KRİZ VE EKONOMİK
UNSURLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ; KRİZDEN ÖĞRENDİKLERİMİZ VE ÖĞRENECEKLERİMİZ...
İÇİNDEKİLER:
GİRİŞ
A. FERTLER
B. KURUMLAR
C. DEVLET
SONUÇ
GİRİŞ
Ekonomide üç
temel unsur vardır: fert, firma ve devlet. Bir ekonomide tüm işlemler bu üç
unsur arasında gerçekleştirilir. Temel ekonomi kitaplarının giriş kısımlarında
ele alınan ilk konulardan biri, bu unsurlar ve aralarında meydana gelen
işlemlerdir. “Sistem” adı verilen bir çerçeve dahilinde, fert, firma ve devlet
arasında gerek tek tek gerekse karşılıklı olarak gerçekleştirilen ekonomik
faaliyetler ele alınır ve aralarındaki etkileşim ve sonuçları üzerinde durulur.
Ekonomik bir analiz, bu unsurların dikkate alınarak yapılması ile daha anlamlı
hale gelir ve bu şekilde daha çerçeveli bilgi sunma imkanına sahip olunmuş
olur.
Bu yazıda
Türkiye’nin, ağırlıklı olarak son iki yıldır yaşadığı ve halen de iç içe
yaşamaya devam ettiği ekonomik kriz ve söz konusu unsurlar üzerindeki etkisi
ele alınacaktır. Bu çerçevede, krizin ekonomik unsurları ne şekilde etkilediği
ve bu etkinin ne şekilde devam edebileceği ele alınacaktır. Diğer bir deyişle;
fertlerin, firmaların ve devletin yaşanan kriz sürecinde neler öğrendiği ve daha
neler öğreneceği ortaya konmaya çalışılacaktır. Belirtilmelidir ki, yapılacak
olan değerlendirmeler, kısa vadeli nitelikte olmayıp orta ve uzun vadeli bir
trendi ortaya koymaya yöneliktir. Dolayısıyla yazıda aktarılacak trend, bu
şekilde dikkate alınmalıdır.
Genel
anlamda meydana gelen olumlu veya olumsuz bir gelişme, sonuçları itibariyle
benzer veya farklı etkilere sebep olabilir. Örneğin, olumlu bir gelişme,
sonuçları itibariyle bir olumsuzluğa sebep olabilir, veya tersi de olabilir...
Ekonomik alanda yaşanan krizler için de aynı durum geçerlidir. Kriz döneminde
meydana gelen olumsuzluklar süreç dahilindeyken beraberinde birçok sıkıntıyı da
getirir. Ancak, eğer karşılaşılan sıkıntılardan gerekli ders alınabilirse,
krizden çıkış daha kolay olur ve çıkış sonrası hayat, kriz öncesindekinden daha
güzel olabilir.
Bu yazıda
da bu tema işlenmeye çalışılacak ve kriz döneminde fert, firma ve devlet
bazında karşılaşılan sıkıntılardan gerekli ders alındığı taktirde, çıkışın
kolay olacağı ve sonrası durumun daha uygun bir ortamı beraberinde getireceği
üzerinde durulacaktır. Açıktır ki, bahsedilen “daha uygun ortam”ın sağlanması,
ekonomik unsurların tümünce alınacak derslere ve bunlara göre hareket
edilmesine bağlıdır. Yani krizden çıkışın, her kesimin üzerine düşeni
yapmasıyla mümkün olabileceği üzerinde durulacaktır. Fakat, burada arz edilecek
değerlendirmeler “popülist” bir mantıkla ve tarzda değil, tamamen “realist” bir
mantık ve tarzda gerçekleştirilecektir.
Değerlendirmeler,
her bir unsura yönelik olmak üzere sırayla sunulacaktır. Çıkış sorumuz şudur:
Ekonomik krizden neler öğrendik ve neler öğreneceğiz, öğrenmeliyiz?
A. FERTLER
“Ayağın
yorgana göre uzatılması” şeklinde bir deyim vardır Türkçe’de... Bu, herkesin bildiği,
ama nedense yine herkesin uymadığı, uymak istemediği bir deyimdir.
Türkiye’de
refah seviyesinde, özellikle 1980 sonrasında gözle görülür bir şekilde artışlar
meydana gelmiştir. Kişi başına milli gelir (KBMG) ,USD cinsinden, önce
2000’lere ardından 2500’lere sonra da 3000’lere çıkmıştır. Nominal artışları
ifade eden bu rakamlar reel bazda daha büyük meblağlara tekabül etmekteydi.
Nitekim, KBMG’nin 3000 USD civarında olduğu dönemde, bu meblağın Satın Alma
Gücü Paritesi (SAGP) dikkate alındığında 5000 USD üstü meblağlara tekabül
ettiği belirtilmekteydi.
Nispi refah
artışlarının yaşandığı bu dönemde, “ayaklar yorgana göre uzatılmadı” ve tabiri
caizse “açık”ta kalındı. Yani, harcamalar gelirleri aştı, üretilenden çok
tüketildi. Ekonominin daralma eğilimine girdiği süreçte ise fertler bazında bu
eğilime ayak uydurmak ,diğer unsurlarda da olduğu gibi, zordu. Çünkü alışılmış
bir hayat standardı vardı ve bundan vazgeçmek kolay değildi. Nitekim bu süreç
halen yaşanmaktadır.
Özellikle
1980’li yıllarda başlayan bu devrede fertler açısından neler yaşanmıştır?
Burada meydana gelen çarpıcı gelişmelerden biri dikkate alınacaktır. Cevap:
Nispi gelir artışları, uygun bir şekilde kullanılacağına, tuhaf bir refleksle
hareket edilerek ağırlıklı olarak tüketime yöneltilmiştir. Evet, Türkiye, son
20 yılda tam bir “tüketim çılgınlığı” yaşamıştır. Krizde bulunduğumuz bu
dönemde, aynı eğilim devam etmemektedir. Çünkü hem gelirlerde reel bazda
düşüşler vardır; hem de “ayağın yorgana göre uzatılması” sürecine yavaş yavaş alışılmaya
başlanmıştır. Demek ki kriz öncesi dönemdeki tüketim eğilimi, normal sınırlar
dahilinde değildi. Yaşanan kriz, en azından bunun anlaşılmasına sebep olmuştur.
Bu, krizin sağladığı bir kazanç olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’nin
ithalat bileşimine bakıldığında payların şu şekilde olduğu görülecektir: Ara
malı: % 65, Yatırım malı: % 20, Tüketim malı: % 15. Kaba bir benzetme yapılacak
olursa; Türkiye, her 100 lirasından 15 lirasını yurtdışından yaptığı tüketim
mallarına harcamaktadır. Dışarıdan tüketim malı ithalatı yapılmamalıdır demek
doğru olmaz. Fakat mesela, 15 lira değil de 5 lira harcansa ve diğer 10 lira
ile yatırım malları alınsa ve bunlarla söz konusu tüketim karşılansa daha iyi
olmaz mı? Bu da ek olarak sorulabilecek bir diğer sorudur.
Tüketim
çılgınlığını adeta teşvik eden en önemli unsur “Kredi Kartı”dır. Kredi kartı,
tüketicilerce bir “can simidi” gibi görülmüş ve yoğun bir şekilde ve de gelir
üstü meblağlarda kullanılmıştır. Burada dikkat çekilebilecek diğer bir
olumsuzluk da kredi kartlarıyla tahsis edilen harcama limitleri konusundadır.
Nedense kredi kartlarını veren kurumlar, gelirin çok üstünde harcama limitleri
tahsis ederek “tüketim çılgınlığını” sanki teşvik etmişlerdir.
Keynezyen
iktisat politikaları çerçevesinde, tüketim harcamalarının artırılması yoluyla,
“hızlandıran” mekanizmasının harekete geçişi sayesinde ekonomiye bir canlılığın
kazandırıldığı ve bunun sürdürülebildiği doğrudur. Fakat bu iktisat politikası,
sağlam bir ekonomik altyapıya sahip ekonomiler için geçerli olabilir. Türkiye
gibi sağlam bir altyapısı olmayan bir ülkede, Keynezyen ekolün tüketim
harcamalarına yönelik bu politikasının uygulanamayacağı ortadadır. Tam bu
noktada hemen konumuza dönelim. Kredi kartlarıyla tahsis edilen limitler ,kriz
dolayısıyla, halihazırda çok yüksek tutulmamaktadır. Söz konusu limitlerin
gelirlerle veya daha alt seviyede meblağlarla sınırlandırılması gerekmektedir.
Bu yolla kredi kartının “tüketim çılgınlığı”nı teşvik eden özelliği ortadan
kaldırılabilecektir. Bu konuda iş, bankacılara düşmektedir. Bu uygulama
gerçekleştirilirken şu anlayış çerçevesinde hareket edilebilir: “İnsanlar,
ihtiyaç duydukları kadar fakat daima üretebildikleri ölçüde yani elde
edebildikleri gelir dahilinde tüketim hakkına sahiptirler.”
Bu konuda
son bir not daha ilave edilebilir. Artık, gösteriş meraklısı olan insanlar,
cüzdanlarını açarak sahip oldukları birden fazla kredi kartlarını
sergileyemeyeceklerdir. Çünkü ödeme gücüne sahip olmadıkları için çoğu iptal
edilmiş olacaktır. Bu da krizin komik bir sonucu olur herhalde (!)...
B. KURUMLAR
Kriz
öncesinde, mevcut finansal kaynaklarını uygun alanlarda kullanmayan çok sayıda
firma mevcuttu. Hatta asıl alanlarının dışına çıkarak farklı alanlarda
faaliyette bulunan çok sayıda firma da vardı. Kriz, bu ve benzeri firmaları
terbiye edici bir özellik arz etmektedir. Bu çerçevede, çok ciddi bir
“seleksiyon” sürecinden geçmekteyiz, geçeceğiz.
Günümüz
şartlarında ve bundan sonrası için, sahip olunan kaynakların uygun yatırım
alanlarında kullanılması bir zorunluluk haline gelmiştir. firmalar bu hususa
çok dikkat etmek ve “bin düşünüp bir karar vermek” durumundadırlar. Bu
çerçevede, verilecek tüm kararların “rastgele, hayali tahminlere” dayanarak
değil; “ölçülü ve reel verilere” dayalı şekilde alınması gerekmektedir. Bunun
finansal kaynaklarla ilişkili olan kısmı; söz konusu fonların rasyonel ve
verimli bir şekilde kullanılması ile ilgilidir. Üretim yönü ile olan ilişkisi
ise kaliteli ve sadece içeride değil, aynı zamanda dış piyasalarda da rekabet
edebilecek malların üretimi ile ilgilidir. Kriz, firmaları buna zorlamaktadır,
zorlayacaktır. Sonuç ise, ileriyi görerek ve akıllıca faaliyette bulunan
şirketlerin mevcut olduğu bir piyasa yapısına kavuşmaktır. Zaten firmalar
açısından düşünüldüğünde, Türkiye’nin ihtiyacı da böylesine bir piyasaya sahip
olmak değil midir?
Dikkat
çekmek istediğimiz diğer bir konu ise “kar ve karlılık” konusundadır. Ne yazık
ki Türkiye’de “kar” kavramı ile ilgili yaklaşım ekonomik olmaktan uzaktır.
Dolayısıyla bu anlayış farklılığı, beraberinde diğer birçok mikro ve makro
soruna da sebep olmaktadır.
Mevcut
anlayış yanlışlığını ortaya koyabilmek için öncelikle ekonomi ve muhasebe
anlamında “kar” kavramının daha sonra “normal kar” ve “aşırı kar” kavramlarının
tanımlanması gerekmektedir. Ekonomik anlamda kar; bir müteşebbisin belirli bir
dönemde, gerçekleştirdiği üretimin satışından elde ettiği gelirinden; satın
aldığı veya kiraladığı üretim faktörlerine yaptığı ödemelerle (açık maliyetler)
kendisine ait olan faktörlerin karşılığı olan ücret, rant ve faiz (örtülü
maliyet) çıktıktan sonra kalan kısımdır. (Dinler, s.430) Muhasebe karı ise,
firmanın elde ettiği gelirden açık maliyetlerinin çıkarılması sonrası elde
edilen farktır. Burada örtülü maliyetler dikkate alınmamaktadır. (Parasız,
s.203)
Normal kar,
toplam maliyetin toplam gelire eşit olduğu noktadaki üretimle elde edilen
kardır. Burada söz konusu olan, “örtülü maliyetler”le elde edilen kardır.
Firmanın gideri gelirine eşittir. İlk bakışta görülen, muhasebe karı anlamında
bu firmanın herhangi bir kazancının olmadığı yönündedir. Fakat aslında, örtülü
maliyetler dikkate alındığında, firma bunlar için ödeme yapmadığından, söz
konusu gider kendisi açısından bir gelir niteliğindeymiş gibi değerlendirilir
ve firma faaliyetine devam eder. Ne zaman ki elde ettiği gelir, açık
maliyetleri de karşılayamayacak hale gelirse, işte o zaman bu firmanın zarar
etmesi söz konusu olur ki faaliyetini durdurması daha rasyoneldir. “Aşırı kar”
ise firmanın yine denge üretim seviyesinde elde ettiği kazancı ifade eder.
Ancak burada, elde edilen gelir, iktisadi anlamdaki kar kapsamındadır. Yani
firma, hem açık hem de örtülü maliyetlerin üstünde bir gelir elde etmektedir.
Türkiye’deki
firmaların kar anlayışları, acaba hangi kar anlayışı kapsamında
değerlendirilebilir? Cevap açık; elbette ki “aşırı kar” kapsamında... Zaten
dikkat çekmek istediğimiz anlayış yanlışlığı da bu noktadadır. Türkiye’de
firmalar, fiyatlarını maliyetlerin çok üstünde bir seviyede belirlemektedirler.
Dolayısıyla bu yüksek fiyatlar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi beraberinde
birtakım farklı sorunlara da sebep olmaktadır. Bunların en başta geleni
enflasyondur.
Enflasyon,
tek bir sebeple açıklanamayacak kadar karmaşık bir meseledir. Ancak bunların en
önemlilerinden biri de psikolojik yönüdür. Türkiye’de her kesim enflasyonun
sürekliliğine öylesine alışmış ki düşürülebileceği yönündeki inançsızlık,
enflasyonun yıllardır “kronik” bir hal almış olmasında önemli bir paya
sahiptir. Bu psikolojik ortamın oluşmasındaki en önemli faktörlerden biri de
izlenen “yüksek fiyat politikası”dır. Fiyatlardaki bu artışlar, beraberinde
farklı talepleri de getirmektedir. Yüksek fiyatlar karşısında, fertler de
yüksek ücret talebinde bulunmakta ve bu böylece birbirini takip ederek bir
“kısır döngü” halini almaktadır. Fiyatlarla gelirler arasındaki bu kovalamaca
“enflasyon helezonu” şeklinde adlandırılmaktadır. (Aren, s.219) Türkiye’de
enflasyonla ilgili yaşanan olumsuzluklardan biri de budur. Aşırı kar etme
amacıyla yapılan fiyat tespitleri, söz konusu helezona sebep olmakta ve
enflasyonla mücadele daha da zorlaşmaktadır.
Yetkililerin,
enflasyonu düşürme politikası kapsamında firmaların fiyat tespit politikalarına
müdahale etmesi (narh) serbest piyasa ekonomisinin ruhuna aykırıdır. Bunun
yapılması değildir teklifimiz... Fakat, firmaların mevcut şartları dikkate
alarak bu konuda bir anlayış değişikliğine gitmeleri kaçınılmazdır. Daima
“normal kar” seviyesinde bir politika uygulamaları gerektiği değildir
teklifimiz, fakat “normal-üstü (aşırı) kar” seviyesinde olsa bile, fiyat
tespitini makul seviyelerde ve piyasayı bozmayacak şekilde yapmaları
gerektiğidir. Kriz, beraberinde getireceği rekabet ortamıyla zaten böyle bir
politikayı mecburi hale getirecektir. Mühim olan, firmaların bunun sinyalini
şimdiden alarak uygun bir stratejiyi hayata geçirmeleridir. Kriz bir fırsat
olarak değerlendirilerek, ileriki aşamada piyasada sağlam bir yere sahip olmak
için söz konusu stratejiye şimdiden hazırlık yapılması gerekmektedir.
C. DEVLET
Yaşanan
kriz, fertlere ve firmalara birçok sorumluluklar yüklerken, üçüncü unsur olarak
devlete de birtakım sorumluluklar getirmektedir. Devlet, meydana gelen krizde
kendisinin de bir payı olup olmadığını tespit etmeli ve uygun bir şekilde
tedbirler almalıdır. Açıktır ki gelinen bu noktada, nasıl ki fert ve firmaların
belli birtakım sorumluluk payları var ise devletin de aynı şekilde sorumluluğu
vardır. O halde krizden gerekli dersler çıkarılarak, buna yol açan faktörlerin
devlete ait olanlarının yine bizzat devletçe ortadan kaldırılması yönünde
hareket edilmesi lazımdır.
Katıldığım,
“21. Yüzyılda Yeni Yönetim Üslubu” konulu bir panelin yöneticisi, girişte
yaptığı konuşmada şu soruyu yöneltiyordu: “Nüfusumuz 65 milyon ama, 2.500.000
bürokratımız var. ABD’de ise, 270-300 milyon nüfus karşılığında 450.000 kadardır
bu rakam ve işler normal bir şekilde yürütülebilmektedir. Acaba, bizdeki yapı
da böyle bir zemine kavuşturulamaz mı?” Mevcut bürokrat sayısı, Türkiye
açısından çok ciddi bir yükü ifade etmektedir. Kamu harcamaları içinde önemli
bir kalemi oluşturan “personel harcamaları” Türkiye için son derece yüksektir.
Bürokrat sayısının uygun bir sayıya indirilmesi ile ilgili gerekli düzenlemeler
yapılması gerekmektedir. Bu yapı ile devam etmek giderek zorlaşacaktır. En
iyisi gerçekleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmeden evvel, tam da kriz
ortamındayken gerekli dersler alınarak optimal bir bürokrat sayısı tespit
edilmeli ve buna tedrici bir şekilde ulaşılmalıdır. Bu tespit yapılırken, son
derece dikkatli davranılmalı, azaltmaya gidilmesi hedeflenirken daha sonra farklı
sorunlarla karşılaşılmayacak şekilde bir strateji izlenmelidir. Yani, bu
azaltma sırasında hedef; devlet mekanizmasının işlemesine yetecek personel
sayısının tespit edilerek bu sayıya ulaşılması, fakat bunun da mağduriyetlere
sebep olmadan gerçekleştirilmesi olmalıdır.
Bürokrasideki
şişkinliğe dikkat çektiği bir eserinde merkez valisi Recep YAZICIOĞLU, şu somut
teklifte bulunmaktadır: “... Bürokrasi ile mücadele, idari yapı ve usülde bu
yönde yapılacak ıslahatla mümkündür... Bakanlıklar ve genel müdürlükler
küçülecek, ama gerçekte fonksiyon olarak çok büyüyeceklerdir... Beşyüzbin
kişilik Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 500, onbin kişilik Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın 100, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın 250 ve diğer
bakanlıkların mevcutlarının benzer sayılara indirilmesi mümkündür....”
(Yazıcıoğlu, s.33-34)
Kamu
kesimindeki yanlış uygulamalar kapsamında belirtilebilecek çarpıcı bir konu
kamu taşıtları ile ilgilidir. Kamu kesimi, ihtiyaç duyduğu kadar taşıta sahip
olmalı fazlalarını elden çıkarmalıdır. Özellikle krizde bulunduğumuz bu
ortamda, kamu harcamalarının azaltılmasına katkıda bulunacak kalemlerden biri
de budur. Ancak görünen odur ki bu yönde çok da ciddi adımlar atılmamaktadır.
Nitekim Maliye Bakanlığı’nın Temmuz 2001’de bütçenin gelir kalemlerine “Taşıt
alımlarından elde edilen gelir” başlığıyla ilave ettiği kalem kapsamında,
Temmuz ayında elde edildiği belirtilen gelir sadece 80 milyar TL’dir. (Reel
Ekonomi, s.1) Bu komik rakamla birkaç ufak hesap yapıldığında yine aynı şekilde
komik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. 80 milyar lira ile -ortalama fiyatlar
dikkate alındığında- fiyatı dört milyar TL olan, sadece 20 adet 95 model yerli
araba satılmış olabileceği anlaşılmaktadır. Taşıtların 90 model olduğu
düşünülecek olursa, ortalama 2 milyar TL’den sadece 40 araba satılmış
olabileceği ortaya çıkmaktadır. Yani bu, devletin tasarruf kapsamında elden
çıkarabileceği taşıt sayısının sadece 20 veya 40 adet olduğu anlamına mı
gelmektedir?
Krizin
diğer unsurlara olduğu gibi devlete de verdiği mesaj, küçülmesi gerektiği
yönündedir. Dolayısıyla kamu kesimi de durumu fark ederek uygun şekilde
düzeltme yönünde tedbirleri hayata geçirmelidir. Tabii önemli olan, bunun
“olmazsa olmaz” bir hal almadan evvel fark edilmesidir. Moda tabiriyle ekonomide
“dip” seviyelere varılmadan gereken tedbirler alınmalıdır. Gerçi halihazırda
kamuda tasarruf konusunda birtakım sinyaller verilmektedir. Bu çerçevede 6,9
katrilyon civarında bir tasarruf meblağından bahsedilmektedir. Bu, tek başına
büyük bir meblağı ifade etmemektedir. Bununla birlikte, ilk defa bu kapsamda
bir tasarruf paketi olması itibariyle büyük bir anlam taşımaktadır. Eğer
çerçeve, yukarıda bahsedilen kalemler de dahil olmak üzere daha da
genişletilebilirse Kamu, bu alanda üzerine düşeni yapma noktasında önemli bir
mesafe katetmiş olacaktır.
SONUÇ
Bir
ekonomide çok yönlü ve giderilmesi kısa vadede mümkün olmayan krizlerin
yaşanması durumunda, söz konusu krize girilmesinin sorumlusunun tek olmadığı
açıktır. Böylesine bir kriz, yıllar boyu ve de tüm ekonomik unsurlarca izlenen
yanlış politikaların sonucunda meydana gelir. Türkiye’de yaşanan kriz de bu
niteliktedir.
Krizin
müsebbipleri tüm ekonomik unsurlar olduğuna göre, çözümü yine bunlara bağlıdır.
Yani krizden çıkış, ancak bu unsurların uzun bir vadede izledikleri yanlış
politikalarından vazgeçerek ve aksi yönde ve düzeltici tedbirleri almalarıyla
mümkün olabilir. Dolayısıyla fert, firma ve devletten oluşan ekonomik unsurlar,
bu konuda üzerlerine düşeni gerektiği gibi yapmak durumundadırlar, zorundadırlar.
Ekonomik
unsurlarca, alınacak düzeltici yöndeki tedbirler, halihazırda yaşanan
sıkıntıları uygun bir vadede ve en az zararla atlatmaya imkan sağlayacaktır.
Ancak, unutulmaması gereken bir şey vardır ki o da; bu yanlış hareketlerin
sebep olduğu olumsuzluklar dikkate alınarak gerekli derslerin alınması
gerektiğidir. Ayrıca, bunların tekrar edilmemesine de çalışılmalıdır. Bu konuda
kesin bir niyete sahip olunmalıdır. Aksi halde, yeni krizlerle karşılaşılması
kaçınılmazdır.
* Mehmet Behzat Ekinci,
İstanbul, İktisat, Doktora.
** Müsiad, Çerçeve, “Kriz ve Ekonomik Unsurlar Üzerindeki
Etkisi; Krizden Öğrendiklerimiz ve Öğreneceklerimiz...”, Aralık 2001, ss.92-95.
*** Dünya, “Ekonomik Kriz ve Firmalar Üzerine Etkisi;
Krizden Öğrendiklerimiz ve Öğreneceklerimiz”, 21 Ekim 2002, s.11.
KAYNAKLAR
1) Sadun AREN, İstihdam,
Para ve İktisadi Politika, 11. Baskı, Ankara: Savaş Yayınları, Nisan 1998.
2) Zeynel DİNLER, Mikro
Ekonomi, 9. Baskı, Bursa: Ekin Kitabevi, 1993.
3) İlker PARASIZ, İktisada
Giriş, Prensipler ve Politika, 5. Baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi, Mart 1991.
4) Recep YAZICIOĞLU, Bu
Sistem Değişmeli, 6. Baskı, İstanbul: Birey Yayıncılık, Mart 2000.
5) Reel Ekonomi, Dünya
Eki, Sayı: 50, 25.Ağustos 2001.