri geliştirmek gereği duymuşlardır. Finansal risk yönetimi (hedging) ise türev (derivative ) araçların kullanılmasını gerektirmektedir.

 

            Finansal yeniliklerin ortaya çıkışında 1970'li yıllarda yaşanan bu hızlı sürecin nedenlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

·         Enflasyon ve faiz oranlarındaki dalgalanmalara bağlı olarak değişken oranlı borç araçlarının ve finansal piyasalarda vadeli işlem piyasalarının ortaya çıkması ve borç araçları üzerinden yapılan options işlemleri nedeniyle options piyasalarının oluşması,

·         Yasal düzenlemeler arttıkça finans kurumlarının bu düzenlemelerden kaçınmak için çaba harcamaları,

·         Teknolojik gelişmeler.

 

            Yaşanan tüm bu gelişmeler, malî liberalizasyon ve rekabet, öncelikle sermaye piyasaları gelişmiş olan ABD ve Euro piyasalarında yeni malî biçimlenmelerin ortaya çıkmasını sağlamış ve bunlar diğer ülkelere de yayılmıştır. Bu araçlar, risk yönetimini kolaylaştırması, ikinci el piyasalarının bulunması, likit olmaları ve işlem maliyetlerinin düşük olması gibi sebeplerle çok çabuk kabul görmüştür. Bunların belli başlıcaları swap, futures, opsiyon, factoring, leasing ve benzerleridir. Daha çok korumaya yönelik bir finans tekniği olan swap kısaca, piyasalarda bir alıma karşılık, vadeli piyasalarda satışı ya da bunun tam tersini kapsayan bir işlemdir. Döviz kurları ve faiz oranlarındaki dalgalanmalardan kaynaklanan riskleri minimize etmeye yöneliktir. Future sözleşmesi, iki taraf arasında bir finansal aktifin gelecek bir tarihte, önceden belirlenmiş bir fiyat üzerinden alınması ya da satılmasını taahhüt eden bir sözleşmedir. Döviz kurlarındaki ve faiz oranlarındaki dalgalanmalardan korunmayı ve spekülasyonu amaçlar. Opsiyon, yine döviz kuru riskinden korunmaya yönelik bir tekniktir. Kısaca, satın alan tarafa, alım-satıma konu olan ürünün fiyatını bugünden sabitlemek şartıyla, gelecek bir tarihte satma ya da satın alma hakkını veren bir sözleşmedir. Böylece opsiyonu satın alan taraf belirli bir fiyat üzerinden söz konusu ürünü satın alma ya da almama serbestliğini kazanmakta, opsiyonu satan taraf ise karşı taraf talep ettiğinde bu ürünü başlangıçta belirlenen fiyattan teslim etme yükümlülüğünü üstlenmektedir. Factoring, büyük miktarlarda kredili satışlar yapan firmaların, alacak haklarının factoring şirketleri tarafından satın alınması, yani alacağın vadesinden önce nakle dönüştürülmesidir. Leasing ise, alıcı ile satıcı arasına giren üçüncü tarafın, bir malı satıcı taraftan peşin parayla satın alarak, esas alıcı olan tarafa kiralamasıdır, Böylece, alıcı tarafın baştan sermaye bağlamak istemediği ya da bağlayamadığı mallar küçük dilimler halinde araya giren leasing şirketi tarafından alıcıya kiralanmaktadır.

 

            Değişim-ticaret araçlarından daha fazla olan söz konusu yeni finansal araçlar finansal kurumların genelde aktifine ve pasifine dahil edilmeyerek bilanço dışı işlem görmektedirler. Böylece vergilerden kurtulabilmekte, devletin vergileme ya da denetleme çabaları ise yeni araçların oluşturulmasıyla boşa çıkmaktadır. Bu yüzden sayıları sürekli artmaktadır. Yeni finansal araçların sayısı o kadar çok artmıştır ki bunların hesabı ancak karmaşık bilgisayar yazılımlarıyla tutulabilmektedir. 1994 yılında türev araçların sayısı yaklaşık 1200 olarak belirlenmiştir. Temel ve türev dünya finansal araç stoku 1980 yılında 11 trilyon iken, 1994 yılında 41 trilyon, 2000 yılında ise 83 trilyon dolar civarına ulaşmıştır. Sayılarının durmadan artmasının ve bu kadar yüksek meblağlara çıkmasının nedeni açık; bu araçlar getiriden getiri elde etmek üzerine kurulu ve bu yüzden her şey yeni ve ek bir getiri aracı olabiliyor.

 

            Türev araçların yaygınlaşması döviz, para ve sermaye piyasalarında kısa süreli fonların kârdan ve rizikodan kaçınma dürtüsüyle daha hızlı ve serbestçe hareket etmesine yol açmıştır. Böyle bir yapının özellikle, finans sistemini gerekli düzenlemelerden geçirmemiş gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkaracağı birçok sakınca bulunmaktadır. Nitekim, uluslararası finansın çevre ülkelerle etkileşim biçimi ve uluslararası örgütlerin bu yapıda oynadığı rolün de katkısıyla gelişen piyasalar 1990'lı yıllarda birbirinin peşi sıra malî krizlere girmiştir.[29]

 

            Uluslararası finansal sektör, iç içe geçmiş malî kurumlar, kuruluşlar, bankalar ve borsalardan oluşan son derece karmaşık bir sektördür. Bu sektör sermayeye doyamamaktadır. Öyle ki, nerede ve hangi faaliyet sonucu açığa çıkarsa çıksın, kime ait olursa olsun, bir ahtapot gibi ortaya çıkan fazla sermayeyi kendi devresine emmeye çalışmaktadır. Borçlanmayı yüksek düzeylerde tutan da odur, faiz hadlerini düşürmeyen de odur. En zayıf noktası ise bu şişmesidir.

 

            Bu şişme malî sistemin kendisinin can alıcı iki problemini yapısallaştırmaktadır. Birincisi, sermayenin varış noktasına gidene dek aynı zincir üzerinde çok sayıda el değiştirmesi, sistemin bütünü açısından riski artırmaktadır. Zincirdeki bir bankanın veya malî kuruluşun batması tüm sistemi sarsmaktadır. İkincisi, malî devrede şirket bilançolarını örtüştüren işlemler ve kayıtlarda görünmeyen işlemler giderek hem kârmaşıklaşmakta hem de hacim olarak artmaktadır. Sonuçta malî devre giderek daha büyük risklerle işlemekte, bu devrenin unsurları olan malî kuruluşlar ise verdikleri kredilerin sistemin bütünü için bir risk taşıdığını asla düşünmemektedirler.[30]

 

 

3. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

            Ulus devlet döneminin bittiği ve küreselleşmiş ekonomik ve sosyal süreç karşısında, ulusal düzeyde yönetişimin etkisiz kaldığını iddia etmek artık moda olmuştur. En güçlü devletler bile daha zorlu dünya piyasa güçleri tarafından etkisiz hâle getirilmektedir. Sermaye hareketlidir ve hiçbir ulusal bağlılığı yoktur; ekonomik avantajlar nereye yöneltirse oraya yerleşmektedir. Küresel piyasaların ve ulus ötesi şirketlerin beklentilerine ters düşen parasal ve malî politikalar için de aynı şey söylenebilir. Günümüzde ulus devletin etkin ekonomik yönetici rolü son bulmuştur. Ulus devlet, mümkün olan en az masrafı yaparak ancak, uluslararası sermayenin gerekli bulduğu sosyal ve kamusal hizmetleri sağlayan bir aygıt konumuna gelmiştir.[31]

 

            Ulus devletler, giderek küresel sistemin yerel otoriteleri olarak algılanmaktadır. Ulus devletler artık kendi sınırları içindeki ekonomik faaliyet ve istihdam düzeylerini bağımsız olarak belirleyememektedir. Bunlar, uluslararası hareketliliğe sahip sermayenin tercihleriyle belirlenmektedir. Bazı yazarlar ulus devletlerin görevlerinin, şimdiye kadar devlet bünyesinde çalışan belediyelerin görevlerine benzetirler; mümkün olan en düşük maliyetle iş dünyasının ihtiyaç duyduğu alt yapıyı ve kamu mallarını sağlamak. Küreselleşmenin gelişmesi ile birlikte ulus devletler üzerinde, politikalarının değiştirme yönünde çeşitli baskılar da önemli boyutlara ulaşmıştır. Ulus devletler ülke içindeki çeşitli uluslararası menfaat gruplarının baskısı ile yıllardan beri uygulayageldikleri politikalarını değiştirmeye zorlanmakta, bu konuda tehdit boyutlarına varan davranışlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Üretim, finansman ve döviz kurlarının uluslararasılaşması, sorgulamasız bir biçimde liberal demokratik devletin kendi ekonomik geleceğini kontrol etme kapasitesini aşındırmaktadır. Devletin çok küçük bir özerkliği göze çarpmakla birlikte devletin kendi geleceğini yönetme fikri ile modern dünya ekonomisinin dinamikleri arasında bir bunalım oluşmaktadır[32]

 

            Ulus devletlerin aşılmasında iki boyut devreye girmiştir [33] Birincisi, ulus devletin ekonomi düzlemindeki yetkilerini giderek ulus üstü kurumlara devretmesi durumudur. [34]Bu, bugün artan biçimde yaşanmaktadır. Bunun bir ayağını, küresel çapta üyesi olan örgütler çerçevesinde alınan kararlar oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra geliştirilen Dünya Bankası, IMF, OECD, GATT ve son olarak WTO gibi örgütler, burada başat rol oynamaya başlamışlardır. Ulusüstü örgütlerde ikinci ayağı bölgesel anlaşmalarla kurulan bölgesel işbirliği anlaşmaları oluşturmaktadır. Birinci ayağın üyeleri neredeyse küresel boyutta olduğu için aldığı kararlarla alanı çok daha geniş ve kapsamlı bir görünümdedir. Oysa ikinci ayak sadece bölge çapında karar alma ve uygulamayı denetleme gücüne sahiptir; fakat bazı durumlarda çok daha derinliğine bütünleşme amaçlanmaktadır. Ulus devlet erkinin aşılmasında ikinci boyut, yerel yönetimlerin giderek güçlendirilmesi, merkezî devletin olanaklarının, yetkilerinin ve sorumluluklarının kendi içindeki alt birimlere devredilmesidir. Yani yerel yönetimlerin giderek malî idarî, ekonomik düzlemde özerkleşmesi, merkezî devlete bağlılığının azaltılması amaçlanmaktadır. Böylece ulus devlet erkinin tepeden ve tabandan aşındırılma yoluyla sadece bir "ara-örgüt" hâline dönüşmesi süreci söz konusudur.[35]

 

            Finansal piyasalardaki hızlı büyüme ile beraber gelen büyük miktarlardaki paranın spekülasyonu, ulusal ve uluslararası şirket birleşmeleri ve kazançlardaki patlamalar, tüketici tercihlerinde üretim standartlarında ve üretim metotlarında görülen hızlı homojenleşme, vasıflı emeğin uluslararası hareketliliği, teknolojik değişim ve deregülasyondaki hızlanma, enformasyon ve telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmelerin offshore finansal piyasalarda kullanılması, firmaların küresel piyasalarını güçlendirmeleri vb. gibi gelişmeler, devletin, diğer ekonomik aktörlerin davranışlarını kontrol etme yeteneğini zayıflatmıştır.[36]

 

 

4. FİNANSAL KÜRESELLEŞME VE PARA POLİTİKALARINA ETKİLERİ

            Finansın küreselleşmesi uluslararası sermaye hareketleri ve özellikle kısa vadeli spekülasyon amaçlı hareket eden sermayeyle ulus devletin bağımsız bir iktisat politikası izleme olanağı bırakmamıştır. İktisat politikasının amacı, esas olarak üç iktisat politikası aracı ile üç ana iktisat politikası amacına ulaşmaktır: Bu amaçlar tam istihdamın sağlanması, düşük bir enflasyon oranının gerçekleştirilmesi, dengeli bir ekonomik büyümeye katkıda bulunma ve ödemeler dengesinin sağlanmasıdır. (Kısaca ekonominin iç ve dış dengesinin sağlanması). İktisat politikası araçları ise, kamu harcamaları ve vergiler (maliye politikası), para arzı ve faiz oranları (para politikası) ve döviz kurlarıdır (döviz kuru politikası). Finansal küreselleşmenin önemli bir sonucu, tek tek devletlerin ekonomilerini yönetme yeteneğini zayıflatmasıdır. Makroekonomik düzeyde, finansal sermayenin hareketliliği, faiz oranları ve döviz kurları üzerinde hükûmet kontrolünü zayıflatmıştır. Uluslarüstü firmaların esnekliği, hükûmetlerin yatırım düzeyini ve yatırımların coğrafî yerleşimini etkileme yeteneğini azalmıştır. Yine teknolojik gelişme ve son derece vasıflı işgücünün uluslararası mobilitesi, hükûmetlerin artan oranlı gelir ve servet vergileri koymasını ve yüksek kamu harcama düzeylerini sürdürmesini güçleştirmiştir.

 

            Finansal küreselleşmenin bir sonucu olarak gelişmekte olan ülkelere yönelik artan sermaye akımları, politika özerkliğine getirdiği kısıtlar ve sahip oldukları riskler açısından derecelendirildiğinde; bu akımlardan iktisat politikası özerkliğini en fazla kısıtlayanın portföy yatırımları, en az kısıtlayanın ise doğrudan yabancı yatırımlar olduğu görülür. Potansiyel risk açısından bakıldığında ise, yine en riskli sermaye girişi kısa dönemli portföy yatırımlarıdır. Portföy yatırımlarının yüksek likidite özelliğine sahip olması sermaye çıkışını kolaylaştırdığından finansal krizlere yol açabilmektedir. Portföy yatırımlarının geriye dönme riski yüksektir. Dış yardımlar ise piyasa güçlerine bağlı olmadıklarından beklenmedik bir geriye dönüş söz konusu değildir. Doğrudan yabancı yatırımların da likiditesi düşük olduğundan ani bir geri dönüş olasılığı düşüktür. Küreselleşme, bütün devletlere politikalarını ve kurumlarını belirli yönde değiştirmeleri konusunda bir baskı uygulayan araç olarak görülmektedir. Ticaret politikasının liberalize edilmesi sermaye kontrollerinin kaldırılması, finansal piyasaların yabancı yatırımcılara açılması ye devletin ekonomideki rolünün azaltılması, küresel ekonomiye katılmanın genel buyrukları olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde refah devleti anlayışının terk edilmesi veya bu anlayıştan vazgeçilmesi, gelişmekte olan ülkelerde ise ekonomilerin liberalize edilmesi küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni durumlardır.[37]

 

            Küreselleşme bir yandan ülkede uygulanan iktisat politikalarının etkinliğini azaltırken, diğer yandan sermaye akımlarının olumsuz etkilerini azaltmak ve ülke yararına etkiler oluşturmasını sağlamak amacıyla da iktisat politikalarının değişimine yol açmaktadır. Gerek ülkelerin finansal piyasalarının liberalleşmesinde yaptıkları zamanlama ve uygulama hataları, gerekse liberalleşmenin özünde istikrarsızlık eğilimlerinin bulunması nedeniyle, dışa açık ekonomilerde makro ekonomik politikaların etki alanı giderek daralmaktadır. Örneğin, faiz oranlarının bastırılması döviz talebini artırıcı etki yapabilmektedir. Bu talebin sermaye girişi ile karşılanmasına çalışılırken döviz kurunun da baskı altına alınması ile tüm iç ve dış dengeler aynı anda bozulabilmektedir. Bu nedenle istikrarsızlıklar krize dönüşebilmektedir .[38]

 

            Uluslararası finans piyasalarında görülen yeni gelişmeler, merkez bankalarının para politikalarını yürütmelerini zorlaştırmıştır. Uzun süre ulusal düzeydeki para arzı üzerinde monopolcü güçlerini istedikleri gibi kullanan Merkez Bankaları artık kendilerini bu piyasalarda iş gören özel ve kamu sektörü temsilcileriyle rekabet eder bulmuşlardır.

 

            Finansal liberasyonla birlikte finansal akımların hızlanması sonucu finansal piyasalarda kısa vadeciliğe doğru bir yöneliş başlamıştır. Bu eğilim para politikası uygulamasını zorlaşmaktadır. Para politikası; fonları, kısa vadeli yatırım veya faizlere talep şeklinde alarak para ve sermaye piyasası arasındaki sınırları kaldırmaya yardımcı olmaktadır. Piyasalarda daha çok kısa vadeli işlemlere ağırlık verilmesi ise piyasa katılımcılarını uzun vadeli ölçülerden uzaklaştırmakta ve sermayenin etkin dağılımını da zorlaştırmaktadır.

 

            Diğer taraftan kurumsal yatırımcıların önemli kısmı piyasalarda davranış değişikliklerine gitmektedir. Performans ve rekabet baskısı profesyonel fon yöneticilerini daha kısa vadeli düşünmeye zorlamaktadır. Böylece finans piyasalarındaki işlem hacmi ve kayganlık önemli boyutlarda artış göstermektedir. Finansal piyasalarda yaşanan köklü yapısal değişiklikler sonrası finansal enstrümanlarda da önemli artışlar olmaktadır. Enstrümanların bir çoğu politikaların meydana getirdiği istikrarsızlıklara karşı korunmak amacıyla geliştirilmiştir. Yeni oluşturulan enstrümanlar faiz vadelerinin kısalmasında da etkili olmaktadır.

 

            Çokuluslu şirketlerin döviz kuru dalgalanmaları ve iç faiz oranlarına karşı kendilerini korumak için artan bir biçimde kullandıkları türevlerin (futures, options ve swaps), para politikasının etkisini keskin bir biçimde azalttığına yaygın olarak inanılmaktadır. Basle'daki Bankalar için Uluslararası Kararlar(BIS)[39]'da, türevlerin para politikasını daha da güçleştirdiği ve etkilerini geciktirdiğinin altı çizilmekle birlikte, "para politikasının çalışmasını tamamen önlemediği"nin altı çizilmiştir. Öte yandan finansal piyasaların bütünleşmesi, ulusal merkez bankalarını nitelik rekabetine yani istikrara yöneltmektedir. Sermaye yatırımlarında daha profesyonelce hareket edilmeye başlanmıştır. Portföy yöneticileri günlük olarak ulusal devletlerin sermaye yatırımı açısından uygunluğunu araştırmaktadırlar. Bir bölgede veya ülkede iktisadî veya iktisat politikası açısından olumsuz bir gelişme tespit ettiklerinde, sermaye başka bölgelere veya ülkelere kaydırılmaktadır. Portföy yöneticileri enflasyon riskine ve paranın beklenen değer kaybına karşı sık sık etkili reaksiyon göstermektedirler. Söz konusu ülkeler için oluşacak olumsuz kanaât: sermaye kaçışı, paranın değer kaybı ve faizlerde yükseliş şeklinde etkisini göstermektedir.. Sermaye akımlarının süreklilik kazandığı bir ortamda, bunların olumsuz etkilerini giderecek olan para politikası önlemlerinin maliyetleri çok yüksek olmakta, ayrıca bu politikalara duyulan güven de azalmaktadır. Gerek gelişmekte olan, gerekse gelişmiş ülkelerde bir devlet müdahalesi aracı olarak para politikalarının varlığından söz etmek, uzunca bir süredir mümkün değildir.

 

            Para politikaları büyük oranda özel bankacılık krallığı tarafından belirlenmektedir. Devlet fonlarının göze çarpan kıtlığıyla çelişik bir şekilde, gerçek kaynaklar üzerindeki hakimiyete işaret eden "para oluşturulması" (money creation), uluslararası bankacılık sisteminin iç ağı içinde, özel servetin tek uğraşı olarak gerçekleşmektedir.

 

            Güçlü finans aktörleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın para oluşturmak ve parayı hareket ettirmekle kalmamakta, aynı zamanda faiz oranlarını manipüle ederek, örneğin İngiliz Sterlini’nin Eylül 1992'deki şaşırtıcı düşüşü örneğinde olduğu gibi önemli para birimlerinin değer yitirme sürecini hızlandırmaktadır. Bunun pratikte gösterdiği, merkez bankalarının artık para oluşturulmasını toplumun geniş çıkarları doğrultusunda (örneğin üretimi artırmak ya da istihdam oluşturmak) düzenleme olanağının bulunmamasıdır.[40]

 

            Para arzı insan kaynaklarının ve maddî kaynakların harekete geçmesini düzenleyen temel bir araçtır. Bu araç da özel kredi kuruluşlarının eline geçmektedir. Gerek Üçüncü Dünya'da gerekse Doğu Avrupa'da IMF tarafından dayatılan (kamu harcamalarını finanse etmek için kullanılan)" para miktarını dondurma politikası" ise ekonominin bütününü felce uğratabilen güçlü bir araç durumuna gelmektedir.

 

Sermaye akımlarının kontrollü olduğu düzende faiz hadleri makro dengenin kurulmasında önemli işleve sahipti. Hükûmet enflasyonist gidişi tersine çevirmek için bu fiyatı kullanıyordu: Harcamaları kısmak için para arzı kısılıp faiz hadlerinin yükselmesine yol açılıyor, bunun etkisiyle harcamalar (tüketim-yatırım) azalıyor, ekonomide makro dengeler kurulabiliyordu. Oysa fon akımlarının serbest olduğu bir ortamda bu mümkün görünmemektedir. Faiz haddindeki yükselme ile birlikte içeri doğru akan fonlar, harcamaları kısma politikasını etkisizleştirmektedir. Ekonomide bir genişletme yapılmak istendiğinde ise faizin düşmesi, fonları dışarı kaçırmaktadır.

 

            Yüksek enflasyon ve bütçe açıklarının hüküm sürdüğü ekonomilerde, sermayenin dışarıdan gelebilmesi için ulusal faizin en az "dış reel faiz + risk primi ve devalüasyon beklentisi”ni aşan bir düzeyde olması gerekir. Bu durumda, yüksek reel faizler ve ulusal paranın aşırı değerlenmesi sonucunda dış ticarete konu olan mallarda nispî fiyat yapısı olumsuz etkilenerek dış ticaret dengesi bozulmaktadır. Bu koşullarda faiz ve kur politikaları geleneksel işlevlerini yitirmekte ve sermaye hareketlerine tâbi hâle gelmektedir.

 

            Ulusal ekonomilerin dünya ekonomisindeki gelişmelere karşı daha duyarlı hâle gelmeleri en çok finans ve döviz piyasalarındaki duyarlılıkta ortaya çıkmaktadır. Örneğin uluslararası faiz farklılaşmalarının meydana getirdiği etkileşim, finans piyasaları aracılığı ile kolaylıkla ulusal ekonomiye taşınabilmekte ve bu düzeyde makroekonomik değişkenleri etkilediği gibi, döviz piyasası ve döviz kuru üzerinde de yansımalara yol açabilmektedir. Bu tür etkilerin bileşkesi bir yandan ekonominin temel dengelerinin bozulmasına ve istikrarsızlığa yol açarken, diğer yandan da iktisat politikalarının, örneğin para politikasının hareket alanını kısıtlayarak etkinliğini azaltmaktadır.

 

            Faiz haddi, temel işlevi olan yatırım düzeyini ayarlama ve kesimler arası dağılımını düzenleme gibi işlevlerini de yitirmiştir. Sadece cari işlemler açıklarına jandarmalık eder hâle dönüşmüştür. Yüksek faiz hadleri, açıkları sermaye girişleriyle kapatabilmek için bir araç hâline gelmiştir. Yüksek faiz oranları, hükûmetlerin sermaye kaçışını kısa vadede durdurmak için uyguladıkları tek önlem olduğundan, daha yüksek faiz oranları, büyük miktarlardaki paranın bir ülkeden diğerine hızla kaydırılabildiği bir dünya oluşturmuştur. Faiz oranı politikalarının, tam istihdam ve hızlı büyümeyi sağlamak üzere daha düşük faiz oranlarına odaklanma yerine, son derece uçucu olan sermaye akımlarına odaklandığı görülür. Uluslararası sermaye akışının rehin tuttuğu para politikalarını, iç refahı artırmak için kullanmak çok zorlaşmıştır.

 

            Finansal küreselleşme sonrası finansal piyasaların bütünleşmesi uluslararası faiz ilişkisini daha sıkılaştırmakta; faiz oranlarını birbirine yaklaştırmaktadır. Reel faizler, yani nominal faizler ve beklenen ulusal enflasyon arasındaki farklar en azından kısa vadeli olarak aynı yönde hareket etmektedirler. Amerikan Merkez Bankası’nın 1997 yılının basında faiz oranlarını yükseltmesi, finansal piyasaları etkilemiş. Amerikan faiz oranlarını diğer ülkelerin faiz oranları takip etmiştir. Sermaye hareketliliğinin, merkez bankalarının faiz oranlarını kontrol etme gücünü kısıtlayıp kısıtlamadığı konusu önemli bir sorundur. Bazı iktisatçılara göre sermaye hareketliliği, ülkeleri yurt içi ihtiyaçları karşısında faiz oranlarını ayarlamaktan alıkoyar.

 

            Bu sorunu anlamak için faydalı bir çerçeve trilemma (üçlü açmaz) politikasıdır. Buna göre bir ülke şu üç şeye aynı anda sahip olamaz: açık sermaye piyasaları, döviz kuru üzerinde kontrol ve bağımsız para politikası.

 

 

5. İKTİSAT POLİTİKASI TRİLEMMASI (ÜÇ AÇMAZ)[41]

·         Açık Sermaye Piyasaları

·         Sabit veya Yönetilen Döviz Kurları

·         Para Politikasının Otonomisi Faiz Oranlarının Kontrolü

 

            "Trilemma" kavramı, hükûmetlerin bu üç hedeften aynı anda sadece ikisini gerçekleştirebileceklerini ifade etmektedir. Bu perspektiften, sermaye piyasaları açık olan bir ülke, döviz kurunun serbestçe dalgalanmasına izin vermek şartıyla faiz oranlarını hâla kontrol edebilir.

 

            Fakat böyle bir ülke döviz kurunu yönetmek isterse, faiz oranları üzerindeki kontrolünü bırakmak ve onu döviz kuru hedefleriyle uyumlu bir şekilde tutmak zorundadır. Sabit döviz kuru olan bir ülke dış faiz oranları değiştiğinde döviz piyasasına müdahale ederek kendi faiz oranlarını düzenlemekten kaçınabilir. Yani merkez bankası döviz alıp satabilir. Örneğin, eğer dış faiz oranları yükselirse ve sermaye çıkışı hükûmete devalüasyon baskısı yaparsa merkez bankası döviz rezervlerinin bir kısmını yerli para karşılığında satar ki bu da yerli paranın değerini artırır. Fakat; böyle yaparak merkez bankası bir spekülatif atak riskini artırmış olur. Çünkü spekülatörler azalan döviz rezervlerini, merkez bankasının döviz kurunu savunma gücünün zayıfladığının bir göstergesi olarak alırlar ve buna daha fazla yerli para satarak cevap verirler. Sonuçta rezervler eridikçe merkez bankası, müdahalesini durdurmak için ya parasını devalüe etmek ya da serbestçe dalgalanmasına müsaade etmek zorunda kalır.

 

            Böylece yükselen dış faiz oranları sabit döviz kuru ve açık sermaye piyasalarına sahip bir ülkeyi zor bir seçimle karşı karşıya bırakır; ya yerli parayı korumak için faiz oranları yükseltilecektir, ya da döviz kuru hedefi terk edilip devalüasyon yapılacaktır. Paranın değerini korumak için yapılan döviz müdahalesi, sadece sonucu geciktirir.

 

            Sermaye hareketliliği, pek çok gelişmekte olan ülkenin karşı karşıya bulunduğu kısıtlamaları azaltmaktadır. Brezilya’nın bugünkü ekonomik krizi bunun bir örneğidir. 1998'de Brezilya hükûmeti, daha önceki Meksika, Tayland, Endonezya, Rusya ve diğer ülkelerde spekülatif atakların zorladığı devalüasyondan kaçınmak istemişti. Yeniden seçilen başkan Cardoso, ülkenin para birimi olan Real’i sabit döviz kuru sistemini korumak için, bütçe açıklarını azaltmak ve faiz oranlarını artırmak sözü verdi. Brezilya bu politika tercihinden ötürü IMF ve ABD hükûmeti tarafından 41,5 milyar dolarlık krediyi içeren bir istikrar programı ile ödüllendirildi. Faiz haddinin yükselmesine rağmen bütçe açığı yüksek kaldı ve yabancı yatırımcılar hükûmete güvenlerini kaybederek milyarlarca doları ülke dışına çıkardılar. Döviz kurunu korumak için birkaç milyar dolar rezerv kaybettikten sonra Brezilya hükûmeti bu işi bıraktı. Brezilya hükûmetini faiz hadlerini yüksek tutmaya ve kamu harcamalarını azaltmaya iten şey, sadece yabancı yatırımcıların baskısı değildi. Ayrıca ülkenin büyük miktardaki yabancı para borcu ve yüksek enflasyon talihi de bunda etkili oldu. Eğer Brezilya paranın değer kaybetmesine izin vermiş olsaydı, faiz hadlerini düşürebilir ve sert malî tedbirler almak zorunda kalmazdı. Fakat Brezilya'nın döviz kurunu sabit tutma isteği, uzun dönem enflasyonist dinamiğinden kaynaklanmaktadır. Bu dinamik ancak yakın geçmişte yeni bir paranın arz edilmesi ve diğer tedbirlerle kontrol altına alınabilmiştir. Ayrıca yine Brezilya bu kadar büyük bir borca sahip olmasaydı, mevcut dış borçlarını yine dış borçla ödemek için sürekli sermaye girişine bağımlı olmazdı ve yabancı kreditörleri memnun etmeye çalışmazdı.

 

            Özetlemek gerekirse faiz oranı politikası uluslararası sermaye akımları tarafından kısıtlanır. Fakat kısıtların sıkılığı, döviz kuru rejimi, ülkenin büyüklüğü, gelişme düzeyi ve dış borçları gibi faktörlere bağlıdır. Genel olarak döviz kuru politikası üzerindeki kısıtlar, döviz kuru sabit veya yönetilen olduğu durumlarda, daha sıkıdır.

 

            Büyük makro dengesizliklerin yaşandığı ülkelerde (Latin Amerika ülkeleri, Türkiye ve Uzak Doğu dışındaki gelişmekte olan ülkeler), hükûmetlerin izlediği para politikalarını etkinsizleştiren en önemli olay ''para ikamesi" olgusudur. Bir kere makro dengesizlik başlayıp halkın yerli paraya olan güveni sarsıldığında, "para ikamesi" ortaya çıkmakta, yerli para talebi azalıp dolar-mark gibi "sağlam" paralara bunun yerine ikame edilmeye başlamaktadır. Böyle bir durumda makro dengeyi kurmak olanaksızlaşmaktadır. Çünkü, yerli para talebinin giderek azalması ve yabancı paraların bunun yerini alması, paranın dolanım hızını yükseltmekte ve bu da enflasyonu denetimden çıkartmaktadır.

 

            Dolarizasyon sürecini yaşayan ülkelerde enflasyon oranı optimum oranların üzerinde gerçekleşir. Bu ülkelerde politikacılar, iktisat politikası araçları üzerindeki kontrollerini kaybetmektedirler. Dolarizasyon, elde tutulan yabancı paraların ülkelerine faizsiz kredi vermek demektir. Bu da, ülkenin alması gereken dış kredi için, artan rizikosu dolayısıyla yüksek faiz hadleri ödemek zorunda kalması anlamına gelmektedir.

 

            Belirli bir enflasyon düzeyini sürdürebilmek için hükûmetlerin yapacakları emisyon miktarı giderek sınırlanmaktadır. Emisyon miktarının sınırlanması hükûmetleri iç ve dış borçlanmaya sevk etmekte, bu da artan faiz yükü nedeniyle bütçe açıklarını büyütmektedir. Kamu finansman açığını enflasyona yol açarak çözmenin imkânı kalmamıştır. Enflasyon, faizleri yükselterek, finansman açıklarını daha da büyütmektedir. Geçmişte enflasyondan en çok faydalanan kesim olan kamu sektörü artık bundan büyük zarar görmektedir.

 

            Merkez Bankalarının hükûmetten bağımsızlığı da yeni bir akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu akımın nedenleri üzerinde tartışmalar vardır. Bir kere, bu akımın gelişmiş ülkelerde yayılma eğilimine girdiği yıllarda enflasyon oranı %2-4 arasında değişiyordu. O hâlde bu eğilimin nedeni hükûmetlerin para arzını denetimsiz artırmaları değildir. Özellikle parasal sermaye hareketlerinin serbestleştiği bir ortamda merkez bankalarının rezervleri sürekli değişmektedir. Bu da diğer şartlar veri iken emisyon hacmini değiştirmektedir. Rezervlerdeki artış emisyon hacmini artırmakta, azalış ise emisyon azalışına yol açmaktadır. Merkez Bankalarının temel işlevi, bu değişmelerin para arzına etkilerini "kısırlaştırmaya dönüşmektedir. Hükûmetler Merkez Bankasından kredi alamadıkları durumlarda ya iç veya dış borçlanmaya başvuracaklardır. Dış borçlanma, dünya piyasasından ve "dünya paraları" üzerinden fon talebinin artması demektir. Ancak bu aynı zamanda, Merkez Bankası bağımsızlaşmış gelişmekte olan bir ülkenin artık senyoraj hakkından, yani satın alma gücü oluşturma hakkından vazgeçmesi demektir. Böyle bir durumda, ülke kendi senyoraj hakkını kullanarak değil de dövizle borçlanarak satın alma gücü oluşturabilecektir. Bu da gelişmiş ülke paraları üzerinden fonlara talebin yükselmesine yol açacak ve bu ülke sermayesinin kâr haddinin yükselmesine yol açacaktır. Parasal sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, aslında, her ülke açısından hükûmetlerin egemenlik hakları olan para basmaya sınırlama getirmektedir. [42]

 

            Ulus devletlerde egemenliğin göstergesi, Merkez Bankalarının devletin taahhüdünü taşıyan para basmalarıdır. İkinci dünya savaşı sonrası sömürgecilikten kurtulup bağımsızlığını ilan eden ülkeler ile SSCB'den ayrılan cumhuriyetlerin ilk yaptıkları iş kendi Merkez Bankalarını kurmaları ve ulusal paralarını çıkarmaları olmuştur. Çünkü ulus devletin simgesi senyoraj hakkındadır. Oysa bugün malî piyasaların serbestleşmesi ile bu aşınmaktadır. Yaşanan "para ikamesi" olayı ve "sermaye giriş ve çıkışlarının döviz rezervlerini ve bu yolla da para arzım etkilemesi", hükûmetlerin para politikaları üzerindeki etkilerini iyice törpülemektedir. Faiz haddi ve döviz kuru, ülkenin gereklerine göre ayarlanmak yerine, uluslararası sermayenin gereklerine göre ayarlanmaktadır. Artık ulus-devlet, para miktarının büyüklüğünü ve bununla yakından bağlantılı faiz haddi ve döviz kuru gibi fiyatları, vatandaşlarının refahını gözeterek ayarlama gücünü neredeyse yitirmiştir.

 

 

SONUÇ

            Finansal piyasaların serbestleşmesi, hükûmetlerin makro dengeleri kurmasını, ekonomiye istediği yönü verebilmesini sağlayacak temel politikalardan biri olan para politikasını kullanamamasına yol açacaktır. Bu sav özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından geçerlidir. Çünkü, bu ülkelerde malî piyasalar dar, kurumsallaşma eksik, halkın hükûmetlere olan güveni azdır. Piyasaların darlığı; ülkeye giren ve çıkan fonların etkilerini büyütmektedir. Birkaç milyar dolarlık hareketler fiyatlarda büyük inişler ve çıkışlar yapabilmektedir. Kurumsallaşmanın eksikliği ise; fonların istikrarsızlaştırıcı etkilerine karşı koruyucu politikaların devreye sokulmasını olanaksızlaştırmaktadır. Halkın hükûmetlere olan güvensizliği; küçük olumsuzlukların patlamalara yol açmasını beraberinde getirmektedir.

 

 

M.Fatih İstemihan,

Marmara, İktisat Politikası, Yüksek Lisans Programı.

mirzabey79@yahoo.com

http://www.akademiktisat.net

 

 

 



DİPNOT -REFERANS

*Farklı bir bakış açısıyla Erinç Yeldan : “Küreselleşme olgusu, ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve bütün iktisadî karar süreçlerinin giderek dünya kapitalizminin sermaye birikimlerine yönelik dinamikleriyle belirlenmesi olarak yorumlamaktayız.” demektedir. Bkz. Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi Bölüşüm Birikim Büyüme, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2003, s.13. ; Aynı hususta Nadir Eroğlu : “ Küreselleşme olarak nitelendirilen bu hususta üretim ve kâr, sermaye hareketleri ve teknoloji uluslararası şirketler aracılığıyla küresel ölçeğe genişlemekte ve dünya ekonomisinde genel olarak bu şirketlerin denetimine doğru bir değişim yaşanmaktadır.” demektedir. Bkz. Nadir Eroğlu, Finansal Küreselleşme: Devletin Düzenleyici Rolü Üzerine Etkileri; Küreselleşme: İktisadî Yönelimler Sosyo-politik Karşıtlıklar (Der.: Alkan Soyak), İstanbul, Om Yayınevi, 2002, s.14.

[1] Jacques Adda, Ekonominin Küreselleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2002, s.10.

 

[2] A.g.k., s.10.

[3] Nurettin Öztürk, Finansal Küreselleşmenin İktisat Politikalarına Etkisi ve Türkiye (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, s.26.

[4] Eroğlu, a.g.k., s.18.

[5] A.g.k., s.18. ; Ayrıca Bkz. Öztürk, a.g.k, s.33-34.

[6] Eroğlu, a.g.k., s.16.

[7] Öztürk, a.g.k., s.24.

[8] Eroğlu, a.g.k.,s.16-17.

[9] Eroğlu, a.g.k, s.17.

[10] Öztürk, a.g.k., s.31-33.

[11] Güven Delice, ‘Uluslararası  Sermaye Hareketlerine Tarihsel Bir Bakış’, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Yıl:39, Sayı:9, Eylül 2002, s.9.

[12] Öztürk, a.g.k., s.25.

[13] Delice, a.g.m., s.11. ; Ayrıca Bkz. Eroğlu, a.g.k., s.14. ; Paul Hirst-Graham Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Ankara, Dost Kitabevi, 1998, s.34; Halil Seyidoğlu, Uluslararası İktisat, İstanbul, Güzem Yayınları, 2001, s.315-316.

[14] Eroğlu, a.g.k., s.14. ; Öztürk, a.g.k., s.25. ; Delice, a.g.m., s.12-13. ; Sinan Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, İstanbul, İmge Yayınevi, 1998, s.59.

[15] Delice, a.g.m., s.24.

[16] Öztürk, a.g.k., s.25.

[17] Delice, a.g.m., s.24.

[18] Adda, a.g.k., s.104. ; Delice, a.g.k., s.26. ; Sönmez, a.g.k., s.199-200.

[19] Delice, a.g.m., s.26.

[20] Delice, a.g.m., s.27.

[21] Öztürk, a.g.k., s.26. ; Ayrıca Bkz. Ergin Yıldızoğlu, Globalleşme ve Malî Sermaye, Petrol-İş Sendikası 93-94 yıllığı, s.530-533.

* “1980’li yıllarda ortaya çıkan en önemli değişim döviz kurlarının cari hesaplarda değişmelerden çok sermaye hareketlerine bağlı olarak ve sermaye hareketlerinin de üretken yatırım talebinden ziyade dealerların spekülatif davranışlarına bağlı hâle gelmesidir.” Delice, a.g.m., s.37.

[22] Delice, a.g.m., s.33-34.

[23] Adda, a.g.k., s.107.

 

[24] Öztürk, a.g.k., s.26-28.

[25] Delice, a.g.m., s.34-36.

[26] Eroğlu, a.g.k., s.24. ; Ayrıca Washington Consensus uygulamaları, nedenleri ve sonuçları hk. detaylı bilgi için bkz. Joseph E. Stiglitz, Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, İstanbul, Plan B Yayıncılık, 2002, s.75-89.

[27] Öztürk, a.g.k., s.42.

[28] Mehmet Günal, Merkez Bankasının Değişen Rolü ve Para Politikası Uygulamaları, İstanbul, İMKB Yayınları, 2001, s.46-49.

[29] Eroğlu, a.g.k., s.20-23.

[30] Öztürk, a.g.k., s.28-29.

[31] Hirst-Thompson, a.g.k., s.209.

[32] Öztürk, a.g.k., s.67.

[33] Öztürk, a.g.k., s.68.

[34] Ayrıca Bkz. Eroğlu, a.g.k., s.31-32.

[35] Öztürk, a.g.k., s.68.

[36] Öztürk, a.g.k., s.72.

[37] Öztürk, a.g.k., s.74-75.

[38] Öztürk, a.g.k., s.7.

[39] Öztürk, a.g.k., s. 78 ; Ayrıca Bkz. Eroğlu, a.g.k., s.30.

[40] Öztürk, a.g.k., s.79 ; Aayrıca İngiltere krizi için bkz. Adda, a.g.k., s.115-116.

[41] Öztürk, a.g.k., s.84 ; Ayrıca Bkz. Adda, a.g.k., s.111, ; Ümit Özlale, Küreselleşme Sürecinde Uygulanan Para Politikalarının Genel Değerlendirilmesi, İstanbul, Petrol-İş Sendikası 2000-2003 Yıllığı, s.116-117.

[42] Öztürk, a.g.k., s.89-90.

 

 

 

KAYNAKLAR

Adda, Jacques. Ekonominin Küreselleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2003.

 

Delice, Güven. “Uluslararası Sermaye Hareketlerine Tarihsel Bir Bakış”, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Yıl: 39, Sayı:9, Eylül 2002.

 

Eroğlu, Nadir. “Finansal Küreselleşme: Devletin Düzenleyici Rolü Üzerine Etkileri” içinde Küreselleşme: İktisadî Yönelimler ve Sosyo-politik Karşıtlıklar (Der.:Alkan Soyak), İstanbul, Om Yayınevi, 2002.

 

Günal, Mehmet. Merkez Bankası’nın Değişen Rolü ve Para Politikası Uygulamaları, İstanbul, İMKB Yayınları, 2001.

 

Hirst Paul ve Thompson Graham. Küreselleşme Sorgulanıyor, Ankara, Dost Kitabevi, 1998.

 

Özlale, Ümit. “Küreselleşme Sürecinde Uygulanan Para Politikalarının Genel Değerlendirmesi”, Petrol-İş Sendikası 2000-2003 Yıllığı.

 

Öztürk, Nurettin. Finansal Küreselleşmenin İktisat Politikaları Üzerine Etkileri ve Türkiye (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001.

 

Seyidoğlu, Halil. Uluslararası İktisat, İstanbul, Güzem Yayınları, 2001.

 

Sönmez, Sinan. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ankara, İmge Kitabevi, 1998.

 

Stiglitz, Joseph E. Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, İstanbul, Plan B Yayıncılık, 2002.

 

Yeldan, Erinç. Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2003.

 

Yıldızoğlu, Ergin. “Globalleşme ve Malî Sermaye”, Petrol-İş Sendikası 1993-1994 Yıllığı.

 

 

 

Sayfa Başı