Diğer Meseleler


Hasankeyf

Binlerce yıllık geçmişi olan bir mekanın sadece elli-yüz yıllık ömrü olan bir baraja feda edilmesi ne hazindir...

Önce Belkıs (Zeugma) gitti, şimdi sıra Hasankeyf'te (Hısn-ı Keyfa)...

Ortak aklımızı kayıp mı ettik yoksa?




Lavaş Ekmeği

Türkiye'nin Çin'den lavaş ekmeği de ithal etmeye başladığını biliyor muydunuz?

Serbest ticaret gereklidir, özellikle uluslararası refah seviyelerindeki dengesizliklerin giderilmesi için… Ancak, Türkiye gibi bir ülkede, sadece ucuz olduğu için lavaş ekmeği de ithal edilmeli midir acaba?

Eğer Türkiye, lavaş ekmeğini de ithal eder hale gelmişse üzerinde durup düşünülmesi gereken çok şey var demektir.

Herhalde bu meseleyi, en başta, kısa vadeli kâr peşinde olan lavaş ithalâtçıları düşünmelidir…




Bir Arada Yaşayabilmek

Türkiye'de, birbirimizin farklılıklarını kabul ederek yaşamayı öğrenmemiz gerekmekte.

Maalesef, son dönemlerde meydana gelen hadiseler, ürkütücü boyutlara erişmiş hâldedir. Ülkede sunî gündemler oluşturularak halklar arasında çatışmalara yol açılmaya teşebbüs edilmektedir.

Dahası, toplumda laik-antilaik, sünnî-alevî, siyah-beyaz, yeşil-kırmızı vb. ayırımlar yapılmaya çalışılmaktadır ki bunlar da olumlu hareketler değildir.

Cümleten sükunete ihtiyacımız var...

Toplumlar arasında kin ve nefret tohumlarının atılması yerine, barış ve kardeşlik filizlerinin yeşertilmesine ihtiyaç var.

Lütfen sağduyulu olalım ve çevremizi sükunete davet edelim.

Geçmişte de, şimdi de, gelecekte de böylesi bir ortama muhtaç olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.




Sonbahar Sendromları

Türkiye ekonomisinde sonbahar başlangıcı, tatilin bitişine ve eğitim devresinin başlamasına bağlı olarak, üretim faaliyetlerinin arttığı ve hemen her alanda hareketlenmelerin yaşandığı bir dönemdir. Bu süreçte, enflasyon-döviz-faiz-borsa gibi finansal göstergelerde de hareketlenmeler görülür. Bunların olumlu veya olumsuz oluşu, siyasî gelişmelerle yakın ilişkilidir.

Türkiye'de sonbahar başlangıcı ile kimi kişilerce ve kuruluşlarca birtakım senaryolar üretilmeye çalışılır. Hemen her sene karşılaşılan bu olumsuzluklar "Eylül Sendromu" şeklinde nitelendirilmektedir. Bu tür senaryolar, maalesef ülkenin menfaati icabı değildir. Çünkü sorunların daha arttığı ve karmaşıklaştığı bir sonuç öngörmektedirler.

Söz konusu kişilerin/kuruluşların bu tür senaryo üretme çabalarını anlamak çok zordur. Neticede kendilerini de olumsuz bir şekilde etkileyecek olan bu tür sendrom senaryolarını üretme yerine ekonominin içinde bulunduğu olumsuzlukların giderilebilmesi için ümit vaat eden tekliflerde bulunmaları daha iyi değil midir?

Aynı gemide olduğumuza göre, gemiyi (Türkiye ekonomisi) sağlıklı bir şekilde yürütebilmemiz için alınması gereken tedbirlerin dile getirilmesi daha uygun bir davranış gibi görünmektedir.




Sosyal Sorumluluk

Sosyal sorumluluk kabaca iki esasa dayandırılabilir:

1) Bireysel sorumluluk
2) Kurumsal sorumluluk

İçinde bulunulan toplumun kültürel, hukukî, siyasî, ekonomik ve benzeri açılardan daha ileriye taşınabilmesi için “sosyal sorumluluk” bilincinden hareketle, karşılaşılan sorunlar için kafa yormak ve bunların çözümlerine ilişkin fikirler üretmeye çalışmak, kişilerin ve kurumların aslî vazifelerindendir. Aksi hâlde toplumlardan ve bu çerçevede ortak bilinçten ve ideallerden bahsetmek mümkün değildir.

Türkiye’deki kişiler ve kurumlar da bunun farkında olmalı ve kendilerini bu yönde harekete sevk etmelidir. Fakat bu yapılırken; sosyal yapıya zarar verecek, barış ortamını bozacak, her açıdan geriliğe mahkum edecek davranışlardan da kaçınılmalıdır. Sorumluluk sahibi olmak ve gereğince davranış sergilemek zor iştir. Mühim olan ise her şeye rağmen bunu başarabilmektir.

Hepimizin sorumluluk sahibi birer fert ve kurum gibi hareket etme mecburiyeti var. Nice yüzyıllara emin adımlarla ilerleyebilmenin başka bir yolu olabilir mi?




Yerli-Yabancı Ürün

Türkiye’de tüccarlar, yakın zamana kadar 'Bu ürünün menşei nedir?' sorusuna 'yerli' cevabını verirken büyük tereddütler yaşarlardı. Bunu söylememek için 'yerli' olduğu hâlde 'Yerli değil, Avrupa' şeklinde cevap verenler bile olurdu. Günümüzde bu hususla ilgili dikkat çekici değişmeler meydana geldiği gözlenmektedir.

Başta düşük kaliteli Çin mallarının Türkiye piyasasına girişi olmak üzere yerli üretimdeki kalite artışının da bu değişimde rolü vardır. Avrupa menşeli çoğu ürüne göre kalite eksikliği olmakla beraber; yerli ürünlerin, Çin menşeli olanlarının önemli bir kısmına nazaran kalite üstünlüklerinin olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, günümüzde artan sayıda tüccar 'Bu ürünün menşei nedir?' sorusuna, 'Avrupa' kelimesini sarf etmeden 'Çin değil, yerli' şeklinde cevap vermektedir.

Tabii, bu durumun ilânihaye devam etmeyebileceğinin farkında olunmalı ve yerli üretimde kalite artırımına devam edilerek markalaşmaya ağırlık verilmelidir. Aksi hâlde söz konusu sorunun cevabı 'Yerli değil, Çin' olabilecektir.




Millî - Gayrî Millî Sermaye

Küreselleşmeye bağlı olarak, finansal kaynakların dünya çapında hızlı hareketine şahit oluyoruz. Bu; hem faize, dövize ve borsaya olmak üzere nakdî; hem de fabrika, atölye, büro şeklinde olmak üzere gayrî nakdî tarzda gerçekleştirilmektedir. İlki kısa vadeli, ikincisi ise orta-uzun vadeli yatırımlar niteliğindedir. Bunlar için sırasıyla sıcak-soğuk para tanımlaması da yapılmaktadır. Ülke ekonomilerine asıl katkısı olan ise ikinci tipteki yatırımlardır.

Türkiye, kısmen de olsa sağlanan siyasî istikrar ortamına, uygun yatırım şartlarına, nispeten düşük maliyetlere bağlı olarak orta-uzun vadeli yabancı yatırım açısından cazip ülkelerden biri haline gelmiştir. Tabii olarak bu yatırımların lehinde olan da vardır aleyhinde olan da...

Körü körüne yabancı sermayenin yanında yer almak elbette makul bir davranış olamaz. Fakat aynı şekilde karşısında olmak da çıkar bir yol olarak görünmemektedir. Çünkü memleketin çözülmesi gereken bir yığın sorunu vardır ve bu sorunların bazılarının halli de söz konusu yabancı yatırımlardan elde edilecek gelirlere bağlıdır. Uygun şartlarda gerçekleştirilen yabancı yatırımların Türkiye’ye zarar vermeyeceği aşikârdır. Bir de şu meselelere açıklık getirmek gerekir herhalde:

* Eğer yabancı yatırımlara karşıysak, yurt dışına yatırım yapan yerli yatırımcılarımıza da gittikleri ülke halkları karşı mı olmalıdır? Mesela; Romanya, Ukrayna, Rusya, İran, Suriye ve Irak’a giden müteşebbislerimiz geri mi gelmelidir?

* Yabancı sermayedar elde ettiği gelirin bir kısmını kendi ülkesine götüremeyecekse, başka ülkelerde yatırımları olan yerli müteşebbislerimiz de aynı şekilde gelirlerinin bir kısmını buraya getirememeli midir? Mesela; İngiltere, Almanya, Türkmenistan, Mısır, Sudan, Libya ve Cezayir’deki yatırımcılarımız gelirlerinin bir kısmını Türkiye’ye getirememeli midir?

* Eğer Türkiye yeterli tasarruf ve dolayısıyla yatırım hacmine sahip değilse ve yabancıların faaliyetine de izin verilmeyecekse hedeflenen gelir ve büyüme nasıl sağlanacaktır?




Askerî Müdahale ve Siyaset, İktisat, Hukuk, Sosyete

Muasır medeniyetler seviyesine erişmeyi temel hedeflerinden biri olarak tespit etmiş olan Türkiye, zaman zaman bu amaca yönelik sürece uygun olmayan gelişmelere sahne olabilmektedir. Bu kapsamda; meydana gelen siyasî, iktisadî, hukukî, sosyo-kültürel birtakım hadiseler ‘muasır’, yani ‘modern’, yani ‘çağdaş’ dünya anlayışına aykırı sonuçlara yol açabilmektedir. Böylece ‘medenîlikten’, yani ‘sivilleşmeden’, yani ‘uygarlıktan’ uzaklaşmaktayız. Sonuçları itibariyle askerî müdahaleler de bu tür hadiseler arasında, hatta başında yer almaktadır.

Muasır medeniyetin temel nitelikte geçerliliği olan değerlerinden biri olarak ‘demokrasi’, başta gelişmiş ülkeler (GÜ) olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) de özümsemeye ve hayata geçirmeye çalıştığı bir yönetim anlayışıdır. Bir GOÜ olarak ülkemizde de demokrasinin yerleşmesine çalışılmaktadır. Bununla beraber, klasik tabiriyle 'her on yılda bir' gerçekleştirilen askerî müdahaleler, maalesef bu yönetim anlayışının ülkemizde yeşerip filizlenmesini ve gelişmesini tehdit etmektedir. Dolayısıyla, ‘haklı-haksız’ belirli aralıklarla icra edilen bu tür müdahaleler; ülkemizde siyasî, iktisadî, hukukî ve sosyo-kültürel alanlarda adeta kısır döngülerin yaşanmasına sebep olmaktadır. Böylece söz konusu alanlarda birçok olumsuzluklar yaşanmaktadır. Somutlaştırmak gerekirse meydana gelen olumsuzlukların bir kısmı şöyle sıralanabilir:

Siyasî Olumsuzluklar:
* İktisadî hayatta uzun ömürlü şirketlerin olmayışı veya sayısının çok az olması gibi, siyasî hayatta da uzun ömürlü partiler oluşamamaktadır.

* Uzun soluklu siyasî istikrar sağlanamamaktadır.

* Uzun vadeli siyasî istikrarın sağlanamayışına bağlı olarak muktedir hükûmetler kurulamamakta ve dünyaya entegre olmuş/olmak isteyen bir toplumun beklentilerine uygun gelişmeler/atılımlar gerçekleştirilememektedir.

* Siyasî istikrarsızlık sebebiyle yeni müdahalelere zemin oluşabilmektedir.


İktisadî Olumsuzluklar:
* Müdahaleler sonrasında kısa vadede döviz kurlarında önemli boyutlarda aleyhte gelişmeler yaşanabilmektedir. İlk aşamada, bunun sıcak-soğuk paranın yönü üzerinde olumsuz etkileri olmakta ve bunu ilgili olumsuzluklar takip edebilmektedir.

* Faizlerde artışlar meydana gelebilmekte, buna bağlı olarak yatırım maliyeti artmaktadır. Sonuç, yatırımlardaki azalma ve istihdamdaki azalmadır.

* Yatırım yapmış olan yabancılar söz konusu yatırımlarının geleceğinden endişe duymakta, buna bağlı olarak yeni yatırımcıların gelmesi zorlaşmaktadır.

* Müteşebbislerin geleceğe yönelik beklentileri olumsuz bir niteliğe bürünmektedir.

* İşçi-işveren barışı zedelenmektedir.

* Maddî-malî piyasalar dengeden uzaklaşmaktadır.

* Ekonomide meydana gelen bozulmalar, yeni müdahalelere kapı açabilmektedir.


Hukukî Olumsuzluklar:
* En başta, seçimle yasamanın ve yürütmenin idaresine geçen meclis ve hükûmet tasfiye edilmektedir ki bu, halkın hakkının ihlâli manasına gelmektedir.

* Tasfiye edilen kişiler/kurumlar haksız muamelelere tabî tutulabilmektedir.

* Toplumun çeşitli kesimlerine/kurumlarına yönelik hukuksuz davranışlar sergilenebilmektedir.

* Gayri hukukî uygulamalar dolayısıyla bozulan iç barış ortamı, yeni müdahaleleri beraberinde getirebilmektedir.


Sosyo-Kültürel Olumsuzluklar:
* Toplumun geleceğe yönelik olumlu beklentileri tersine dönmektedir.

* Geleceğe yönelik planlardan vazgeçilebilmekte veya bunlar tehir edilebilmektedir. Mesela, evlilik planlarının iptali veya tehiri söz konusu olabilmektedir.

* Ekonomik kaynaklı olmak üzere toplumda yaygın bir işsizlik psikolojisi hakim olabilmekte ve bunun yansımaları çok olumsuz nitelikler arz edebilmektedir.

* Toplum katmanları arasında kin-husumet vb. nahoş duygular beslenebilmekte bunlar daha ileri boyutlara taşınabilmektedir. Bu çerçevede kültürler arası diyalog, kaynaşma ve hoşgörü; yerini hazımsızlığa, tahammülsüzlüğe ve ihlâllere bırakabilmektedir.

* Toplumda meydana gelen olumsuz gelişmeler, yeni müdahaleleri gündeme getirebilmektedir.

Bu ve benzeri olumsuzlukların sayısının artırılabilmesi mümkündür. Ortaya konan bu olumsuzluklar yanında, askerî müdahalelerin gerekli olduğu zamanların ve zeminlerin varlığını da dile getirmek, akademik bakış açısının gereğidir. Fakat ‘fayda-maliyet analizi’ ve ‘sebep-sonuç ilişkisi’ çerçevesinde düşünüldüğünde, müdahalelerin olumsuz yönlerinin olumlu yönleriyle kıyaslanamayacak boyutta olduğunu ifade etmek mümkündür. Kaldı ki sorun(lar) varsa bunun çözüm yolu askerî müdahale değil; fakat tüm kişilerin, kurumların ve kuruluşların karşılıklı anlayışı ve işbirliği olmalıdır.

Son olarak, askerî idarelerin muktedir olduğu bazı Afrika, Latin Amerika ülkeleri bir tarafta olmak üzere, 2006 yılında askerî idareyi tercih eden (?) bazı ülkeleri sıralayalım: Tayland, Bangladeş…

Bütün kişilerin, kurumların ve kuruluşların da, benzer tercihte (?) bulunulması halinde, Türkiye’nin dünyada hangi statüde bir ülke olarak algılanacağını iyi değerlendirmesi gerekmektedir.




İktisadî Savaş

2007 yılının ortaları itibariyle Türkiye açık bir şekilde savaşa sürüklenmeye çalışılmaktadır. Getirileri değil ama götürüleri büyük ölçüde belli olan bir savaşa, bir bataklığa…

Günümüzde, ülkeler arasında çeşitli alanlarda mücadeleler, yani savaşlar yapılmaktadır:

a) Askerî savaş:
Bu tür savaşlar, ülkelerin askerî güçleri arasında gerçekleştirilen ve yıkıcı savaşlardır. Sıcak niteliklidir ve kazanan taraf da mutlaka birşeyler kaybeder.

b) Sosyo-kültürel savaş:
‘Kültürler arasında gerçekleştirilen mücadeleler’ şeklinde tanımlanabilecek bu savaş türü, hayat tarzlarına yönelik müdahaleler şeklinde kendini göstermektedir. Emperyal içerikli bu savaş; sıcak nitelikli olabileceği gibi, soğuk nitelikli de olabilir.

c) Ekonomik savaş:
Ülkelerin ekonomik alanda güç gösterileri şeklinde ortaya çıkan bu savaş, soğuk nitelikte olup, sahip olunan makine-teçhizat, bilgi birikimi, beşerî sermaye gibi faktörlerle bağlantılıdır. Bu tür faktörlerden hareketle elde edilecek üstünlüklerle başta dünya ekonomisinde olmak üzere siyasî alanlarda da söz sahibi olmak hedeflenir.

Türkiye’nin, günümüz şartlarında askerî ve sosyo-kültürel savaşa girme lüksü mevcut değildir, fakat illa savaşmak isteniyorsa bunun ekonomik alanda gerçekleştirilme çabası içine girilmesi daha mâkul görünmektedir.

* Askerî savaş lüksümüz yok, çünkü böyle bir savaşın sonu, olumlu anlamda, görünmemektedir.

* Sosyo-kültürel savaş lüksümüz de yok, çünkü ülke olarak emperyal hedeflerimiz yoktur.

* Bu durumda, ekonomik alandaki savaşa yoğunlaşmamız gerekmektedir. Yani hem makine-teçhizatımızı, hem bilgi birikimimizi, hem de beşerî sermayemizi vb. ekonomik alandaki mücadeleye kanalize etmeliyiz. Böylece ülkemizi dünyada hem ekonomik hem de siyasî alanlarda söz sahibi hâle getirmemiz mümkün olabilecektir.

Bu hedef, Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, dünyada sulh’ sözüyle de paralellik arz etmektedir.

Savaş istemiyoruz, ‘SAVAŞA HAYIR!’ diyoruz,
Barış istiyoruz, sadece barış…

Benjamin Franklin’in dediği gibi; ‘savaşın iyisi, barışın kötüsü yoktur’.



Spor Ekonomisi ve Dış Ticaret

Herhangi bir iktisadî sektörün dış ticaretteki payı, ülke ekonomisine katkısı itibariyle yapılan değerlendirmelerde ele alınan unsurlardan biridir. Bu çerçevede, söz konusu sektörün ithalât ve ihracat rakamlarına bakılarak birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. Sektörün, özelliğine göre değişmekle beraber, genel olarak ihracatının ithalâtından fazla olması beklenir.

Dış ticaretteki payları açısından ele alındığında, hizmet alt sektörlerinden 'spor'la ilgili olarak çok net değerlendirmeler yapmak mümkün olmamaktadır. Bunun sebeplerinin başında şunlar sıralanabilir:
1) Söz konusu hizmet faaliyetlerinin akademik çerçevede dikkate alınmaması,
2) Bunların ekonomide başlı başına birer faaliyet dalı olarak ele alınmayışı,
3) Bu hizmetlere ilişkin yeterli verilerin olmayışı,
4) Bu faaliyetlerin 'ithalât-ihracat' kavramları çerçevesinde icra edilmeyişi.

Rağbet dereceleri itibariyle başta futbol, basketbol, voleybol olmak üzere güreş, hentbol, yüzme, tenis, karate do, te kvan do, ju do, atletizm, satranç vs. sportif faaliyetlerdeki ticarî hacme ve bunların dış ticaretteki paylarına ilişkin çok sağlıklı veriler mevcut değildir. Halbuki bu faaliyetlerde ihmal edilemeyecek boyutta ticarî işlemler gerçekleştirilmektedir.

Bu kapsamda, mesela futbol sektörü ele alınabilir. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de futbol takımlarında çok sayıda yabancı oyuncu mevcuttur. Yani bu sektörde önemli ölçüde ithalât işlemi gerçekleştirilmektedir ve bunların parasal boyutu çok yüksek olabilmektedir. Buna karşılık, Türkiye'nin ihracatı, yani dışarıya futbolcu ve eğitici transferi düşük seviyede olup, parasal boyutu da ithalât hacmi ile kıyaslanamayacak seviyededir. Bu durumda, söz konusu faaliyetlerin maddî manada ülke ekonomisine katkısının düşük olduğu ortaya çıkmaktadır, yani eksik olan bir şeyler vardır.

Bir ekonomik faaliyetin ithalât gideri, ihracat gelirinden fazla ise, söz konusu faaliyete ilişkin bazı tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu maksatla neler yapılabilir?:
a) Ya ithalâta sınırlama getirilmelidir,
b) Ya da ihracat artırılarak dış ticaret açığı giderilmeye çalışılmalıdır.

İlk tedbir serbest ekonomi anlayışına uygun bir davranış değildir. Çünkü aynı tedbiri başka ülkelerin de alması halinde, ilk kısıtlamayı getiren ülkenin ihracatı da engellenmiş olacaktır.

O hâlde ikinci tercihe göre hareket edilmelidir. Yani ihracat artırılmalıdır. Bu çerçevede, spor dallarında yetiştirilecek kişilerin ve spor yetiştiricilerinin yurt dışına transferi ile elde edilecek gelir, ülke ekonomisine katkı sağlar hâle gelecektir. Bunun için dünya piyasalarında rekabet edebilir kalitede ürün (sporcu) imalâtında bulunmak ve bunların sayısını artırarak pazarlama-satış yapmak gerekmektedir.

Temsil açısından bakıldığında doğru görünen, bir ülkenin kendi kaynaklarıyla (sporcularıyla)dünya piyasalarında boy göstermesidir. Fakat ithalât engellenemeyeceğine göre, gerekli imalâtta bulunarak (sporcu yetiştirerek) ihracata ağırlık vermek, ülke ekonomisi açısından mantıklı görünmektedir. Elbette başarı için tüm bu faaliyetler, kurumsal ve sistematik tarzda gerçekleştirilmelidir.




Devletin Özelleşmesi ve İktisadî Kalkınma

Türkiye, yeni bin yıla köklü değişmelerle girmiştir. Global ekonomik krizin etkilerini yoğun bir şekilde hissettirdiği bu yıllar, aynı zamanda birçok alanda yeni başlangıçların da miladı niteliğinde olmuştur.

Sözü edilen yıllar itibariyle Türkiye, bir yandan ekonomik anlamda özelleştirme sürecini yoğun bir biçimde sürdürürken, öte yandan bir fenomen niteliğindeki devlette de özelleşme sürecini yaşamaktadır.

'Bir coğrafyada yaşayan halkların organize olmuş şekli' olarak tanımlanabilecek devlet kavramı, Türkiye'de nedense halklar açısından bu niteliğini arzu edilir seviyede gerçekleştirememiştir. Nitekim 'devlet' denince akla gelen ilk kavramlar arasında şunlar dile getirilmektedir: üstlük, mutlak üstünlük, katılık, değişmezlik, kesin kurallar bütünü, elitizm, vs.

Devletin özelleşmesi ile iktisadî gelişimi arasında da yakın bir ilişki vardır. Nitekim, bir devlet kendi kurumsal yapısı itibariyle özelleşmemişse yani halklarıyla bütünleşmemişse, idaresi altındakilerle arasındaki engelleri en aza indirmemişse, o devlette iktisadî kalkınma açısından da hedeflenen atılımın sağlanması güçleşmektedir. Devlet-millet birlikteliği sağlanmadığı müddetçe bir ülkede; kanunsuzlukları, kaçakçılıkları ve yolsuzlukları gidermek mümkün olmamaktadır, olamamaktadır. Dolayısıyla iktisadî kalkınma da arzu edilir biçimde sağlanamamaktadır.

Devleti ile barışık olan milletler 'iktisadî kalkınma' çerçevesinde neler yapar? Bunlardan sadece birkaçı şöyle sıralanabilir:
* En başta 'aidiyet' duygusu gelişir ve bu çerçevede 'ülkeyi-vatandaşlarını' sevme-sayma bilinci artar.
* Devlete güven oluşacağı için kanunsuz-nizamsız işlere bulaşılmamaya özen gösterilir.
* Verginin mümkün mertebe ödenmesine çalışır.
* İktisadî faaliyetlerde sadece şahsî değil, aynı zamanda toplu menfaat saiki ile hareket edilir.
* Gelirdeki yükselişe paralel olarak tasarruf bilinci ve yatırım faaliyetleri artar.

Türkiye'de, devletin özelleşmesi yani devlet-millet birlikteliği açısından son yıllarda önemli mesafeler kat edilmektedir. Buna bağlı olarak iktisadî büyüme oranları da belirgin seviyelerde gerçekleşmektedir. Bu ilişki, olumlu eğilimini sürdürdükçe benzer iktisadî büyüme oranları ve hatta daha fazlası elde edilmeye devam edilecek ve toplu iktisadî kalkınma hedeflerine emin adımlarla ulaşılacaktır.




Turizm, Çevre ve Tasarruf

Turizm, Türkiye'de hizmetler arasında en büyük paya sahip olan sektördür. TÜİK ve TCMB verilerine göre 2007 sonu itibariyle Türkiye'yi ziyaret eden kişi sayısı 27 milyon 215 bin olup, elde edilen net gelir meblağı da 15,2 milyar Dolar'dır. Turizm geliri, cari açığın azaltılmasında da en fazla katkıya sahiptir.

Türkiye açısından hayatî derecede önemli bir faaliyet dalı olmakla beraber, bu sektörde önemli ölçüde kaynak israfı da meydana gelmektedir. Bu çerçevede; gıdadan suya, ısınmadan temizliğe kadar birçok maddede aşırı tüketim gerçekleştirilmektedir. Özellikle üst yıldızlı otellerde bu israfın boyutlarına şahit olmak mümkündür. Aşırı tüketimin çevre kirliliği ile pozitif bir ilişkisi de vardır. Dolayısıyla, bu olumsuzluklara dair ciddi tedbirlerin alınması kaçınılmazdır.

Aslında bu olumsuzluklar, sadece Türkiye'de değil fakat dünyanın her yerinde farklı nitelikte ve nicelikte mevcuttur. Nitekim, bunu fark eden birçok otel, israfın önüne geçme amaçlı çarelere müracaat etmektedir. Bu amaçla suyun daha az tüketilmesi, çevreye zararlı olan temizlik maddelerinin kullanımının azaltılması vs. teşvik edilmektedir. Kimi oteller, bunu "kurumsal sorumluluk" kapsamında değerlendirerek ilgili politikalar belirlemektedir. Mesela, sayıları giderek artan otelde şöyle ikazlara rastlamak mümkündür:
"Dünyadaki oteller, günlük olarak çok sayıda havluyu önemli ölçüde temizlik malzemesi kullanarak yıkamakta bu da çevre kirliliğine sebep olmaktadır. Eğer çevrenin korunmasına katkıda bulunmak istiyorsanız, kullanmış olduğunuz havluları tekrar kullanacağınızı ifade etmek için yerlerine asınız. Yıkanmasını istediğiniz havluları ise uygun bir yere bırakınız."

Türkiye'de de turizm işletmeleri, israfın önlenmesi için gerekli tedbirleri almak durumundadır. Neler yapılabileceğine ilişkin birtakım maddeler şöyle sıralanabilir:
* Müşteriler her fırsatta israf hususunda bilinçlendirilmelidir.
* Su israfını azaltan musluk vb. tertibat döşenmelidir.
* Havuz sularının sıklıkla değiştirilmesi yerine temizliği sağlanmalıdır.
* Öğünlerde "çok çeşit" yerine "yeterli çeşit" prensibi uygulanmalıdır.
* Çevre kirliliğine asgarî seviyede sebep olan ısınma teknolojileri tercih edilmelidir.
* Odalardaki sabun, şampuan vb. maddeler tamamen tüketilmeden yenisi ile değiştirilmemelidir.
* Havlu vb. malzemelerin bir defadan fazla kullanımı teşvik edilmelidir.
* Düşük enerji harcayan aydınlatma malzemeleri kullanılmalıdır.

Elde edilen turizm gelirinin daha fazla kısmının ekonomiye dahil olması, bu ve benzeri tedbirler alınarak masrafların azaltılması ile mümkündür.

Temel bir gerçek olarak; ya kaynaklarımızı aşırı tüketerek çabucak bitireceğiz, ya da onları uygun bir şekilde kullanarak hayatımızı daha uzun bir süre idame ettirebileceğiz. Bu tamamen bize bağlı…




Ekmek ve İsraf

Ekmek, Türkiye'de hane halkı temel gıda tüketiminde en fazla paya sahip olan maddelerdendir. Temel bir gıda maddesi olması dolayısıyla, talep fiyat esnekliği de düşüktür (<1). Bu sebeple, fiyatındaki aşağı yukarı yönlü değişmeler, tüketiminde pek etki doğurmamaktadır.

Türkiye'de, ekmeğin fiyatında meydana gelen artışlar her zaman itiraz konusu olmaktadır. Çünkü ekmek temel gıda maddelerinden biridir ve özellikle dar gelirli hane halkının bütçesinde belirli bir payı oluşturmaktadır. Aile nüfusundaki artışa paralel olarak ekmeğin bütçedeki önemi de artmaktadır.

2008 yılı ortası itibariyle ekmek imalâtında ve fiyatında birtakım değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede, birim ekmek gramajına ilişkin standartlar oluşturulmuştur. Ayrıca, maliyetlerdeki artışlar ileri sürülerek fiyatlarda da yukarı yönlü düzenlemelere gidilmiştir. Haliyle bu artışlar, yine itirazlara sebebiyet vermiştir.

Ekmek fiyatlarındaki artışlara yapılan itirazlar yanında dikkat çeken ve söz konusu eleştirilerin haklılığını adeta ortadan kaldıran bir husus vardır; israf… Maalesef Türkiye'de önemli boyutlarda ekmek israfı olmaktadır.

Ekmek israfı; başta lokanta ve otel gibi ticarî kuruluşlar olmak üzere okullarda, yurtlarda ve özellikle evlerde yapılmaktadır. İlginç olan, söz konusu israfın sadece yüksek gelirlilerin yaşadığı semtlerde değil aynı zamanda düşük gelirlilerin bulunduğu bölgelerde de gerçekleşmesidir. Nitekim, çöp kutularının içinde önemli miktarlarda ekmek artıkları mevcuttur. Dahası; sokaklarda, caddelerde yerlere atılmış ekmek, simit, poğaça, börek vb. mamul artıklarına rastlamak mümkündür.

Ekmekteki fiyat artışlarına yapılan itirazların makul karşılanması lazımdır, fakat yapılan israfın boyutu da son derece düşündürücüdür. İsrafın önlenmesi sadece kamu ve özel nitelikli kuruluşların yapacağı ikazlarla değil, bizzat ebeveynlerin evlatlarına tavsiyeleriyle mümkün olabilir. Tabii, en başta kendilerinin bu hususa riayet etmeleri şartıyla…




Su Mücadeleleri

İklim değişikliğine ve küresel ısınmaya paralel olarak meydana gelen su sıkıntısı, dünyadaki herkesi yakından ilgilendiren bir husustur. İster su fakiri ister su zengini olsun herkes su kıtlığından bir şekilde etkilenmektedir, etkilenecektir. Su fakiri ülkeler zaten olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Su zengini ülkeler ise yakın gelecekte dolaylı olarak etkileneceklerdir. Şöyle ki su kıtlığı çeken ve su bolluğu içinde olan ülkeler arasında ortak bir anlaşma sağlanamaması halinde bir su savaşı kaçınılmaz görünmektedir. Dolayısıyla suyun sürdürülebilir tarzda kullanımı sadece su fakiri ülke insanlarını değil, herkesi ilgilendirmektedir.

Bu hususta yapılması gerekenlere ilişkin bazı teklifler, devlet-kurum-hane halkı bazında şöyle sıralanabilir:

a) Devlet:
* Su savaşları başlamadan önce, meselenin uluslararası platformlarda gündeme getirilmesi gerekmektedir.
* Suyun sürdürülebilir kullanımına ilişkin hazırlanacak anlaşmalara imza konulmalı ve ilgili tedbirler hayata geçirilmelidir.

b) Kurum:
* Su sızıntılarını ortadan kaldıracak veya en aza indirecek aktarma teknolojileri kullanılmalıdır.
* Atık suların en yüksek seviyede geri dönüşümünü sağlayan teknolojiler kullanılmalıdır.
* Suyun tasarruflu kullanımına ilişkin yoğun bilgilendirme programları (yazılı, sözlü, işitme-görme ile ilgili) düzenlenmelidir.
* Denizden içme-sulama suyu elde edilmesi için gerekli teknolojik hazırlıklar yapılmalıdır.

c) Hane Halkı:
* Suyun ihtiyaca göre kullanımına özen gösterilmelidir. Günümüzde suyun, artık, para karşılığında istenildiği kadar kullanılabilecek bir madde olmaktan çıktığı anlaşılmalıdır.
* Su tasarrufu sağlayan malzemeler (musluk, çamaşır-bulaşık makinası vs.) kullanılmalıdır.
* Banyolarda küvet kullanımından vazgeçilmeli veya küvet kullanımı en az seviyeye indirilmelidir.
* 2x4x1,5 metrelik bir havuzun suyu, dört kişilik bir ailenin ortalama 1 haftalık su ihtiyacına karşılık gelmektedir. Dolayısıyla havuz kullanımından vazgeçilmeli veya havuz kullanımı en az seviyeye indirilmelidir.

İktisat'ta Nedret Kanunu kapsamında "kıt olan nesnelerin kıymetli olduğu" ifade edilerek elmas ve su örneği verilir. Bu çerçevede, insan için çok önemli bir ihtiyaç maddesi olmasına rağmen suyun değerinin düşük olduğu, buna karşılık sadece şahsî tatmin için kullanılan elmasın daha değerli olduğu belirtilir. Görünen o ki birgün, dünyanın bütün elmasları bile bir damla suyun kıymetine erişemeyecek hâle gelecektir. O hâlde herkes, o gün gelmeden suyun sürdürülebilir kullanımı için üzerine düşeni yerine getirmelidir.




Türev Kazançlar ve Global Finansal Kriz

Dünya, 2007 yılının ilk yarısı itibariyle yeni bir kriz sürecine girmiş hâldedir. Yeni bin yılın ilk global nitelikli bu ekonomik krizinin, yerini ne zaman toparlanmaya bırakacağı henüz bilinmemektedir.

Açıktır ki bu krize sebep olan temel faktörlerin başında üretimle doğrudan ilişkisi bulunmayan para, diğer tabiriyle sıcak para gelmektedir. Amacı direkt olarak bir üretim faaliyetini finanse etmek olmayan fakat faiz-döviz-borsa üçgeninde sadece paradan para kazanmayı hedef haline getirmiş olan bu dolaşım faaliyeti, ülkelerin belli ölçüde nimetlendikleri fakat esasında önemli ölçüde zarar gördükleri bir nakit akışıdır.

Günümüz dünya ekonomik sisteminde herhangi bir ülke, sıcak paranın dolaşımına ilişkin tek başına düzenleme yapma imkânına sahip bulunmamaktadır. Bir ülke böyle bir teşebbüste bulunduğu takdirde, bu nitelikteki para sahibi kişilerin ve kurumların adeta hışmına uğramakta ve büyük oranda zarar görmektedir. Nitekim 1997 yılında, dolaylı sermayeye yönelik kısıtlamalara gitmek istediğinden dolayı Tayland piyasalarından kısa sürede önemli meblağda para çıkışı yaşanmış ve ülke ekonomisi felce uğramıştır. Aralarında Güney Kore, Malezya, Endonezya ve Filipinler'in yer aldığı bölge ülkelerinde de aynı süreç yaşanmıştır. Türkiye'de de ne zaman menkul kıymetlere yönelik vergi uygulaması gündeme gelse benzer hareketlenmeler yaşanmaktadır. Aynı şekilde Ekim 2008'de ABD merkezli dünya ekonomik kriziyle ilgili olarak G-8 ülkelerinin 'piyasaları düzeltme amaçlı çarelere başvurma' kararı almasının hemen ertesinde meydana gelen olumsuzluklar da bunu teyit etmektedir. Nitekim, birçok ülke borsasında önemli düşüşler, döviz kurlarında keskin çıkışlar meydana gelmiştir. Bu hareketler, sıcak paracıların verdiği mesajlar niteliğinde olup, sanki 'bize müdahale etmeye kalkmayın, cevabımız fena olur' demektedirler. Bu sebeple dolaylı sermayecilere karşı global tedbirlerin alınması kaçınılmaz bir hal almıştır.

Bir ülke, entegre olmuş günümüz dünya ekonomik sisteminde, dolaylı sermaye ile ilgili tek başına düzenleyici bir tavır sergileyemediğine göre, toplu halde birtakım tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu amaçla BM nezdinde veya IMF-Dünya Bankası çatısı altında veya uluslararası nitelikli yeni bir kuruluşun tesisi ile dolaylı sermayenin hareketine ilişkin bazı ölçüler tespit edilmelidir. Fakat tespit edilen bu kurallara her ülke harfiyyen riayet etmelidir. Aksi hâlde sonuç, Bretton Woods sistemininkinden farklı olmayacaktır. G-20 ülkeleri Kasım 2008'de bir araya gelerek finansal piyasalara ve dünya ekonomisine ilişkin birtakım tedbirler alındığını ilan ettiler. Fakat daha fazla başarı için, diğer tüm gelişmekte olan ülkelerin de global ekonomik meselelerle alakalı karar vericiler havuzuna dahil edilmeleri gerekmektedir.

Gerekli tedbirlerin alınması halinde, mevcut global finansal kriz düşük bir maliyetle atlatılmış olacaktır. Bu çerçevede alınacak tedbirlerden biri türev yatırım araçlarına getirilecek sınırlama olabilir. Özellikle üretimle doğrudan ilgisi olmayan bütün türev finansal yatırım araçları ile ilgili böyle bir karar alınabilir. Mesela ipoteğe dayalı gayri menkul kredi sistemi olan ve müşteriler-bankalar arasındaki konut-iş yeri dolayısıyla alacak-verecek ilişkisine dayalı "mortgage"ta çok sayıda türev yatırım aracı mevcuttur. Doğrudan üretimle ilgisi olmayan, fakat söz konusu alacak-verecek ilişkisi üzerine tesis edilmiş olan bu yeni yatırım araçları, son Mortgage Krizi'nde görüldüğü üzere meydana gelen en küçük olumsuzlukta hem bu araçları çıkaran kurumları hem de bunları alanları iflasa sürükleyebilmektedir.

Üretimle bağlantısı olmadan sadece paradan para kazanma, yani hayali kârlar elde etme peşinde olan kişilerin ve kurumların hatta devletlerin dünyayı sürükleyeceği tek bir adres vardır, global ekonomik kriz ve çöküş… O halde başarı; alınacak tedbirlerin de global nitelikte olmasıyla ve istisnasız tüm ülkelerin bunlara katılımıyla elde edilebilecektir.





Küresel Ekonomik Kriz Süreleri

Küresel nitelikli ekonomik krizler arasındaki süreler dikkat çekici niteliktedir. 20.yüzyıl itibariyle meydana gelen krizler ele alındığında, her bir kriz arasında tam olmasa da geometrik biçimde azalan zaman aralıklarına şahit olunmaktadır. Esasında çok sayıda global ekonomik kriz gerçekleşmekle beraber, bunların en derin nitelikli olanları incelendiğinde bu durum teyit edilmektedir.

20.yüzyıl itibariyle meydana gelen küresel ölçekli ekonomik krizlerden başlıcaları şöyledir:
a) 1929 Büyük Dünya Buhranı
b) 1973 OPEC Petrol Krizi
c) 1997 Güney Doğu Asya Krizi
d) 2008 ABD Mortgage Sistemi Kaynaklı Finansal Kriz

Söz konusu krizlerin arasındaki zaman dilimleri yaklaşık şu şekildedir:
1) a ve b arasındaki süre: 44 yıl
2) b ve c arasındaki süre: 24 yıl
3) c ve d arasındaki süre: 11 yıl

Görüldüğü üzere giderek azalan süreler söz konusudur. Dahası, bu zaman dilimleri yaklaşık olarak geometrik niteliklidir, yani bir öncekinin yarısı civarındadır. Bu da gösteriyor ki bir sonraki kriz de çok uzak değildir.

Esasında, halihazırda yaşanan finansal kriz, sadece mortgage sistemi kaynaklı olmayıp birçok sebebe dayanmaktadır. Dolayısıyla bu sebepler ortadan kaldırılmadığı takdirde, yukarıdaki ilginç ilişki dikkate alınarak, 2010'lu yılların ortasına varmadan yeni bir krizle karşılaşılacağı ifade edilebilir. Aslında bu astrolojik bir yaklaşım olarak görülmemeli, fakat geçmişten geleceğe bir eğilimin tespiti olarak değerlendirilmelidir. Çünkü mevcut global finansal sistem, sürdürülebilir nitelikte olmayıp köklü değişiklikleri gerektirmektedir. Bu sebeple, lazım gelen tedbirlerin alınmaması halinde sonuç şimdiden belli gibidir.





Türkiye ve Petrol

2000 yılından sonra Türkiye'de petrol aramalarına verilen önem artmıştır. Özellikle son birkaç yıldır arama-tarama faaliyetlerine hız verilmiştir. Gelen haberler, arama-tarama yapılan kuyuların önemli bir kısmında petrol rezervine ulaşıldığı yönündedir.

Türkiye'de ekonomiye belirgin bir katkı sağlayacak seviyede petrole ulaşılması, önemli bir gelişmedir. Fakat petrol bulunması ile beraber yeni sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır. Bu sebeple, söz konusu sorunlara ilişkin tedbirlerin şimdiden alınması gerekmektedir. Başlıca muhtemel sorunlar ve çözümlerine ilişkin teklifler şöyle sıralanabilir:

* Bir ülkede petrol bulununca, yakıt fiyatlarında meydana gelen düşme ile otomotiv talebi artmaktadır. Bu talep, ithal araçlarla karşılanma yerine yerli araçlara yönlendirilebilirse dış ticarette ve buna bağlı olarak cari işlemlerde beklenmeyen açıklar engellenmiş olur. Fakat talep yerli otomotive yönlendirilirken, aynı zamanda bu sektörün kendini geliştirmesi de teşvik edilmelidir.

* Bulunan petrolün uluslararası standartlarda rafine edilememesi ve temizlenememesi sorunu ortaya çıkabilmektedir. Bu da araçlarda ve sanayide kullanılan petrol atıklarının canlılara ve çevreye zarar vermesine yol açmaktadır. Nitekim, bazı ülkeler de petrol bulunması sonrasında, akciğer enfeksiyonlarının artığına şahit olunmaktadır. Afrika'daki bazı ülkeler bunlara örnektir.

Sadece petrol bulmakla sorun çözülmüyor. Hatta birçok sorunun ondan sonra çıktığı belirtilebilir. Dolayısıyla başarı petrol bulmak değil, onu uygun bir şekilde kullanabilmektir.





Türkiye'nin 2009 Yılı Teşvik Paketi

Bölgesel ve sektörel bazda desteklenecek yatırım konuları 2002/4720 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile oluşturulan istatistikî bölge birimleri sınıflandırması (İBBS)-Seviye 2 esas alınarak belirlenmiştir.

İBBS-Seviye 2'deki 26 alt bölge, Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (SEGE) kullanılmak suretiyle gruplandırılarak teşvikler açısından 4 ana bölge oluşturulmuştur. Bölgesel gelişmişlik farklarını azaltmak amacıyla hayata geçirilen teşvik programı kapsamında sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyelerine göre oluşturulmuş olan 4 ana bölge şöyledir:

BİRİNCİ BÖLGE
  • İstanbul
  • Ankara
  • İzmir
  • Bursa, Eskişehir, Bilecik
  • Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova
  • Tekirdağ, Edirne, Kırklareli


  • İKİNCİ BÖLGE
  • Adana, Mersin
  • Aydın, Denizli, Muğla
  • Antalya, Isparta, Burdur
  • Balıkesir, Çanakkale (Bozcaada, Gökçeada ilçeleri hariç)
  • ÜÇÜNCÜ BÖLGE
  • Zonguldak, Karabük, Bartın
  • Manisa, Afyonkarahisar, Kütahya, Uşak
  • Konya, Karaman
  • Gaziantep, Adıyaman, Kilis
  • Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye
  • Kayseri, Sivas, Yozgat
  • Kırıkkale, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kırşehir
  • Samsun, Tokat, Çorum, Amasya
  • DÖRDÜNCÜ BÖLGE
  • Trabzon, Ordu, Giresun, Rize, Artvin, Gümüşhane
  • Malatya, Elazığ, Bingöl, Tunceli
  • Kastamonu, Çankırı, Sinop
  • Erzurum, Erzincan, Bayburt
  • Şanlıurfa, Diyarbakır
  • Mardin, Batman, Şırnak, Siirt
  • Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan
  • Van, Muş, Bitlis, Hakkari
  • Çanakkale'nin Bozcaada ve Gökçeada ilçeleri

  • Tablo'da da görüldüğü üzere Trabzon ve Şırnak illeri aynı bölge içinde yer almaktadır. Aşağıda, söz konusu illerin bazı veriler itibariyle karşılaştırılmalı değerlendirilmesi gerçekleştirilmektedir.

    Trabzon ili 2008 sayımına göre 748.982 nüfusa sahiptir. 1 hava alanı, 1 limanı, 4 adet (Arsin, Beşikdüzü, Vakfıkebir, Akçaabat) organize sanayi bölgesi ve 1 adet serbest bölgesi mevcuttur.

    Trabzon İli Toplam GSYİH (2001) (Cari fiyatlarla)
    1.809.313.498.000.000.-TL
    Trabzon İli Kişi Başına GSYİH (2001) (Cari fiyatlarla)
    1.824.075.743.-TL
    Kaynak: http://www.tuik.gov.tr

    Öte yandan Şırnak ili, 2008 sayımına göre 429.287 nüfusa sahiptir. Şehrin ulaşımı sadece karayolu ile sağlanmaktadır. İnşaatı 2009 yılında tamamlanmış olup, henüz faaliyete geçmiş tesisi bulunmayan bir organize sanayi bölgesi mevcuttur.

    Şırnak İli Toplam GSYİH (2001) (Cari fiyatlarla)
    279.010.752.000.000.-TL
    Şırnak İli Kişi Başına GSYİH (2001) (Cari fiyatlarla)
    773.356.408.-TL
    Kaynak: http://www.tuik.gov.tr


    İktisadî Faaliyet Kollarına Göre GSYİH

    İl Adı
    Yıl
    Faaliyet Kolu
    Değer (Milyon TL)
    Sektör Payları(%)
    Gelişme Hızı(%)
    Trabzon
    2001
    Sanayi
    294.081.379
    16,3
    78,1
    Şırnak
    2001
    Sanayi
    4.737.140
    1,7
    26,5

    Kaynak: http://www.tuik.gov.tr

    2002/4720 Sayılı Kararname'ye esas verilerin 2001 yılına ait olduğu dikkate alındığında, iki ilin sanayi verileri arasındaki uçurum görülmektedir.

    Ayrıca, söz konusu illerin -yatırım karar sürecindeki en önemli unsurlardan biri olan- ulaşım açısından karşılaştırılmaları halinde ise durumun vahameti belirginleşmektedir. Hava ve deniz limanlarına sahip, karayolu geçiş noktasında lojistik bir üs olan Trabzon ili ile sadece karayolu ulaşımına sahip olan Şırnak'ın aynı sınıfta yer alıyor olması dikkat çekicidir.

    Hal böyle iken, bu iki ilin birinde yatırım kararı alacak kişinin ticarî kârını gözetmesi halinde; 4. bölge içinde yer alan Trabzon ili varken Şırnak ilini seçmesi neredeyse imkânsızdır. Buradan yola çıkarak Şırnak ilinin bu teşvik kapsamında yatırım çekmeyeceğini söylemek için müneccim olmaya gerek yoktur.

    Oluşturulan tüm bölgelerde yukarıdaki örneğimize benzer şekilde öne çıkan illerin olduğu görülmektedir. Adaletsiz dağılım 1.Bölgede Düzce-Kocaeli, 2.Bölgede Burdur-Antalya, 3.Bölgede Kilis-Manisa şeklinde türetilebilir.

    Görüldüğü üzere, teşvik sisteminde kullanılan istatistikî modellemenin geliştirilmeye ihtiyacı olduğu açıktır. İstatistikî modelleme gözden geçirilmeli, daha âdil bölgelendirme yapılmalı ve dengeli bir teşvik yöntemi uygulanmalıdır.





    Kriz Sürecinde Çelik Sektörü ve Türkiye

    2008 yılının Eylül ayına kadar ton başına ortalama fiyatı 1,200-1,500 $'a kadar yükselen ve tarihinin en yüksek kârlarını elde eden çelik sektörü, global ekonomik krize fiyatların bu hızla devam edeceği zannıyla yüksek fiyatlardan alınmış büyük ham madde stokları ile girmiştir. Ayrıca sektör, krize yatırım aşamasında iken yakalanmıştır.

    Çelik sektörü, krizin derinleşmesi ile beraber, kredilerin daralması ve alacakların tahsilinde zorluklar yaşanması sebebiyle zincirleme sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca; otomotiv, beyaz eşya, makine, gemi ve inşaat gibi çelik tüketen sektörlerin de krize girmesi nedeni ile talepte keskin düşüşler olmuştur. Talebin düştüğü ve buna bağlı olarak satışların azaldığı, kredi borçlarının ödeme zamanının geldiği bir ortamda fiyatlar 300-400 $'a kadar gerilemiştir.

    Sektörde kimi firmalar, krizde tasarruf tedbirlerini en üst seviyeye çıkarıp eleman azaltma yoluna da giderek varlıklarını sürdürebilmiştir. Kriz başladığında hiç vakit kaybetmeden masraflarını kısan, tasarruf tedbirlerini uygulayan firmalar ayakta kalmıştır. Bu duruma ayak uyduramayanlar ise faaliyetlerine son vermek zorunda kalmıştır.

    Çelik tüccarlarının pek çoğu, 2008'deki fiyat artışlarının ve yüksek meblağlı satışların hep devam edeceğini düşünerek tedbiri elden bırakmış ve kısa vadeli finansman kullanarak ham madde stoku oluşturmuştur. Bu firmaların çoğu, kriz sürecinde aldıkları darbeler bir yana, piyasalardaki daralma dolayısıyla hayatlarını devam ettirebilmek için fiyat düşürme yoluna da gitmiş ve bu durum zararlarını daha da artırarak faaliyetlerine son vermelerine yol açmıştır.

    Otomotiv ve inşaat sektörleri olumsuzluklarla karşı karşıya kalmıştır. Bunun çelik sektörüne bariz etkileri olmuştur. Çünkü bunlar Türkiye'nin en fazla ihracat yapan sektörlerindendirler. Hükûmetin krize karşı aldığı tedbirler, ekonomideki durgunluğu göreceli olarak hafifletmişse de olumlu etkileri ancak 2009'un son aylarında hissedilmeye başlanmıştır. Bu kapsamda, çelik fiyatları kârlı seviyelere yükselmiş ve bu durum giderek artan bir eğilim sergilemiştir.

    Krizle birlikte çelik sektöründe durmuş olan yatırımlar tekrar eski seviyelerine doğru çıkmakta olup, istihdam da buna paralel olarak artmaktadır. 2009 sonu itibariyle çelik sektöründe tam kapasite üretimin başlamış olduğu ve 2010 yılı ortalarına kadarki imalâtın da sipariş edilmiş olduğu gözlemlenmektedir.





    Üniversite ve Mahallî Kalkınma

    Dünya Bankası'nca yayımlanan bir raporda (The Challenge of Establishing World Class Universities by Jamil Salmi, Training Director, the World Bank, Washington D.C. 2009), gelişmekte olan ülke (GOÜ) üniversitelerinin, yüksek meblağlı bütçe tahsisleriyle dünya çapında üniversite olma hedefi yerine kaynaklarını, bilgilerini ve birikimlerini bulundukları mahallerin kalkınmasına sarf etmelerinin daha doğru olduğu belirtilmektedir.

    Doğrusu, her ülkedeki üniversitelerin dünya çapında birer okul haline gelmesi zaten beklenemez. Çünkü gerçekten de çok yüksek meblağlı bütçeleri gerektirir böylesi bir hedefe ulaşmak. Özellikle GOÜ üniversiteleri için bu tür bir hedefin kolay ulaşılabilir olmadığı barizdir. Dolayısıyla, raporda da belirtildiği üzere, söz konusu üniversitelerin imkânlarını mahallî kalkınmaya sarf etmeleri daha makul görünmektedir.

    Üniversitelerin mahallî kalkınmaya katkı sağlamaları, bulundukları bölgelerde mevcut olan ziraat, sanayi ve hizmet sektörleri ile kuracakları bağlarla mümkün olacaktır. Herhangi bir bölüm ayırımına gitmeksizin üniversitelerin tüm fakülteleri ve meslek yüksek okullarıyla birlikte hareket ederek bunu gerçekleştirmesi imkânsız değildir.

    Bu kapsamda, ilk safhada şöyle bir hareket planı çıkarmak mümkündür:
    - Mahallin temel sektörel envanterini çıkarmak,
    - Söz konusu sektörlerin üniversitelerce karşılanabilecek temel ihtiyaçlarını tespit etmek,
    - Üniversite bünyesindeki fakültelerdeki ve meslek yüksek okullarındaki eğitimcilerin uzmanlıkları itibariyle envanterini çıkarmak,
    - Bu kaynakları ihtiyaçlara kanalize etmek ve kullanıma sunmak.

    Sadece mahallin üniversiteye gelmesini beklememek, fakat bizzat mahalle de gitmek gerekmektedir. Bu hususta öncülüğün üniversitelerce yapılması daha doğru görünmektedir. Bu çerçevede üniversiteler; ziraat-sanayi-ticaret odaları, mahallî kalkınma ajansları ve ilgili diğer sivil toplum kuruluşları ile yoğun bir dirsek temasına girmelidir. Böylece kurulacak sağlam ve istikrarlı bağlarla arzu edilen mahallî kalkınma hedeflerine ulaşmak daha kolay hâle gelecektir.




    Hiyerarşi ve Rica

    Türkiye'de "ricâ" kelimesinin kullanımında ciddi bir yanlış anlaşılma mevcuttur. Bu çerçevede, söz konusu kelimenin sadece üstler tarafından astlara kullanılabileceği, tersinin hiyerarşik saygısızlık olacağı yönünde yaygın bir kanaat vardır. Fakat sözlüklere bakıldığında bu bilgilerin temelsiz olduğu ve bu anlayışta da bazı sorunlar olduğu ortaya çıkmaktadır.

    Türkiye'de kabul gören iki temel kaynakta "rica" kelimesi, bazı cümlelerdeki kullanımları ile şöyle yer almaktadır:

    I. Kaynak: Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi, 23. Baskı, Ankara, 2006, s. 880.
    Recâ (s.892'deki "ricâ"kelimesinde "recâ"ya rücû ediniz denmiştir):
    1) Ümit, umma
    2) Yalvarma
    3) İstek, dilek


    II. Kaynak: Türkiye Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, 10. Baskı, Ankara, 2005, s. 1657-1658.
    1) Rica: Dileyiş, dileme, dilek
    Örnek: İşinden atmışlar, tekrar işe almaları için patronuna ricaya gidiyormuş (Ç.Altan).

    2)(Birine) ricada bulunmak (veya birinden rica etmek): Dilemek
    Örnek: Rica ederim, odamdan çıkınız, ben böyle şeylere tahammül edemem (P.Safa).


    Değerlendirmeler:
    Develioğlu'nun ikinci mana olarak verdiği "yalvarma" kelimesi hayli dikkat çekici. Emir diye bir manaya yer verilmediği gibi, ricanın yalvarma manası bile var.

    Ç. Altan'ın "İşinden atmışlar, tekrar işe almaları için patronuna ricaya gidiyormuş." şeklindeki cümlesinde, "eğer söz konusu patron "rica" kelimesini "emir" olarak telakki etmişse vay o ricaya giden çalışanın haline…

    Bir de meselenin bir başka cephesine gelelim…

    "Rica" kelimesinin üstlerin astlarına yazabileceğine dair bir bilgi kırıntısı Türkiye'de hemen herkesin zihninde mevcut. Birileri bunu söylemiş zamanında. Fakat yukarıdaki bilgiler ışığında, bunun temelsiz bir bilgi ortaya çıkmaktadır. Ya lügatler yanlış, ya da bu bilgiyi aktarmış olanlar…

    Acaba, Türkiye'de kimi çevrelerin bazı tercihleri engellemek maksadıyla kendi zihinlerinde oluşturduğu "kamusal alan" olgusu gibi bir durum mu mevcuttur burada? Yani herkesin kendine göre bir tarifi, uygulaması mı vardır bu hususta?

    Bu "rica" kelimesini de Türkiye'de zihinleri bulandırarak, aslını çarpıtarak birtakım çevreler mi dikte etmiştir acaba? Veya uzun müddet devlet-halk kucaklaşmasının sağlanamadığı, daha doğrusu sağlanmasına müsaade edilmediği Türkiye'de söz konusu çevreler yazışmalarda da böyle bir uygulama mı ihdas etmişlerdir?

    "Rica" kelimesinin asıl manasına kavuşması ve bu şekilde kullanılması, sıralanan sorulara cevap bulunabilmesiyle mümkün olacak gibi görünüyor.





    Kamuda İstihdam ve Kısır Döngü

    Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de kamuda istihdam, çetrefilli bir mevzudur. Maalesef, hemen her iktidar devresinde kamuda önemli ölçüde değişiklik gerçekleştirilmektedir.

    Çalışma hayatında, uzmanlık ve liyakat gibi prensipler dikkate alınması gerekirken, bunlara kamu alanında bazen riayet edilmemektedir. Bunlar yerine, genel olarak bazı ideolojik yaklaşımlar sergilenebilmektedir. Tabii, belirtmek gerekir ki kimi zaman bu tür değişikliklerin kamu çalışanlarının etkinsizliğinden vs. gerçekleştirildiği de dile getirilmektedir.

    Peki netice nedir?
    Her yeni iktidar döneminde belirgin oranda temizlik, tabii sadece merkezî yönetim tarafından değil aynı zamanda mahallî yönetimler tarafından. Çünkü bu mesele adeta bir rövanş halini almakta ve her iktidarı eline geçiren, kendine yakın olanları istihdam ederek diğerlerini dışarıda bırakmaktadır. Böylece bir kısır döngü hali devam etmektedir.

    Bunun sosyal yansıması nedir peki?
    Yeni istihdam edilenlerde sevinç; dışarıda kalanlarda üzüntü, kırgınlık, ümitsizlik. Böylece toplumda yeni çatışma ihtimallerine kapı aralanmakta, kesimler birbirine adeta düşman haline gelebilmektedir.

    Eğer yapılan değişiklikler kamu çalışanlarının etkinsizliğinden vs. kaynaklanıyorsa, bunun tek yolu onları dışarıda bırakıp yenilerini almak olmasa gerek. Bunun yerine etkin bir istihdam politikası izlenerek sıkı bir denetim mekanizması ile sorunlar minimize edilmeye çalışılabilir. Böylece bahsi geçen sosyal sorunlara da yol açılmamış olur.

    Şunu unutmamak lazım herhalde:
    İktidar gelip geçicidir. Bu devran nasıl olsa dönecektir. O halde üzüntülere, kırgınlıklara yol açmadan, herkesin bir arada huzur ve barış içinde yaşamasına imkan sağlayacak bir istihdam politikası izlemek gerekmektedir.





    Modernite ve Yüksek Binalar

    Çok sayıda modernite simgesi var. Kimilerine göre bilgi-teknoloji, kimilerine göre giyim-kuşam tarzı, kimilerine göre sınırsız özgürlük. Ve kimilerine göre de yüksek binalar…

    Dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi, Türkiye'de de bu simgelerin biri veya tamamı dikkate alınmaktadır. Özellikle sonuncusunu bariz bir şekilde dillendirenler vardır. Bunlara göre yüksek binalar; çağdaşlığın ve gelişmişliğin önemli birer simgesidirler. Nitekim Türkiye'nin hemen bütün şehirlerinde sayıları hızla artan yüksek binalar inşa edilmektedir. Buna paralel olarak yüksek binalarda yaşayan insan sayısı da artmaktadır.

    İktisadî mantıkla bakıldığında, arazideki kıtlık dolayısıyla büyük şehirlerdeki yüksek binalar bir dereceye kadar anlaşılabilir ama geniş arazilerin yer aldığı Anadolu'nun birçok şehrinde yükselen binaları anlamak çok zordur. Bu yüksek binaların sebep olduğu ve uzmanlarca ifade edilen sorunların bir kısmı şöyle sıralanabilir:
    a) Binalarda oturan insanlarda tıbbî ve psikolojik sorunlar oluşabilmektedir,
    b) Binalarda oturan ailelerde yabancılaşmalar yaşanabilmektedir,
    c) Komşuluk ilişkileri zayıflayabilmektedir.

    Bunlar dışında;
    - Binalar yükseldikçe şehrin genel görüntüsünde dengesizlikler meydana gelebilmektedir. Söz konusu binalar, özellikle tarihî şehirlerin genel dokusuna zıtlıklar teşkil etmektedir,
    - Yüksek binalar, hem inşa sürecinde hem de sonrasında etraflarında bulunan binalara zararlar vermektedirler. Bu çerçevede mesela, mevcut binaların manzaraları engellenmekte ve güneş hakları yok olmaktadır.

    Yüksek binaların modernite simgesi olduğunu düşünenlerin bu anlayışlarını gözden geçirmelerinde fayda görünmektedir.





    Küresel Açlık ve Fakirlik

    Açlık, küresel olarak giderek artan bir sorundur. Dönemler itibariyle yetersiz beslenen insan sayısı ve oranı aşağıdaki tabloda mevcuttur:

    Dönem
    Kişi Sayısı (milyon)
    Dünya Nüfusundaki Payı (%)
    2006 - 2008
    850
    13.0
    2000 - 2002
    836
    14.0
    1995 - 1997
    792
    14.0
    1990 - 1992
    848
    16.0
    1979 - 1981
    853
    21.0
    1969 - 1971
    878
    26.0

    http://www.fao.org/hunger/en, 03.01.2012

    FAO tahminine göre dünyada 2010 itibariyle aç insan sayısı 925 milyondur.

    BM'nin Roma-İtalya'da bulunan üç alt kuruluşunun [BM Gıda ve Ziraat Organizasyonu (FAO), Uluslararası Ziraî Kalkınma Fonu (IFAD) ve Dünya Gıda Programı (WFP)] ortaklaşa hazırladığı ve 10 Ekim 2011'de Roma'da sunduğu "Dünya Gıda Güvensizlik Durumu" [The State of Food Insecurity in the World (SOFI)] isimli raporundan bazı alıntılar şöyledir:
    - Fakir çiftçileri, tüketicileri ve ülkeleri yoksulluğa ve gıda güvensizliğine maruz bırakacak yüksek gıda fiyat hareketliliği devam edecek ve muhtemelen artacak gibi görünmektedir.
    - Hızlı büyüyen ekonomilerdeki tüketicilerin talepleri artabilecek, nüfusları yükselebilecek ve biyoyakıtlardaki daha fazla artışlar, gıda sistemine ilave talep oluşturabilecektir.
    - Gıda fiyat hareketliliği, ziraat ve enerji piyasaları arasındaki daha güçlü bağlantılar sebebiyle ve daha sık gerçekleşebilecek kötü hava şartları dolayısıyla önümüzdeki on yılda artış gösterebilir.
    - Başta Afrika'dakiler olmak üzere, ithalâta bağımlı küçük ülkeler büyük oranda risk altındadırlar.
    - Yeni Binyılın Kalkınma Hedefleri [The Millennium Development Goals (MDG)], dünyada açlıktan muzdarip insan sayısını 2015 yılına kadar yarıya düşürmeyi de içermektedir. Eğer MDG gerçekleştirilse bile gelişmekte olan ülkelerdeki 600 milyon civarındaki insan hala yetersiz besleniyor olacaktır.
    - Hükûmetler, özel yatırımları teşvik edici ve ziraî üretimde verimliliği artırıcı şeffaf ve tahmin edilebilir düzenleyici bir ortam oluşturmalıdırlar.
    - Gelişmiş ülkelerdeki gıda israfı, eğitim ve ilgili politikalar ile azaltılmalıdır.
    - Gelişmekte olan ülkelerdeki gıda kayıpları, özellikle hasat sonrası süreçlerde olmak üzere tüm değer zincirindeki yatırımlar desteklenerek azaltılmalıdır.
    - Tabiî kaynakların, ormanların ve su ürünlerinin daha sürdürülebilir yönetimi, en fakir ülkelerin çoğunun gıda güvenliği açısından yüksek önem taşımaktadır.
    (Daha fazla bilgi için: http://www.fao.org/publications/sofi/en)

    Bu bilgiler ışığında, acaba Thomas Robert Malthus (1766-1834), ileri sürdüğü Nüfus Kanunu ile bir dereceye kadar haklı mıydı?





    Japonya'dan Dersler

    Esasında, dünyaya çok model sunmuş olan Japonya insanlarından öğrenilecek fazla şey vardır. Bunların aşağıda sıralanan 10 adedi 2011 depremi/tsunamisi sırasında meydana gelmiştir:

    1. Sükûnet
    Göğsüne vurarak veya isyankâr biçimde kederini dile getiren bir tek kişi bile görülmemiştir. Acının kendisi yüceltilmiştir.

    2. Saygınlık
    Su ve gıda maddeleri temini için disiplinli kuyruklar oluşturulmuştur. Kaba bir söze veya harekete rastlanmamıştır.

    3. Kabiliyet
    Müthiş mimari özellikleri dolayısıyla binalarda sallanma olmasına rağmen yıkılma meydana gelmemiştir.

    4. Zerafet
    İnsanlar sadece o an için ihtiyaç duyduklarını satın almıştır. Böylece herkes bir şeyler alabilmiştir.

    5. Düzen
    Alışveriş mekanlarında yağmalama meydana gelmemiştir. Caddelerde korna seslerine, sür'ate ve sollamalara şahit olunmamıştır. Sadece anlayış hakim olmuştur.

    6. Fedakârlık
    50 işçi nükleer reaktörlere deniz suyunu pompalamak için yerlerinde kalmıştır. Bu insanların hakkını ödemek mümkün müdür acaba?

    7. Şefkat
    Lokantalar fiyat indirimine gitmiştir. Bir bankamatik korumasız bir şekilde kendi halinde bırakılmıştır. Güçlüler zayıfı gözetmiştir.

    8. Eğitim
    Yaşlı, genç, çocuk herkes ne yapması gerektiğini tam olarak bildiği gibi aynen bunu hayata da geçirmiştir.

    9. Medya
    Medya mensupları bültenlerde kendilerine harikulade biçimde hakim olmuştur. Meseleleri duygusallaştırmamış ve sadece sakin röportajlar gerçekleştirmişlerdir.

    10. Şuur
    Bir alışveriş merkezinde elektrik kesildiği vakit herkes ellerindekini raflara tekrar koymuş ve sakin bir şekilde mekanı terk etmiştir.

    Kaynak: Internet





    Dunning-Kruger Etkisi

    Dunning-Kruger etkisi veya sendromu, hayalî üstünlük duygusuna kapılan bir ferdin kendisini olduğundan daha kabiliyetli değerlendirmesine yol açan bir idrak temayülüdür. Bu eğilim, kabiliyetsiz kimsenin yeteneksizliğini farketmesini de engellemektedir. Gerçek kabiliyet/uzmanlık, kabiliyetli ferdin yanlışlıkla kendisi dışındaki kişilerin de aynı anlayışa sahip olduğunu farzetmesi suretiyle özgüveninin zayıflamasına sebep olabilmektedir.

    Cornell Üniversitesi'nden David Dunning ve Justin Kruger şu sonuca ulaşmıştır:
    "Kabiliyetsiz kişinin hatalı değerlendirmesi, kendisiyle ilgili bir yanılgıdan kaynaklanırken; yüksek kabiliyetli kişininki ise başkalarıyla ilgili bir yanılgıdan kaynaklanmaktadır."

    Bu olgu, ilk olarak Cornell Üniversitesi, Psikoloji Bölümü'nden David Dunning ve Justin Kruger tarafından 1999 yılında yayımlanan bir deney serisi ile test edilmiştir. Burada, bir işin standartlarının bilinmeyişinin büyük ölçüde kabiliyetsizlikten kaynaklandığını ifade eden önceki çalışmalara da dikkat çekmişlerdir. Nitekim bu durum; metin okuma-anlama, motorlu bir aracın kullanımı, satranç veya tenis oynama gibi yetenek gerektiren çeşitli çalışmalarda da görülmüştür.

    Dunning ve Kruger şunları ortaya koymuştur: Niteliksiz insanlar;
    * ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler,
    * niteliklerini abartma eğilimindedirler,
    * gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler,
    * eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

    Neticede bir fert; bir konu hakkında ne kadar az biliyorsa, o konuya ilişkin yetersiz olan bilgisi aslında ne kadar az bilgi sahibi olduğunu farketmesini engellediği gibi, sanki konuyla ilgili her şeyi biliyormuşcasına bir özgüvene yol açmaktadır.

    Dunning, bu çerçevede bir analoji (bir şeyi, kendisine benzeyen başka bir şeyle kıyaslayarak açıklama) yaparak, beyindeki bir yaralanma dolayısıyla fizikî özrü olan bir kişinin, körlük veya felç olsa bile söz konusu özrün varlığını inkâr ettiğini veya onu görmezden geldiğini ifade etmektedir.

    Dunning-Kruger Sendromu, iş hayatına da uyarlanabilir ve şu cümle ile özetlenebilir:
    "Tecrübesiz kişi performansını abartır, uzman kişi ise alçaltır."

    Bu çerçevede şöyle bir çıkarsama yapılabilir:
    "İşinde çok iyi olduğuna inanan 'kabiliyetsiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz. Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür."

    Ancak bu cehalet, meslekî açıdan büyük bir itici güç oluşturur. 'Eksi', kariyer açısından 'artıya' dönüşür. Netice itibariyle, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler. Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler. Tabiî beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler.

    Justin Kruger ve David Dunning, 1999 yılında yayımladıkları "Kabiliyetsizlik ve Farkında Olmama: Ferdin Kendi Kabiliyetsizliğini Fark Etmesindeki Engellerin Abartılı Kişisel Değerlendirmeye Yol Açması" adlı çalışmaları vesilesiyle 2000 yılında Psikoloji dalında Harvard Üniversitesi tarafından verilen Ig Nobel Ödülünü kazanmışlardır.

    Kaynaklar:
    * Justin Kruger, David Dunning, "Unskilled and Unaware of It: How Difficulties in Recognizing One's Own Incompetence Lead to Inflated Self-Assessments", Psychology, 2009, 1, 30-46, Published Online December 2009 (http://www.scirp.org/journal/psych).
    * Wikipedia, "Dunning-Kruger Effect", http://en.wikipedia.org/wiki/Dunning%E2%80%93Kruger_effect, 03.01.2014.
    * Diğer internet kaynakları.





    Sürdürülebilir Turizm Kalkınması ve Cittaslow Felsefesi

    Tarihî yapıların önemini kaybetmesi ve tahrip olması; tabiî kaynakların/güzelliklerin bozulması ve sosyo-kültürel değerlerin yozlaşması; tüm dünyada fertleri, kurumları ve toplumları bu olumsuzlukların giderilebilmesi için birtakım tedbirler almaya zorlamaktadır. Bu çerçevede, bazı inisiyatifler/hareketler başlatılmakta ve çeşitli kurumlar oluşturulmaktadır. Bunların ilgi alanları/faaliyetleri, sürdürülebilir kalkınmadan ve, bu çerçevede, sürdürülebilir turizm kalkınmasından bağımsız değildir.

    Bu inisiyatiflerden biri olarak Cittaslow, tarihî geçmişin ve yapıların önemini kaybetmesi; tabiî kaynakların hızla tüketilmesi ve kendini yenileme kapasitesinin azalması; sosyal ve kültürel değerlerin ve bu çerçevede geleneklerin unutulması ve/veya ihmal edilmesi gibi modernleşme sürecinin olumsuz etkileri arasında sayılabilecek süreçleri engellemeyi veya yavaşlatmayı hedefleyen bir hareket olarak tasarlanmıştır. Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında, İtalyanca 'citta' ve İngilizce 'slow' kelimelerinden türetilmiş olan ve 'yavaş şehir=sakin şehir' manalarına gelen Cittaslow, bir felsefe olarak değerlendirilebilir.

    Tarihiyle, tabiatıyla, sosyo-kültürel değerleriyle barışık toplumların yaşadığı mekanları oluşturmayı hedefleyen Cittaslow felsefesi, bu özellikleri itibariyle sürdürülebilir turizm kalkınması ile de doğrudan ilişkili bulunmaktadır. Nitekim, bu felsefeyi benimseyen ve hayata geçiren şehirler, doğrudan sürdürülebilir turizm kalkınmasını da uygulamaya geçirmiş olmaktadırlar.

    Konuya ilişkin daha detaylı bilgi için bakınız:
    Mehmet Behzat Ekinci, "The Cittaslow Philosophy in the Context of Sustainable Tourism Development; The Case of Turkey", Tourism Management (ISSN: 0261-5177), Elsevier, V.41, 2014, p.178-189.
    DOI: http://dx.doi.org/10.1016/j.tourman.2013.08.013





    Modern İpek Yolları

    Ulaştırma, ticaret faaliyetinin temel unsurlarındandır. Şayet ulaştırma imkânları gelişmişse ticarî faaliyetler de buna paralel olarak artırılabilir. İpek Yolu da tarih boyunca bu fonksiyonu icra etmiş ve uluslararası ticaretin geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu kapsamda Tarihî İpek Yolu, önce Asya ve Avrupa daha sonra Afrika kıtaları arasında kara ve deniz yoluyla yoğun ticarî faaliyetlerin icrasına imkân sağlamıştır.

    17.yüzyılın sonlarında önemini kaybetmesine rağmen, Tarihî İpek Yolu, bugün farklı formlarıyla canlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede, uluslar arasında Yeni İpek Yolları adı altında birtakım inisiyatifler vasıtasıyla iktisadî ve siyasî işbirliklerine gidilmektedir. Bunların başlıcaları petrol-doğalgaz boru hattı projeleri (PBHP-DGBHP), Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaşım Koridoru (TRACECA), Kuzey Dağıtım Ağı (NSR-NDN), Kore-Sibirya Demiryolu (TKR-TSR) ve Körfez-Asya Modelidir. Çoğu ülke de bunların önemli bir kısmında fiilen yer almakta ve bunların muhtemel nimetlerinden faydalanmaya çalışmaktadır.

    Konuya ilişkin daha detaylı bilgi için bakınız:
    Mehmet Behzat Ekinci, "The Silk Roads from the Past to the Future and Their Interactions with the Foreign Trade of Turkey", Avrasya Etüdleri, Sayı: 45, TİKA, Ankara, 2014, ss.7-42.





    CoVid 19 ve Dünyada Sürdürülebilirlik…

    Bilindiği üzere Müslümanlar, 11 ayın sonunda Ramazan'da tuttukları oruçla, meselenin ibadet kısmı bir yana, biyolojik olarak vücutlarını da bir bakım sürecinden geçirmektedir aslında. Böylece sonraki yıla dinlenmiş, kendini yenilemiş bir bünye ile başlamış olmaktadırlar. Benzer uygulamalar hemen bütün inançlarda mevcuttur.

    İşte CoVid 19'un da makro anlamda dünyaya böyle bir fırsat sunduğu belirtilebilir. Şöyle ki, uzar mı bilinmez ama, 2020 yılı başı itibariyle salgının ağır bir tablo hâlinde seyr edeceği 5-8 ay civarında bir zaman dilimi için dünya biraz nefes almış olacak.

    Nitekim, Coronavirüs Salgını'ndan dolayı birtakım olumsuzluklar görülebilecek fakat bu arada şu hususlarda azalmalar/düşüşler/gerilemeler de meydana gelebilecektir: savaşların tansiyonu ve savaş kaynaklı ölümler; nükleer-kimyasal silah kullanımı ve tahribat seviyesi; her türlü kara, hava ve deniz araç hareketliliği ve karbon salınımı; ozon tabakasının delinme hızı; buzulların erimesi; toprakta kimyasal kullanımı; üretimin ve çevreyi kirleten endüstrilerin etkisi vs.

    Listeyi bu şekilde uzatmak mümkündür. Yani görünen o ki dünya da "oruç tutmuş" olacak biraz. Gerçi salgın geçtikten en fazla üç hafta sonra tüm yaşananlar unutularak kalınan yerden dünya tahrip edilmeye devam edilecek belki ama en azından zorunlu da olsa dünya biraz kendi hâline bırakılmış olacak. Böylece dünya, biraz dinlenmiş ve kendini yenileme imkânı bulmuş olacak inşaAllah.

    Tabiî bu arada başlıca iki olumsuz sonuçla karşılaşılması da muhtemeldir:
    a) Hijyen amaçlı gereksiz ve abartılı su kullanımı yapılmaktadır ki bu tüketim hacmi, potansiyel bir su kıtlığı sürecini beraberinde getirebilir. Bu da iktisadî yeni problemlere ve sağlıkla ilgili yeni sorunlara sebep olabilir. Dolayısıyla suyun idareli kullanılması gerekmektedir.

    b) Belli bir süre evde kalma gereğinden dolayı hareketsizliğin sebep olacağı "obezite" sorunu ile karşılaşılabilir. Bu sebeple yemeye-içmeye dikkat edilmesi gerekmektedir. Bir de mümkünse evlerde küçük yürüyüş alanı oluşturularak bu olumsuz etkiler minimize edilebilir. Bu çerçevede, Dünya Sağlık Örgütü'nün de tavsiye ettiği "günde yarım saat yürüyüş" kuralı hayata geçirilebilirse obezite ihtimali azaltılabilecektir.

    Açık ve net konuşmakta fayda vardır: İnsanoğlu olarak dünyaya ve kendimize o kadar çok zarar veriyor ve dengelerle o kadar oynuyoruz ki bu tür virüslerle ve/ya global olumsuzluklarla tekrar karşılaşılması kaçınılmaz gibi gözüküyor. Yani bugün CoVid 19 var ama yarın belki CoVid 20 ve benzeri felaketler gelmeye devam edecek gibi görünüyor.

    Yapmamız gereken, kendi çapımızda alacağımız tedbirlerle hayatımızı kaliteli yaşamaya çalışmak olsa gerek...





    Ulaştırma ve Doğal Teknolojik İşsizlik…

    Genel iktisadî anlayışa göre teknolojik işsizlik, 'teknolojik bir gelişmenin üretimde yol açtığı işsizlik' olarak tanımlanır. Fakat şu ana kadar bu işsizlik, teknoloji kaynaklı meydana gelirken bugünlerde bu süreçte tersine bir değişim gözlemlemekteyiz. Bu kapsamda, bazı sektörlerde işsizliğin bizzat kendisi teknolojik gelişmeye kaynaklık etmektedir. Mesela buna ulaştırma sektöründe şahit olmaktayız.

    Nitekim, mesela ulaştırma sektörüyle ilgili olarak farklı ülkelerden işsizlik haberleri duymaktayız. Bu kapsamda, özellikle Avrupa'da ulaştırmada özel bir konumu olan karayolu taşımacılığında şoför ihtiyacının arttığı fakat yeterli sayıda şoförün mevcut olmadığı belirtilmektedir. Bu durumu dünyada önde gelen bir mobilya üreticisi firma da "yetersiz şoför sayısı ürünlerini müşterilere ulaştırmada sorun yaşadıkları" şeklinde açıkça ifade etti. Dünyanın geri kalan bölgelerinden ve firmalarından da benzer açıklamalar gelmektedir.

    Durum böyle olunca, zaten bir süredir var olan 'otonom araç üretimi' otomotiv üreticilerinin ana gündem maddelerinden biri hâline geldi. Yani 'şoföre ihtiyaç duymadan kendiliğinden hareket eden, duran, park eden araç' üretimi özellikle karayolu ulaştırmasında bugünlerde özel bir önemle ele alınmaktadır. Böylece; üretilecek otonom kamyonlar, pikaplar vb. herhangi bir sürücüye ihtiyaç duymadan ürün nakliyesinde kolaylıkla kullanılabilecek ve şoför ihtiyacı da giderilmiş olacaktır.

    Elbette otonom araçlar için elverişli alt ve üst yapı olması gerekmektedir. Bu kapsamda uygun yollar, trafik sistemleri oluşturulmalıdır ki bu meselenin farklı bir boyutudur.

    Bugüne kadar teknolojik bir gelişme insanları işlerinden ediyorken, artık işgücü eksikliği dolayısıyla teknolojik gelişme meydana gelmektedir. Aslında olması gereken tam da bu değil midir? Yani normal olanı zaten üretimde ihtiyaç olduğu için teknolojik gelişmenin meydana gelmesi ve insanların hayatlarının kolaylaşması değil midir?

    İktisat Teorisi'ne de bu anlamda yeni bir kavram ilave etmek mümkündür. Bu amaçla bu işsizliğe, kendiliğinden oluştuğu için mesela 'doğal teknolojik işsizlik' diyebilir miyiz?