AKADEM<İ>KTİSAT

 

 

KRİZ VE EKONOMİK UNSURLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ; KRİZDEN ÖĞRENDİKLERİMİZ VE ÖĞRENECEKLERİMİZ...

 

 

 

İÇİNDEKİLER:

 

GİRİŞ

 

A. FERTLER

B. KURUMLAR

C. DEVLET

 

SONUÇ

 

 

 

GİRİŞ

            Ekonomide üç temel unsur vardır: fert, firma ve devlet. Bir ekonomide tüm işlemler bu üç unsur arasında gerçekleştirilir. Temel ekonomi kitaplarının giriş kısımlarında ele alınan ilk konulardan biri, bu unsurlar ve aralarında meydana gelen işlemlerdir. “Sistem” adı verilen bir çerçeve dahilinde, fert, firma ve devlet arasında gerek tek tek gerekse karşılıklı olarak gerçekleştirilen ekonomik faaliyetler ele alınır ve aralarındaki etkileşim ve sonuçları üzerinde durulur. Ekonomik bir analiz, bu unsurların dikkate alınarak yapılması ile daha anlamlı hale gelir ve bu şekilde daha çerçeveli bilgi sunma imkanına sahip olunmuş olur.

 

            Bu yazıda Türkiye’nin, ağırlıklı olarak son iki yıldır yaşadığı ve halen de iç içe yaşamaya devam ettiği ekonomik kriz ve söz konusu unsurlar üzerindeki etkisi ele alınacaktır. Bu çerçevede, krizin ekonomik unsurları ne şekilde etkilediği ve bu etkinin ne şekilde devam edebileceği ele alınacaktır. Diğer bir deyişle; fertlerin, firmaların ve devletin yaşanan kriz sürecinde neler öğrendiği ve daha neler öğreneceği ortaya konmaya çalışılacaktır. Belirtilmelidir ki, yapılacak olan değerlendirmeler, kısa vadeli nitelikte olmayıp orta ve uzun vadeli bir trendi ortaya koymaya yöneliktir. Dolayısıyla yazıda aktarılacak trend, bu şekilde dikkate alınmalıdır.

 

            Genel anlamda meydana gelen olumlu veya olumsuz bir gelişme, sonuçları itibariyle benzer veya farklı etkilere sebep olabilir. Örneğin, olumlu bir gelişme, sonuçları itibariyle bir olumsuzluğa sebep olabilir, veya tersi de olabilir... Ekonomik alanda yaşanan krizler için de aynı durum geçerlidir. Kriz döneminde meydana gelen olumsuzluklar süreç dahilindeyken beraberinde birçok sıkıntıyı da getirir. Ancak, eğer karşılaşılan sıkıntılardan gerekli ders alınabilirse, krizden çıkış daha kolay olur ve çıkış sonrası hayat, kriz öncesindekinden daha güzel olabilir.

 

            Bu yazıda da bu tema işlenmeye çalışılacak ve kriz döneminde fert, firma ve devlet bazında karşılaşılan sıkıntılardan gerekli ders alındığı taktirde, çıkışın kolay olacağı ve sonrası durumun daha uygun bir ortamı beraberinde getireceği üzerinde durulacaktır. Açıktır ki, bahsedilen “daha uygun ortam”ın sağlanması, ekonomik unsurların tümünce alınacak derslere ve bunlara göre hareket edilmesine bağlıdır. Yani krizden çıkışın, her kesimin üzerine düşeni yapmasıyla mümkün olabileceği üzerinde durulacaktır. Fakat, burada arz edilecek değerlendirmeler “popülist” bir mantıkla ve tarzda değil, tamamen “realist” bir mantık ve tarzda gerçekleştirilecektir.

 

            Değerlendirmeler, her bir unsura yönelik olmak üzere sırayla sunulacaktır. Çıkış sorumuz şudur: Ekonomik krizden neler öğrendik ve neler öğreneceğiz, öğrenmeliyiz?

 

 

A. FERTLER

            “Ayağın yorgana göre uzatılması” şeklinde bir deyim vardır Türkçe’de... Bu, herkesin bildiği, ama nedense yine herkesin uymadığı, uymak istemediği bir deyimdir.

 

            Türkiye’de refah seviyesinde, özellikle 1980 sonrasında gözle görülür bir şekilde artışlar meydana gelmiştir. Kişi başına milli gelir (KBMG) ,USD cinsinden, önce 2000’lere ardından 2500’lere sonra da 3000’lere çıkmıştır. Nominal artışları ifade eden bu rakamlar reel bazda daha büyük meblağlara tekabül etmekteydi. Nitekim, KBMG’nin 3000 USD civarında olduğu dönemde, bu meblağın Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) dikkate alındığında 5000 USD üstü meblağlara tekabül ettiği belirtilmekteydi.

 

            Nispi refah artışlarının yaşandığı bu dönemde, “ayaklar yorgana göre uzatılmadı” ve tabiri caizse “açık”ta kalındı. Yani, harcamalar gelirleri aştı, üretilenden çok tüketildi. Ekonominin daralma eğilimine girdiği süreçte ise fertler bazında bu eğilime ayak uydurmak ,diğer unsurlarda da olduğu gibi, zordu. Çünkü alışılmış bir hayat standardı vardı ve bundan vazgeçmek kolay değildi. Nitekim bu süreç halen yaşanmaktadır.

 

            Özellikle 1980’li yıllarda başlayan bu devrede fertler açısından neler yaşanmıştır? Burada meydana gelen çarpıcı gelişmelerden biri dikkate alınacaktır. Cevap: Nispi gelir artışları, uygun bir şekilde kullanılacağına, tuhaf bir refleksle hareket edilerek ağırlıklı olarak tüketime yöneltilmiştir. Evet, Türkiye, son 20 yılda tam bir “tüketim çılgınlığı” yaşamıştır. Krizde bulunduğumuz bu dönemde, aynı eğilim devam etmemektedir. Çünkü hem gelirlerde reel bazda düşüşler vardır; hem de “ayağın yorgana göre uzatılması” sürecine yavaş yavaş alışılmaya başlanmıştır. Demek ki kriz öncesi dönemdeki tüketim eğilimi, normal sınırlar dahilinde değildi. Yaşanan kriz, en azından bunun anlaşılmasına sebep olmuştur. Bu, krizin sağladığı bir kazanç olarak değerlendirilebilir.

 

            Türkiye’nin ithalat bileşimine bakıldığında payların şu şekilde olduğu görülecektir: Ara malı: % 65, Yatırım malı: % 20, Tüketim malı: % 15. Kaba bir benzetme yapılacak olursa; Türkiye, her 100 lirasından 15 lirasını yurtdışından yaptığı tüketim mallarına harcamaktadır. Dışarıdan tüketim malı ithalatı yapılmamalıdır demek doğru olmaz. Fakat mesela, 15 lira değil de 5 lira harcansa ve diğer 10 lira ile yatırım malları alınsa ve bunlarla söz konusu tüketim karşılansa daha iyi olmaz mı? Bu da ek olarak sorulabilecek bir diğer sorudur.

 

            Tüketim çılgınlığını adeta teşvik eden en önemli unsur “Kredi Kartı”dır. Kredi kartı, tüketicilerce bir “can simidi” gibi görülmüş ve yoğun bir şekilde ve de gelir üstü meblağlarda kullanılmıştır. Burada dikkat çekilebilecek diğer bir olumsuzluk da kredi kartlarıyla tahsis edilen harcama limitleri konusundadır. Nedense kredi kartlarını veren kurumlar, gelirin çok üstünde harcama limitleri tahsis ederek “tüketim çılgınlığını” sanki teşvik etmişlerdir.

 

            Keynezyen iktisat politikaları çerçevesinde, tüketim harcamalarının artırılması yoluyla, “hızlandıran” mekanizmasının harekete geçişi sayesinde ekonomiye bir canlılığın kazandırıldığı ve bunun sürdürülebildiği doğrudur. Fakat bu iktisat politikası, sağlam bir ekonomik altyapıya sahip ekonomiler için geçerli olabilir. Türkiye gibi sağlam bir altyapısı olmayan bir ülkede, Keynezyen ekolün tüketim harcamalarına yönelik bu politikasının uygulanamayacağı ortadadır. Tam bu noktada hemen konumuza dönelim. Kredi kartlarıyla tahsis edilen limitler ,kriz dolayısıyla, halihazırda çok yüksek tutulmamaktadır. Söz konusu limitlerin gelirlerle veya daha alt seviyede meblağlarla sınırlandırılması gerekmektedir. Bu yolla kredi kartının “tüketim çılgınlığı”nı teşvik eden özelliği ortadan kaldırılabilecektir. Bu konuda iş, bankacılara düşmektedir. Bu uygulama gerçekleştirilirken şu anlayış çerçevesinde hareket edilebilir: “İnsanlar, ihtiyaç duydukları kadar fakat daima üretebildikleri ölçüde yani elde edebildikleri gelir dahilinde tüketim hakkına sahiptirler.”

 

            Bu konuda son bir not daha ilave edilebilir. Artık, gösteriş meraklısı olan insanlar, cüzdanlarını açarak sahip oldukları birden fazla kredi kartlarını sergileyemeyeceklerdir. Çünkü ödeme gücüne sahip olmadıkları için çoğu iptal edilmiş olacaktır. Bu da krizin komik bir sonucu olur herhalde (!)...

 

 

B. KURUMLAR

            Kriz öncesinde, mevcut finansal kaynaklarını uygun alanlarda kullanmayan çok sayıda firma mevcuttu. Hatta asıl alanlarının dışına çıkarak farklı alanlarda faaliyette bulunan çok sayıda firma da vardı. Kriz, bu ve benzeri firmaları terbiye edici bir özellik arz etmektedir. Bu çerçevede, çok ciddi bir “seleksiyon” sürecinden geçmekteyiz, geçeceğiz.

 

            Günümüz şartlarında ve bundan sonrası için, sahip olunan kaynakların uygun yatırım alanlarında kullanılması bir zorunluluk haline gelmiştir. firmalar bu hususa çok dikkat etmek ve “bin düşünüp bir karar vermek” durumundadırlar. Bu çerçevede, verilecek tüm kararların “rastgele, hayali tahminlere” dayanarak değil; “ölçülü ve reel verilere” dayalı şekilde alınması gerekmektedir. Bunun finansal kaynaklarla ilişkili olan kısmı; söz konusu fonların rasyonel ve verimli bir şekilde kullanılması ile ilgilidir. Üretim yönü ile olan ilişkisi ise kaliteli ve sadece içeride değil, aynı zamanda dış piyasalarda da rekabet edebilecek malların üretimi ile ilgilidir. Kriz, firmaları buna zorlamaktadır, zorlayacaktır. Sonuç ise, ileriyi görerek ve akıllıca faaliyette bulunan şirketlerin mevcut olduğu bir piyasa yapısına kavuşmaktır. Zaten firmalar açısından düşünüldüğünde, Türkiye’nin ihtiyacı da böylesine bir piyasaya sahip olmak değil midir?

 

            Dikkat çekmek istediğimiz diğer bir konu ise “kar ve karlılık” konusundadır. Ne yazık ki Türkiye’de “kar” kavramı ile ilgili yaklaşım ekonomik olmaktan uzaktır. Dolayısıyla bu anlayış farklılığı, beraberinde diğer birçok mikro ve makro soruna da sebep olmaktadır.

 

            Mevcut anlayış yanlışlığını ortaya koyabilmek için öncelikle ekonomi ve muhasebe anlamında “kar” kavramının daha sonra “normal kar” ve “aşırı kar” kavramlarının tanımlanması gerekmektedir. Ekonomik anlamda kar; bir müteşebbisin belirli bir dönemde, gerçekleştirdiği üretimin satışından elde ettiği gelirinden; satın aldığı veya kiraladığı üretim faktörlerine yaptığı ödemelerle (açık maliyetler) kendisine ait olan faktörlerin karşılığı olan ücret, rant ve faiz (örtülü maliyet) çıktıktan sonra kalan kısımdır. (Dinler, s.430) Muhasebe karı ise, firmanın elde ettiği gelirden açık maliyetlerinin çıkarılması sonrası elde edilen farktır. Burada örtülü maliyetler dikkate alınmamaktadır. (Parasız, s.203)

 

            Normal kar, toplam maliyetin toplam gelire eşit olduğu noktadaki üretimle elde edilen kardır. Burada söz konusu olan, “örtülü maliyetler”le elde edilen kardır. Firmanın gideri gelirine eşittir. İlk bakışta görülen, muhasebe karı anlamında bu firmanın herhangi bir kazancının olmadığı yönündedir. Fakat aslında, örtülü maliyetler dikkate alındığında, firma bunlar için ödeme yapmadığından, söz konusu gider kendisi açısından bir gelir niteliğindeymiş gibi değerlendirilir ve firma faaliyetine devam eder. Ne zaman ki elde ettiği gelir, açık maliyetleri de karşılayamayacak hale gelirse, işte o zaman bu firmanın zarar etmesi söz konusu olur ki faaliyetini durdurması daha rasyoneldir. “Aşırı kar” ise firmanın yine denge üretim seviyesinde elde ettiği kazancı ifade eder. Ancak burada, elde edilen gelir, iktisadi anlamdaki kar kapsamındadır. Yani firma, hem açık hem de örtülü maliyetlerin üstünde bir gelir elde etmektedir.

 

            Türkiye’deki firmaların kar anlayışları, acaba hangi kar anlayışı kapsamında değerlendirilebilir? Cevap açık; elbette ki “aşırı kar” kapsamında... Zaten dikkat çekmek istediğimiz anlayış yanlışlığı da bu noktadadır. Türkiye’de firmalar, fiyatlarını maliyetlerin çok üstünde bir seviyede belirlemektedirler. Dolayısıyla bu yüksek fiyatlar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi beraberinde birtakım farklı sorunlara da sebep olmaktadır. Bunların en başta geleni enflasyondur.

 

            Enflasyon, tek bir sebeple açıklanamayacak kadar karmaşık bir meseledir. Ancak bunların en önemlilerinden biri de psikolojik yönüdür. Türkiye’de her kesim enflasyonun sürekliliğine öylesine alışmış ki düşürülebileceği yönündeki inançsızlık, enflasyonun yıllardır “kronik” bir hal almış olmasında önemli bir paya sahiptir. Bu psikolojik ortamın oluşmasındaki en önemli faktörlerden biri de izlenen “yüksek fiyat politikası”dır. Fiyatlardaki bu artışlar, beraberinde farklı talepleri de getirmektedir. Yüksek fiyatlar karşısında, fertler de yüksek ücret talebinde bulunmakta ve bu böylece birbirini takip ederek bir “kısır döngü” halini almaktadır. Fiyatlarla gelirler arasındaki bu kovalamaca “enflasyon helezonu” şeklinde adlandırılmaktadır. (Aren, s.219) Türkiye’de enflasyonla ilgili yaşanan olumsuzluklardan biri de budur. Aşırı kar etme amacıyla yapılan fiyat tespitleri, söz konusu helezona sebep olmakta ve enflasyonla mücadele daha da zorlaşmaktadır.

 

            Yetkililerin, enflasyonu düşürme politikası kapsamında firmaların fiyat tespit politikalarına müdahale etmesi (narh) serbest piyasa ekonomisinin ruhuna aykırıdır. Bunun yapılması değildir teklifimiz... Fakat, firmaların mevcut şartları dikkate alarak bu konuda bir anlayış değişikliğine gitmeleri kaçınılmazdır. Daima “normal kar” seviyesinde bir politika uygulamaları gerektiği değildir teklifimiz, fakat “normal-üstü (aşırı) kar” seviyesinde olsa bile, fiyat tespitini makul seviyelerde ve piyasayı bozmayacak şekilde yapmaları gerektiğidir. Kriz, beraberinde getireceği rekabet ortamıyla zaten böyle bir politikayı mecburi hale getirecektir. Mühim olan, firmaların bunun sinyalini şimdiden alarak uygun bir stratejiyi hayata geçirmeleridir. Kriz bir fırsat olarak değerlendirilerek, ileriki aşamada piyasada sağlam bir yere sahip olmak için söz konusu stratejiye şimdiden hazırlık yapılması gerekmektedir.

 

 

C. DEVLET

            Yaşanan kriz, fertlere ve firmalara birçok sorumluluklar yüklerken, üçüncü unsur olarak devlete de birtakım sorumluluklar getirmektedir. Devlet, meydana gelen krizde kendisinin de bir payı olup olmadığını tespit etmeli ve uygun bir şekilde tedbirler almalıdır. Açıktır ki gelinen bu noktada, nasıl ki fert ve firmaların belli birtakım sorumluluk payları var ise devletin de aynı şekilde sorumluluğu vardır. O halde krizden gerekli dersler çıkarılarak, buna yol açan faktörlerin devlete ait olanlarının yine bizzat devletçe ortadan kaldırılması yönünde hareket edilmesi lazımdır.

 

            Katıldığım, “21. Yüzyılda Yeni Yönetim Üslubu” konulu bir panelin yöneticisi, girişte yaptığı konuşmada şu soruyu yöneltiyordu: “Nüfusumuz 65 milyon ama, 2.500.000 bürokratımız var. ABD’de ise, 270-300 milyon nüfus karşılığında 450.000 kadardır bu rakam ve işler normal bir şekilde yürütülebilmektedir. Acaba, bizdeki yapı da böyle bir zemine kavuşturulamaz mı?” Mevcut bürokrat sayısı, Türkiye açısından çok ciddi bir yükü ifade etmektedir. Kamu harcamaları içinde önemli bir kalemi oluşturan “personel harcamaları” Türkiye için son derece yüksektir. Bürokrat sayısının uygun bir sayıya indirilmesi ile ilgili gerekli düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Bu yapı ile devam etmek giderek zorlaşacaktır. En iyisi gerçekleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmeden evvel, tam da kriz ortamındayken gerekli dersler alınarak optimal bir bürokrat sayısı tespit edilmeli ve buna tedrici bir şekilde ulaşılmalıdır. Bu tespit yapılırken, son derece dikkatli davranılmalı, azaltmaya gidilmesi hedeflenirken daha sonra farklı sorunlarla karşılaşılmayacak şekilde bir strateji izlenmelidir. Yani, bu azaltma sırasında hedef; devlet mekanizmasının işlemesine yetecek personel sayısının tespit edilerek bu sayıya ulaşılması, fakat bunun da mağduriyetlere sebep olmadan gerçekleştirilmesi olmalıdır.

 

            Bürokrasideki şişkinliğe dikkat çektiği bir eserinde merkez valisi Recep YAZICIOĞLU, şu somut teklifte bulunmaktadır: “... Bürokrasi ile mücadele, idari yapı ve usülde bu yönde yapılacak ıslahatla mümkündür... Bakanlıklar ve genel müdürlükler küçülecek, ama gerçekte fonksiyon olarak çok büyüyeceklerdir... Beşyüzbin kişilik Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 500, onbin kişilik Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 100, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın 250 ve diğer bakanlıkların mevcutlarının benzer sayılara indirilmesi mümkündür....” (Yazıcıoğlu, s.33-34)

 

            Kamu kesimindeki yanlış uygulamalar kapsamında belirtilebilecek çarpıcı bir konu kamu taşıtları ile ilgilidir. Kamu kesimi, ihtiyaç duyduğu kadar taşıta sahip olmalı fazlalarını elden çıkarmalıdır. Özellikle krizde bulunduğumuz bu ortamda, kamu harcamalarının azaltılmasına katkıda bulunacak kalemlerden biri de budur. Ancak görünen odur ki bu yönde çok da ciddi adımlar atılmamaktadır. Nitekim Maliye Bakanlığı’nın Temmuz 2001’de bütçenin gelir kalemlerine “Taşıt alımlarından elde edilen gelir” başlığıyla ilave ettiği kalem kapsamında, Temmuz ayında elde edildiği belirtilen gelir sadece 80 milyar TL’dir. (Reel Ekonomi, s.1) Bu komik rakamla birkaç ufak hesap yapıldığında yine aynı şekilde komik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. 80 milyar lira ile -ortalama fiyatlar dikkate alındığında- fiyatı dört milyar TL olan, sadece 20 adet 95 model yerli araba satılmış olabileceği anlaşılmaktadır. Taşıtların 90 model olduğu düşünülecek olursa, ortalama 2 milyar TL’den sadece 40 araba satılmış olabileceği ortaya çıkmaktadır. Yani bu, devletin tasarruf kapsamında elden çıkarabileceği taşıt sayısının sadece 20 veya 40 adet olduğu anlamına mı gelmektedir?

 

            Krizin diğer unsurlara olduğu gibi devlete de verdiği mesaj, küçülmesi gerektiği yönündedir. Dolayısıyla kamu kesimi de durumu fark ederek uygun şekilde düzeltme yönünde tedbirleri hayata geçirmelidir. Tabii önemli olan, bunun “olmazsa olmaz” bir hal almadan evvel fark edilmesidir. Moda tabiriyle ekonomide “dip” seviyelere varılmadan gereken tedbirler alınmalıdır. Gerçi halihazırda kamuda tasarruf konusunda birtakım sinyaller verilmektedir. Bu çerçevede 6,9 katrilyon civarında bir tasarruf meblağından bahsedilmektedir. Bu, tek başına büyük bir meblağı ifade etmemektedir. Bununla birlikte, ilk defa bu kapsamda bir tasarruf paketi olması itibariyle büyük bir anlam taşımaktadır. Eğer çerçeve, yukarıda bahsedilen kalemler de dahil olmak üzere daha da genişletilebilirse Kamu, bu alanda üzerine düşeni yapma noktasında önemli bir mesafe katetmiş olacaktır.

 

 

SONUÇ

            Bir ekonomide çok yönlü ve giderilmesi kısa vadede mümkün olmayan krizlerin yaşanması durumunda, söz konusu krize girilmesinin sorumlusunun tek olmadığı açıktır. Böylesine bir kriz, yıllar boyu ve de tüm ekonomik unsurlarca izlenen yanlış politikaların sonucunda meydana gelir. Türkiye’de yaşanan kriz de bu niteliktedir.

 

            Krizin müsebbipleri tüm ekonomik unsurlar olduğuna göre, çözümü yine bunlara bağlıdır. Yani krizden çıkış, ancak bu unsurların uzun bir vadede izledikleri yanlış politikalarından vazgeçerek ve aksi yönde ve düzeltici tedbirleri almalarıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla fert, firma ve devletten oluşan ekonomik unsurlar, bu konuda üzerlerine düşeni gerektiği gibi yapmak durumundadırlar, zorundadırlar.

 

            Ekonomik unsurlarca, alınacak düzeltici yöndeki tedbirler, halihazırda yaşanan sıkıntıları uygun bir vadede ve en az zararla atlatmaya imkan sağlayacaktır. Ancak, unutulmaması gereken bir şey vardır ki o da; bu yanlış hareketlerin sebep olduğu olumsuzluklar dikkate alınarak gerekli derslerin alınması gerektiğidir. Ayrıca, bunların tekrar edilmemesine de çalışılmalıdır. Bu konuda kesin bir niyete sahip olunmalıdır. Aksi halde, yeni krizlerle karşılaşılması kaçınılmazdır.

 

 

* Mehmet Behzat Ekinci,

İstanbul, İktisat, Doktora.

mbekinci@akademiktisat.net

http://www.akademiktisat.net

** Müsiad, Çerçeve, “Kriz ve Ekonomik Unsurlar Üzerindeki Etkisi; Krizden Öğrendiklerimiz ve Öğreneceklerimiz...”, Aralık 2001, ss.92-95.

*** Dünya, “Ekonomik Kriz ve Firmalar Üzerine Etkisi; Krizden Öğrendiklerimiz ve Öğreneceklerimiz”, 21 Ekim 2002, s.11.

 

 

 

KAYNAKLAR

1) Sadun AREN, İstihdam, Para ve İktisadi Politika, 11. Baskı, Ankara: Savaş Yayınları, Nisan 1998.

2) Zeynel DİNLER, Mikro Ekonomi, 9. Baskı, Bursa: Ekin Kitabevi, 1993.

3) İlker PARASIZ, İktisada Giriş, Prensipler ve Politika, 5. Baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi, Mart 1991.

4) Recep YAZICIOĞLU, Bu Sistem Değişmeli, 6. Baskı, İstanbul: Birey Yayıncılık, Mart 2000.

5) Reel Ekonomi, Dünya Eki, Sayı: 50, 25.Ağustos 2001.

 

 

 

Sayfa Başı