Hasankeyf Binlerce yıllık geçmişi olan bir mekanın sadece elli-yüz yıllık ömrü olan bir baraja feda edilmesi ne hazindir... Önce Belkıs (Zeugma) gitti, şimdi sıra Hasankeyf'te (Hısn-ı Keyfa)... Ortak aklımızı kayıp mı ettik yoksa? Lavaş Ekmeği Türkiye'nin Çin'den lavaş ekmeği de ithal etmeye başladığını biliyor muydunuz? Serbest ticaret gereklidir, özellikle uluslararası refah seviyelerindeki dengesizliklerin giderilmesi için… Ancak, Türkiye gibi bir ülkede, sadece ucuz olduğu için lavaş ekmeği de ithal edilmeli midir acaba? Eğer Türkiye, lavaş ekmeğini de ithal eder hale gelmişse üzerinde durup düşünülmesi gereken çok şey var demektir. Herhalde bu meseleyi, en başta, kısa vadeli kâr peşinde olan lavaş ithalâtçıları düşünmelidir… Bir Arada Yaşayabilmek Türkiye'de, birbirimizin farklılıklarını kabul ederek yaşamayı öğrenmemiz gerekmekte. Maalesef, son dönemlerde meydana gelen hadiseler, ürkütücü boyutlara erişmiş hâldedir. Ülkede sunî gündemler oluşturularak halklar arasında çatışmalara yol açılmaya teşebbüs edilmektedir. Dahası, toplumda laik-antilaik, sünnî-alevî, siyah-beyaz, yeşil-kırmızı vb. ayırımlar yapılmaya çalışılmaktadır ki bunlar da olumlu hareketler değildir. Cümleten sükunete ihtiyacımız var... Toplumlar arasında kin ve nefret tohumlarının atılması yerine, barış ve kardeşlik filizlerinin yeşertilmesine ihtiyaç var. Lütfen sağduyulu olalım ve çevremizi sükunete davet edelim. Geçmişte de, şimdi de, gelecekte de böylesi bir ortama muhtaç olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız. Sonbahar Sendromları Türkiye ekonomisinde sonbahar başlangıcı, tatilin bitişine ve eğitim devresinin başlamasına bağlı olarak, üretim faaliyetlerinin arttığı ve hemen her alanda hareketlenmelerin yaşandığı bir dönemdir. Bu süreçte, enflasyon-döviz-faiz-borsa gibi finansal göstergelerde de hareketlenmeler görülür. Bunların olumlu veya olumsuz oluşu, siyasî gelişmelerle yakın ilişkilidir. Türkiye'de sonbahar başlangıcı ile kimi kişilerce ve kuruluşlarca birtakım senaryolar üretilmeye çalışılır. Hemen her sene karşılaşılan bu olumsuzluklar "Eylül Sendromu" şeklinde nitelendirilmektedir. Bu tür senaryolar, maalesef ülkenin menfaati icabı değildir. Çünkü sorunların daha arttığı ve karmaşıklaştığı bir sonuç öngörmektedirler. Söz konusu kişilerin/kuruluşların bu tür senaryo üretme çabalarını anlamak çok zordur. Neticede kendilerini de olumsuz bir şekilde etkileyecek olan bu tür sendrom senaryolarını üretme yerine ekonominin içinde bulunduğu olumsuzlukların giderilebilmesi için ümit vaat eden tekliflerde bulunmaları daha iyi değil midir? Aynı gemide olduğumuza göre, gemiyi (Türkiye ekonomisi) sağlıklı bir şekilde yürütebilmemiz için alınması gereken tedbirlerin dile getirilmesi daha uygun bir davranış gibi görünmektedir. Sosyal Sorumluluk Sosyal sorumluluk kabaca iki esasa dayandırılabilir: 1) Bireysel sorumluluk 2) Kurumsal sorumluluk İçinde bulunulan toplumun kültürel, hukukî, siyasî, ekonomik ve benzeri açılardan daha ileriye taşınabilmesi için “sosyal sorumluluk” bilincinden hareketle, karşılaşılan sorunlar için kafa yormak ve bunların çözümlerine ilişkin fikirler üretmeye çalışmak, kişilerin ve kurumların aslî vazifelerindendir. Aksi hâlde toplumlardan ve bu çerçevede ortak bilinçten ve ideallerden bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’deki kişiler ve kurumlar da bunun farkında olmalı ve kendilerini bu yönde harekete sevk etmelidir. Fakat bu yapılırken; sosyal yapıya zarar verecek, barış ortamını bozacak, her açıdan geriliğe mahkum edecek davranışlardan da kaçınılmalıdır. Sorumluluk sahibi olmak ve gereğince davranış sergilemek zor iştir. Mühim olan ise her şeye rağmen bunu başarabilmektir. Hepimizin sorumluluk sahibi birer fert ve kurum gibi hareket etme mecburiyeti var. Nice yüzyıllara emin adımlarla ilerleyebilmenin başka bir yolu olabilir mi? Yerli-Yabancı Ürün Türkiye’de tüccarlar, yakın zamana kadar 'Bu ürünün menşei nedir?' sorusuna 'yerli' cevabını verirken büyük tereddütler yaşarlardı. Bunu söylememek için 'yerli' olduğu hâlde 'Yerli değil, Avrupa' şeklinde cevap verenler bile olurdu. Günümüzde bu hususla ilgili dikkat çekici değişmeler meydana geldiği gözlenmektedir. Başta düşük kaliteli Çin mallarının Türkiye piyasasına girişi olmak üzere yerli üretimdeki kalite artışının da bu değişimde rolü vardır. Avrupa menşeli çoğu ürüne göre kalite eksikliği olmakla beraber; yerli ürünlerin, Çin menşeli olanlarının önemli bir kısmına nazaran kalite üstünlüklerinin olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, günümüzde artan sayıda tüccar 'Bu ürünün menşei nedir?' sorusuna, 'Avrupa' kelimesini sarf etmeden 'Çin değil, yerli' şeklinde cevap vermektedir. Tabii, bu durumun ilânihaye devam etmeyebileceğinin farkında olunmalı ve yerli üretimde kalite artırımına devam edilerek markalaşmaya ağırlık verilmelidir. Aksi hâlde söz konusu sorunun cevabı 'Yerli değil, Çin' olabilecektir. Millî - Gayrî Millî Sermaye Küreselleşmeye bağlı olarak, finansal kaynakların dünya çapında hızlı hareketine şahit oluyoruz. Bu; hem faize, dövize ve borsaya olmak üzere nakdî; hem de fabrika, atölye, büro şeklinde olmak üzere gayrî nakdî tarzda gerçekleştirilmektedir. İlki kısa vadeli, ikincisi ise orta-uzun vadeli yatırımlar niteliğindedir. Bunlar için sırasıyla sıcak-soğuk para tanımlaması da yapılmaktadır. Ülke ekonomilerine asıl katkısı olan ise ikinci tipteki yatırımlardır. Türkiye, kısmen de olsa sağlanan siyasî istikrar ortamına, uygun yatırım şartlarına, nispeten düşük maliyetlere bağlı olarak orta-uzun vadeli yabancı yatırım açısından cazip ülkelerden biri haline gelmiştir. Tabii olarak bu yatırımların lehinde olan da vardır aleyhinde olan da... Körü körüne yabancı sermayenin yanında yer almak elbette makul bir davranış olamaz. Fakat aynı şekilde karşısında olmak da çıkar bir yol olarak görünmemektedir. Çünkü memleketin çözülmesi gereken bir yığın sorunu vardır ve bu sorunların bazılarının halli de söz konusu yabancı yatırımlardan elde edilecek gelirlere bağlıdır. Uygun şartlarda gerçekleştirilen yabancı yatırımların Türkiye’ye zarar vermeyeceği aşikârdır. Bir de şu meselelere açıklık getirmek gerekir herhalde: * Eğer yabancı yatırımlara karşıysak, yurt dışına yatırım yapan yerli yatırımcılarımıza da gittikleri ülke halkları karşı mı olmalıdır? Mesela; Romanya, Ukrayna, Rusya, İran, Suriye ve Irak’a giden müteşebbislerimiz geri mi gelmelidir? * Yabancı sermayedar elde ettiği gelirin bir kısmını kendi ülkesine götüremeyecekse, başka ülkelerde yatırımları olan yerli müteşebbislerimiz de aynı şekilde gelirlerinin bir kısmını buraya getirememeli midir? Mesela; İngiltere, Almanya, Türkmenistan, Mısır, Sudan, Libya ve Cezayir’deki yatırımcılarımız gelirlerinin bir kısmını Türkiye’ye getirememeli midir? * Eğer Türkiye yeterli tasarruf ve dolayısıyla yatırım hacmine sahip değilse ve yabancıların faaliyetine de izin verilmeyecekse hedeflenen gelir ve büyüme nasıl sağlanacaktır? Askerî Müdahale ve Siyaset, İktisat, Hukuk, Sosyete Muasır medeniyetler seviyesine erişmeyi temel hedeflerinden biri olarak tespit etmiş olan Türkiye, zaman zaman bu amaca yönelik sürece uygun olmayan gelişmelere sahne olabilmektedir. Bu kapsamda; meydana gelen siyasî, iktisadî, hukukî, sosyo-kültürel birtakım hadiseler ‘muasır’, yani ‘modern’, yani ‘çağdaş’ dünya anlayışına aykırı sonuçlara yol açabilmektedir. Böylece ‘medenîlikten’, yani ‘sivilleşmeden’, yani ‘uygarlıktan’ uzaklaşmaktayız. Sonuçları itibariyle askerî müdahaleler de bu tür hadiseler arasında, hatta başında yer almaktadır. Muasır medeniyetin temel nitelikte geçerliliği olan değerlerinden biri olarak ‘demokrasi’, başta gelişmiş ülkeler (GÜ) olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) de özümsemeye ve hayata geçirmeye çalıştığı bir yönetim anlayışıdır. Bir GOÜ olarak ülkemizde de demokrasinin yerleşmesine çalışılmaktadır. Bununla beraber, klasik tabiriyle 'her on yılda bir' gerçekleştirilen askerî müdahaleler, maalesef bu yönetim anlayışının ülkemizde yeşerip filizlenmesini ve gelişmesini tehdit etmektedir. Dolayısıyla, ‘haklı-haksız’ belirli aralıklarla icra edilen bu tür müdahaleler; ülkemizde siyasî, iktisadî, hukukî ve sosyo-kültürel alanlarda adeta kısır döngülerin yaşanmasına sebep olmaktadır. Böylece söz konusu alanlarda birçok olumsuzluklar yaşanmaktadır. Somutlaştırmak gerekirse meydana gelen olumsuzlukların bir kısmı şöyle sıralanabilir: Siyasî Olumsuzluklar: * İktisadî hayatta uzun ömürlü şirketlerin olmayışı veya sayısının çok az olması gibi, siyasî hayatta da uzun ömürlü partiler oluşamamaktadır. * Uzun soluklu siyasî istikrar sağlanamamaktadır. * Uzun vadeli siyasî istikrarın sağlanamayışına bağlı olarak muktedir hükûmetler kurulamamakta ve dünyaya entegre olmuş/olmak isteyen bir toplumun beklentilerine uygun gelişmeler/atılımlar gerçekleştirilememektedir. * Siyasî istikrarsızlık sebebiyle yeni müdahalelere zemin oluşabilmektedir. İktisadî Olumsuzluklar: * Müdahaleler sonrasında kısa vadede döviz kurlarında önemli boyutlarda aleyhte gelişmeler yaşanabilmektedir. İlk aşamada, bunun sıcak-soğuk paranın yönü üzerinde olumsuz etkileri olmakta ve bunu ilgili olumsuzluklar takip edebilmektedir. * Faizlerde artışlar meydana gelebilmekte, buna bağlı olarak yatırım maliyeti artmaktadır. Sonuç, yatırımlardaki azalma ve istihdamdaki azalmadır. * Yatırım yapmış olan yabancılar söz konusu yatırımlarının geleceğinden endişe duymakta, buna bağlı olarak yeni yatırımcıların gelmesi zorlaşmaktadır. * Müteşebbislerin geleceğe yönelik beklentileri olumsuz bir niteliğe bürünmektedir. * İşçi-işveren barışı zedelenmektedir. * Maddî-malî piyasalar dengeden uzaklaşmaktadır. * Ekonomide meydana gelen bozulmalar, yeni müdahalelere kapı açabilmektedir. Hukukî Olumsuzluklar: * En başta, seçimle yasamanın ve yürütmenin idaresine geçen meclis ve hükûmet tasfiye edilmektedir ki bu, halkın hakkının ihlâli manasına gelmektedir. * Tasfiye edilen kişiler/kurumlar haksız muamelelere tabî tutulabilmektedir. * Toplumun çeşitli kesimlerine/kurumlarına yönelik hukuksuz davranışlar sergilenebilmektedir. * Gayri hukukî uygulamalar dolayısıyla bozulan iç barış ortamı, yeni müdahaleleri beraberinde getirebilmektedir. Sosyo-Kültürel Olumsuzluklar: * Toplumun geleceğe yönelik olumlu beklentileri tersine dönmektedir. * Geleceğe yönelik planlardan vazgeçilebilmekte veya bunlar tehir edilebilmektedir. Mesela, evlilik planlarının iptali veya tehiri söz konusu olabilmektedir. * Ekonomik kaynaklı olmak üzere toplumda yaygın bir işsizlik psikolojisi hakim olabilmekte ve bunun yansımaları çok olumsuz nitelikler arz edebilmektedir. * Toplum katmanları arasında kin-husumet vb. nahoş duygular beslenebilmekte bunlar daha ileri boyutlara taşınabilmektedir. Bu çerçevede kültürler arası diyalog, kaynaşma ve hoşgörü; yerini hazımsızlığa, tahammülsüzlüğe ve ihlâllere bırakabilmektedir. * Toplumda meydana gelen olumsuz gelişmeler, yeni müdahaleleri gündeme getirebilmektedir. Bu ve benzeri olumsuzlukların sayısının artırılabilmesi mümkündür. Ortaya konan bu olumsuzluklar yanında, askerî müdahalelerin gerekli olduğu zamanların ve zeminlerin varlığını da dile getirmek, akademik bakış açısının gereğidir. Fakat ‘fayda-maliyet analizi’ ve ‘sebep-sonuç ilişkisi’ çerçevesinde düşünüldüğünde, müdahalelerin olumsuz yönlerinin olumlu yönleriyle kıyaslanamayacak boyutta olduğunu ifade etmek mümkündür. Kaldı ki sorun(lar) varsa bunun çözüm yolu askerî müdahale değil; fakat tüm kişilerin, kurumların ve kuruluşların karşılıklı anlayışı ve işbirliği olmalıdır. Son olarak, askerî idarelerin muktedir olduğu bazı Afrika, Latin Amerika ülkeleri bir tarafta olmak üzere, 2006 yılında askerî idareyi tercih eden (?) bazı ülkeleri sıralayalım: Tayland, Bangladeş… Bütün kişilerin, kurumların ve kuruluşların da, benzer tercihte (?) bulunulması halinde, Türkiye’nin dünyada hangi statüde bir ülke olarak algılanacağını iyi değerlendirmesi gerekmektedir. İktisadî Savaş 2007 yılının ortaları itibariyle Türkiye açık bir şekilde savaşa sürüklenmeye çalışılmaktadır. Getirileri değil ama götürüleri büyük ölçüde belli olan bir savaşa, bir bataklığa… Günümüzde, ülkeler arasında çeşitli alanlarda mücadeleler, yani savaşlar yapılmaktadır: a) Askerî savaş: Bu tür savaşlar, ülkelerin askerî güçleri arasında gerçekleştirilen ve yıkıcı savaşlardır. Sıcak niteliklidir ve kazanan taraf da mutlaka birşeyler kaybeder. b) Sosyo-kültürel savaş: ‘Kültürler arasında gerçekleştirilen mücadeleler’ şeklinde tanımlanabilecek bu savaş türü, hayat tarzlarına yönelik müdahaleler şeklinde kendini göstermektedir. Emperyal içerikli bu savaş; sıcak nitelikli olabileceği gibi, soğuk nitelikli de olabilir. c) Ekonomik savaş: Ülkelerin ekonomik alanda güç gösterileri şeklinde ortaya çıkan bu savaş, soğuk nitelikte olup, sahip olunan makine-teçhizat, bilgi birikimi, beşerî sermaye gibi faktörlerle bağlantılıdır. Bu tür faktörlerden hareketle elde edilecek üstünlüklerle başta dünya ekonomisinde olmak üzere siyasî alanlarda da söz sahibi olmak hedeflenir. Türkiye’nin, günümüz şartlarında askerî ve sosyo-kültürel savaşa girme lüksü mevcut değildir, fakat illa savaşmak isteniyorsa bunun ekonomik alanda gerçekleştirilme çabası içine girilmesi daha mâkul görünmektedir. * Askerî savaş lüksümüz yok, çünkü böyle bir savaşın sonu, olumlu anlamda, görünmemektedir. * Sosyo-kültürel savaş lüksümüz de yok, çünkü ülke olarak emperyal hedeflerimiz yoktur. * Bu durumda, ekonomik alandaki savaşa yoğunlaşmamız gerekmektedir. Yani hem makine-teçhizatımızı, hem bilgi birikimimizi, hem de beşerî sermayemizi vb. ekonomik alandaki mücadeleye kanalize etmeliyiz. Böylece ülkemizi dünyada hem ekonomik hem de siyasî alanlarda söz sahibi hâle getirmemiz mümkün olabilecektir. Bu hedef, Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, dünyada sulh’ sözüyle de paralellik arz etmektedir. Savaş istemiyoruz, ‘SAVAŞA HAYIR!’ diyoruz, Barış istiyoruz, sadece barış… Benjamin Franklin’in dediği gibi; ‘savaşın iyisi, barışın kötüsü yoktur’. Spor Ekonomisi ve Dış Ticaret Herhangi bir iktisadî sektörün dış ticaretteki payı, ülke ekonomisine katkısı itibariyle yapılan değerlendirmelerde ele alınan unsurlardan biridir. Bu çerçevede, söz konusu sektörün ithalât ve ihracat rakamlarına bakılarak birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. Sektörün, özelliğine göre değişmekle beraber, genel olarak ihracatının ithalâtından fazla olması beklenir. Dış ticaretteki payları açısından ele alındığında, hizmet alt sektörlerinden 'spor'la ilgili olarak çok net değerlendirmeler yapmak mümkün olmamaktadır. Bunun sebeplerinin başında şunlar sıralanabilir: 1) Söz konusu hizmet faaliyetlerinin akademik çerçevede dikkate alınmaması, 2) Bunların ekonomide başlı başına birer faaliyet dalı olarak ele alınmayışı, 3) Bu hizmetlere ilişkin yeterli verilerin olmayışı, 4) Bu faaliyetlerin 'ithalât-ihracat' kavramları çerçevesinde icra edilmeyişi. Rağbet dereceleri itibariyle başta futbol, basketbol, voleybol olmak üzere güreş, hentbol, yüzme, tenis, karate do, te kvan do, ju do, atletizm, satranç vs. sportif faaliyetlerdeki ticarî hacme ve bunların dış ticaretteki paylarına ilişkin çok sağlıklı veriler mevcut değildir. Halbuki bu faaliyetlerde ihmal edilemeyecek boyutta ticarî işlemler gerçekleştirilmektedir. Bu kapsamda, mesela futbol sektörü ele alınabilir. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de futbol takımlarında çok sayıda yabancı oyuncu mevcuttur. Yani bu sektörde önemli ölçüde ithalât işlemi gerçekleştirilmektedir ve bunların parasal boyutu çok yüksek olabilmektedir. Buna karşılık, Türkiye'nin ihracatı, yani dışarıya futbolcu ve eğitici transferi düşük seviyede olup, parasal boyutu da ithalât hacmi ile kıyaslanamayacak seviyededir. Bu durumda, söz konusu faaliyetlerin maddî manada ülke ekonomisine katkısının düşük olduğu ortaya çıkmaktadır, yani eksik olan bir şeyler vardır. Bir ekonomik faaliyetin ithalât gideri, ihracat gelirinden fazla ise, söz konusu faaliyete ilişkin bazı tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu maksatla neler yapılabilir?: a) Ya ithalâta sınırlama getirilmelidir, b) Ya da ihracat artırılarak dış ticaret açığı giderilmeye çalışılmalıdır. İlk tedbir serbest ekonomi anlayışına uygun bir davranış değildir. Çünkü aynı tedbiri başka ülkelerin de alması halinde, ilk kısıtlamayı getiren ülkenin ihracatı da engellenmiş olacaktır. O hâlde ikinci tercihe göre hareket edilmelidir. Yani ihracat artırılmalıdır. Bu çerçevede, spor dallarında yetiştirilecek kişilerin ve spor yetiştiricilerinin yurt dışına transferi ile elde edilecek gelir, ülke ekonomisine katkı sağlar hâle gelecektir. Bunun için dünya piyasalarında rekabet edebilir kalitede ürün (sporcu) imalâtında bulunmak ve bunların sayısını artırarak pazarlama-satış yapmak gerekmektedir. Temsil açısından bakıldığında doğru görünen, bir ülkenin kendi kaynaklarıyla (sporcularıyla)dünya piyasalarında boy göstermesidir. Fakat ithalât engellenemeyeceğine göre, gerekli imalâtta bulunarak (sporcu yetiştirerek) ihracata ağırlık vermek, ülke ekonomisi açısından mantıklı görünmektedir. Elbette başarı için tüm bu faaliyetler, kurumsal ve sistematik tarzda gerçekleştirilmelidir. Devletin Özelleşmesi ve İktisadî Kalkınma Türkiye, yeni bin yıla köklü değişmelerle girmiştir. Global ekonomik krizin etkilerini yoğun bir şekilde hissettirdiği bu yıllar, aynı zamanda birçok alanda yeni başlangıçların da miladı niteliğinde olmuştur. Sözü edilen yıllar itibariyle Türkiye, bir yandan ekonomik anlamda özelleştirme sürecini yoğun bir biçimde sürdürürken, öte yandan bir fenomen niteliğindeki devlette de özelleşme sürecini yaşamaktadır. 'Bir coğrafyada yaşayan halkların organize olmuş şekli' olarak tanımlanabilecek devlet kavramı, Türkiye'de nedense halklar açısından bu niteliğini arzu edilir seviyede gerçekleştirememiştir. Nitekim 'devlet' denince akla gelen ilk kavramlar arasında şunlar dile getirilmektedir: üstlük, mutlak üstünlük, katılık, değişmezlik, kesin kurallar bütünü, elitizm, vs. Devletin özelleşmesi ile iktisadî gelişimi arasında da yakın bir ilişki vardır. Nitekim, bir devlet kendi kurumsal yapısı itibariyle özelleşmemişse yani halklarıyla bütünleşmemişse, idaresi altındakilerle arasındaki engelleri en aza indirmemişse, o devlette iktisadî kalkınma açısından da hedeflenen atılımın sağlanması güçleşmektedir. Devlet-millet birlikteliği sağlanmadığı müddetçe bir ülkede; kanunsuzlukları, kaçakçılıkları ve yolsuzlukları gidermek mümkün olmamaktadır, olamamaktadır. Dolayısıyla iktisadî kalkınma da arzu edilir biçimde sağlanamamaktadır. Devleti ile barışık olan milletler 'iktisadî kalkınma' çerçevesinde neler yapar? Bunlardan sadece birkaçı şöyle sıralanabilir: * En başta 'aidiyet' duygusu gelişir ve bu çerçevede 'ülkeyi-vatandaşlarını' sevme-sayma bilinci artar. * Devlete güven oluşacağı için kanunsuz-nizamsız işlere bulaşılmamaya özen gösterilir. * Verginin mümkün mertebe ödenmesine çalışır. * İktisadî faaliyetlerde sadece şahsî değil, aynı zamanda toplu menfaat saiki ile hareket edilir. * Gelirdeki yükselişe paralel olarak tasarruf bilinci ve yatırım faaliyetleri artar. Türkiye'de, devletin özelleşmesi yani devlet-millet birlikteliği açısından son yıllarda önemli mesafeler kat edilmektedir. Buna bağlı olarak iktisadî büyüme oranları da belirgin seviyelerde gerçekleşmektedir. Bu ilişki, olumlu eğilimini sürdürdükçe benzer iktisadî büyüme oranları ve hatta daha fazlası elde edilmeye devam edilecek ve toplu iktisadî kalkınma hedeflerine emin adımlarla ulaşılacaktır. Turizm, Çevre ve Tasarruf Turizm, Türkiye'de hizmetler arasında en büyük paya sahip olan sektördür. TÜİK ve TCMB verilerine göre 2007 sonu itibariyle Türkiye'yi ziyaret eden kişi sayısı 27 milyon 215 bin olup, elde edilen net gelir meblağı da 15,2 milyar Dolar'dır. Turizm geliri, cari açığın azaltılmasında da en fazla katkıya sahiptir. Türkiye açısından hayatî derecede önemli bir faaliyet dalı olmakla beraber, bu sektörde önemli ölçüde kaynak israfı da meydana gelmektedir. Bu çerçevede; gıdadan suya, ısınmadan temizliğe kadar birçok maddede aşırı tüketim gerçekleştirilmektedir. Özellikle üst yıldızlı otellerde bu israfın boyutlarına şahit olmak mümkündür. Aşırı tüketimin çevre kirliliği ile pozitif bir ilişkisi de vardır. Dolayısıyla, bu olumsuzluklara dair ciddi tedbirlerin alınması kaçınılmazdır. Aslında bu olumsuzluklar, sadece Türkiye'de değil fakat dünyanın her yerinde farklı nitelikte ve nicelikte mevcuttur. Nitekim, bunu fark eden birçok otel, israfın önüne geçme amaçlı çarelere müracaat etmektedir. Bu amaçla suyun daha az tüketilmesi, çevreye zararlı olan temizlik maddelerinin kullanımının azaltılması vs. teşvik edilmektedir. Kimi oteller, bunu "kurumsal sorumluluk" kapsamında değerlendirerek ilgili politikalar belirlemektedir. Mesela, sayıları giderek artan otelde şöyle ikazlara rastlamak mümkündür: "Dünyadaki oteller, günlük olarak çok sayıda havluyu önemli ölçüde temizlik malzemesi kullanarak yıkamakta bu da çevre kirliliğine sebep olmaktadır. Eğer çevrenin korunmasına katkıda bulunmak istiyorsanız, kullanmış olduğunuz havluları tekrar kullanacağınızı ifade etmek için yerlerine asınız. Yıkanmasını istediğiniz havluları ise uygun bir yere bırakınız." Türkiye'de de turizm işletmeleri, israfın önlenmesi için gerekli tedbirleri almak durumundadır. Neler yapılabileceğine ilişkin birtakım maddeler şöyle sıralanabilir: * Müşteriler her fırsatta israf hususunda bilinçlendirilmelidir. * Su israfını azaltan musluk vb. tertibat döşenmelidir. * Havuz sularının sıklıkla değiştirilmesi yerine temizliği sağlanmalıdır. * Öğünlerde "çok çeşit" yerine "yeterli çeşit" prensibi uygulanmalıdır. * Çevre kirliliğine asgarî seviyede sebep olan ısınma teknolojileri tercih edilmelidir. * Odalardaki sabun, şampuan vb. maddeler tamamen tüketilmeden yenisi ile değiştirilmemelidir. * Havlu vb. malzemelerin bir defadan fazla kullanımı teşvik edilmelidir. * Düşük enerji harcayan aydınlatma malzemeleri kullanılmalıdır. Elde edilen turizm gelirinin daha fazla kısmının ekonomiye dahil olması, bu ve benzeri tedbirler alınarak masrafların azaltılması ile mümkündür. Temel bir gerçek olarak; ya kaynaklarımızı aşırı tüketerek çabucak bitireceğiz, ya da onları uygun bir şekilde kullanarak hayatımızı daha uzun bir süre idame ettirebileceğiz. Bu tamamen bize bağlı… Ekmek ve İsraf Ekmek, Türkiye'de hane halkı temel gıda tüketiminde en fazla paya sahip olan maddelerdendir. Temel bir gıda maddesi olması dolayısıyla, talep fiyat esnekliği de düşüktür (<1). Bu sebeple, fiyatındaki aşağı yukarı yönlü değişmeler, tüketiminde pek etki doğurmamaktadır. Türkiye'de, ekmeğin fiyatında meydana gelen artışlar her zaman itiraz konusu olmaktadır. Çünkü ekmek temel gıda maddelerinden biridir ve özellikle dar gelirli hane halkının bütçesinde belirli bir payı oluşturmaktadır. Aile nüfusundaki artışa paralel olarak ekmeğin bütçedeki önemi de artmaktadır. 2008 yılı ortası itibariyle ekmek imalâtında ve fiyatında birtakım değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede, birim ekmek gramajına ilişkin standartlar oluşturulmuştur. Ayrıca, maliyetlerdeki artışlar ileri sürülerek fiyatlarda da yukarı yönlü düzenlemelere gidilmiştir. Haliyle bu artışlar, yine itirazlara sebebiyet vermiştir. Ekmek fiyatlarındaki artışlara yapılan itirazlar yanında dikkat çeken ve söz konusu eleştirilerin haklılığını adeta ortadan kaldıran bir husus vardır; israf… Maalesef Türkiye'de önemli boyutlarda ekmek israfı olmaktadır. Ekmek israfı; başta lokanta ve otel gibi ticarî kuruluşlar olmak üzere okullarda, yurtlarda ve özellikle evlerde yapılmaktadır. İlginç olan, söz konusu israfın sadece yüksek gelirlilerin yaşadığı semtlerde değil aynı zamanda düşük gelirlilerin bulunduğu bölgelerde de gerçekleşmesidir. Nitekim, çöp kutularının içinde önemli miktarlarda ekmek artıkları mevcuttur. Dahası; sokaklarda, caddelerde yerlere atılmış ekmek, simit, poğaça, börek vb. mamul artıklarına rastlamak mümkündür. Ekmekteki fiyat artışlarına yapılan itirazların makul karşılanması lazımdır, fakat yapılan israfın boyutu da son derece düşündürücüdür. İsrafın önlenmesi sadece kamu ve özel nitelikli kuruluşların yapacağı ikazlarla değil, bizzat ebeveynlerin evlatlarına tavsiyeleriyle mümkün olabilir. Tabii, en başta kendilerinin bu hususa riayet etmeleri şartıyla… Su Mücadeleleri İklim değişikliğine ve küresel ısınmaya paralel olarak meydana gelen su sıkıntısı, dünyadaki herkesi yakından ilgilendiren bir husustur. İster su fakiri ister su zengini olsun herkes su kıtlığından bir şekilde etkilenmektedir, etkilenecektir. Su fakiri ülkeler zaten olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Su zengini ülkeler ise yakın gelecekte dolaylı olarak etkileneceklerdir. Şöyle ki su kıtlığı çeken ve su bolluğu içinde olan ülkeler arasında ortak bir anlaşma sağlanamaması halinde bir su savaşı kaçınılmaz görünmektedir. Dolayısıyla suyun sürdürülebilir tarzda kullanımı sadece su fakiri ülke insanlarını değil, herkesi ilgilendirmektedir. Bu hususta yapılması gerekenlere ilişkin bazı teklifler, devlet-kurum-hane halkı bazında şöyle sıralanabilir: a) Devlet: * Su savaşları başlamadan önce, meselenin uluslararası platformlarda gündeme getirilmesi gerekmektedir. * Suyun sürdürülebilir kullanımına ilişkin hazırlanacak anlaşmalara imza konulmalı ve ilgili tedbirler hayata geçirilmelidir. b) Kurum: * Su sızıntılarını ortadan kaldıracak veya en aza indirecek aktarma teknolojileri kullanılmalıdır. * Atık suların en yüksek seviyede geri dönüşümünü sağlayan teknolojiler kullanılmalıdır. * Suyun tasarruflu kullanımına ilişkin yoğun bilgilendirme programları (yazılı, sözlü, işitme-görme ile ilgili) düzenlenmelidir. * Denizden içme-sulama suyu elde edilmesi için gerekli teknolojik hazırlıklar yapılmalıdır. c) Hane Halkı: * Suyun ihtiyaca göre kullanımına özen gösterilmelidir. Günümüzde suyun, artık, para karşılığında istenildiği kadar kullanılabilecek bir madde olmaktan çıktığı anlaşılmalıdır. * Su tasarrufu sağlayan malzemeler (musluk, çamaşır-bulaşık makinası vs.) kullanılmalıdır. * Banyolarda küvet kullanımından vazgeçilmeli veya küvet kullanımı en az seviyeye indirilmelidir. * 2x4x1,5 metrelik bir havuzun suyu, dört kişilik bir ailenin ortalama 1 haftalık su ihtiyacına karşılık gelmektedir. Dolayısıyla havuz kullanımından vazgeçilmeli veya havuz kullanımı en az seviyeye indirilmelidir. İktisat'ta Nedret Kanunu kapsamında "kıt olan nesnelerin kıymetli olduğu" ifade edilerek elmas ve su örneği verilir. Bu çerçevede, insan için çok önemli bir ihtiyaç maddesi olmasına rağmen suyun değerinin düşük olduğu, buna karşılık sadece şahsî tatmin için kullanılan elmasın daha değerli olduğu belirtilir. Görünen o ki birgün, dünyanın bütün elmasları bile bir damla suyun kıymetine erişemeyecek hâle gelecektir. O hâlde herkes, o gün gelmeden suyun sürdürülebilir kullanımı için üzerine düşeni yerine getirmelidir. Türev Kazançlar ve Global Finansal Kriz Dünya, 2007 yılının ilk yarısı itibariyle yeni bir kriz sürecine girmiş hâldedir. Yeni bin yılın ilk global nitelikli bu ekonomik krizinin, yerini ne zaman toparlanmaya bırakacağı henüz bilinmemektedir. Açıktır ki bu krize sebep olan temel faktörlerin başında üretimle doğrudan ilişkisi bulunmayan para, diğer tabiriyle sıcak para gelmektedir. Amacı direkt olarak bir üretim faaliyetini finanse etmek olmayan fakat faiz-döviz-borsa üçgeninde sadece paradan para kazanmayı hedef haline getirmiş olan bu dolaşım faaliyeti, ülkelerin belli ölçüde nimetlendikleri fakat esasında önemli ölçüde zarar gördükleri bir nakit akışıdır. Günümüz dünya ekonomik sisteminde herhangi bir ülke, sıcak paranın dolaşımına ilişkin tek başına düzenleme yapma imkânına sahip bulunmamaktadır. Bir ülke böyle bir teşebbüste bulunduğu takdirde, bu nitelikteki para sahibi kişilerin ve kurumların adeta hışmına uğramakta ve büyük oranda zarar görmektedir. Nitekim 1997 yılında, dolaylı sermayeye yönelik kısıtlamalara gitmek istediğinden dolayı Tayland piyasalarından kısa sürede önemli meblağda para çıkışı yaşanmış ve ülke ekonomisi felce uğramıştır. Aralarında Güney Kore, Malezya, Endonezya ve Filipinler'in yer aldığı bölge ülkelerinde de aynı süreç yaşanmıştır. Türkiye'de de ne zaman menkul kıymetlere yönelik vergi uygulaması gündeme gelse benzer hareketlenmeler yaşanmaktadır. Aynı şekilde Ekim 2008'de ABD merkezli dünya ekonomik kriziyle ilgili olarak G-8 ülkelerinin 'piyasaları düzeltme amaçlı çarelere başvurma' kararı almasının hemen ertesinde meydana gelen olumsuzluklar da bunu teyit etmektedir. Nitekim, birçok ülke borsasında önemli düşüşler, döviz kurlarında keskin çıkışlar meydana gelmiştir. Bu hareketler, sıcak paracıların verdiği mesajlar niteliğinde olup, sanki 'bize müdahale etmeye kalkmayın, cevabımız fena olur' demektedirler. Bu sebeple dolaylı sermayecilere karşı global tedbirlerin alınması kaçınılmaz bir hal almıştır. Bir ülke, entegre olmuş günümüz dünya ekonomik sisteminde, dolaylı sermaye ile ilgili tek başına düzenleyici bir tavır sergileyemediğine göre, toplu halde birtakım tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu amaçla BM nezdinde veya IMF-Dünya Bankası çatısı altında veya uluslararası nitelikli yeni bir kuruluşun tesisi ile dolaylı sermayenin hareketine ilişkin bazı ölçüler tespit edilmelidir. Fakat tespit edilen bu kurallara her ülke harfiyyen riayet etmelidir. Aksi hâlde sonuç, Bretton Woods sistemininkinden farklı olmayacaktır. G-20 ülkeleri Kasım 2008'de bir araya gelerek finansal piyasalara ve dünya ekonomisine ilişkin birtakım tedbirler alındığını ilan ettiler. Fakat daha fazla başarı için, diğer tüm gelişmekte olan ülkelerin de global ekonomik meselelerle alakalı karar vericiler havuzuna dahil edilmeleri gerekmektedir. Gerekli tedbirlerin alınması halinde, mevcut global finansal kriz düşük bir maliyetle atlatılmış olacaktır. Bu çerçevede alınacak tedbirlerden biri türev yatırım araçlarına getirilecek sınırlama olabilir. Özellikle üretimle doğrudan ilgisi olmayan bütün türev finansal yatırım araçları ile ilgili böyle bir karar alınabilir. Mesela ipoteğe dayalı gayri menkul kredi sistemi olan ve müşteriler-bankalar arasındaki konut-iş yeri dolayısıyla alacak-verecek ilişkisine dayalı "mortgage"ta çok sayıda türev yatırım aracı mevcuttur. Doğrudan üretimle ilgisi olmayan, fakat söz konusu alacak-verecek ilişkisi üzerine tesis edilmiş olan bu yeni yatırım araçları, son Mortgage Krizi'nde görüldüğü üzere meydana gelen en küçük olumsuzlukta hem bu araçları çıkaran kurumları hem de bunları alanları iflasa sürükleyebilmektedir. Üretimle bağlantısı olmadan sadece paradan para kazanma, yani hayali kârlar elde etme peşinde olan kişilerin ve kurumların hatta devletlerin dünyayı sürükleyeceği tek bir adres vardır, global ekonomik kriz ve çöküş… O halde başarı; alınacak tedbirlerin de global nitelikte olmasıyla ve istisnasız tüm ülkelerin bunlara katılımıyla elde edilebilecektir. Küresel Ekonomik Kriz Süreleri Küresel nitelikli ekonomik krizler arasındaki süreler dikkat çekici niteliktedir. 20.yüzyıl itibariyle meydana gelen krizler ele alındığında, her bir kriz arasında tam olmasa da geometrik biçimde azalan zaman aralıklarına şahit olunmaktadır. Esasında çok sayıda global ekonomik kriz gerçekleşmekle beraber, bunların en derin nitelikli olanları incelendiğinde bu durum teyit edilmektedir. 20.yüzyıl itibariyle meydana gelen küresel ölçekli ekonomik krizlerden başlıcaları şöyledir: a) 1929 Büyük Dünya Buhranı b) 1973 OPEC Petrol Krizi c) 1997 Güney Doğu Asya Krizi d) 2008 ABD Mortgage Sistemi Kaynaklı Finansal Kriz Söz konusu krizlerin arasındaki zaman dilimleri yaklaşık şu şekildedir: 1) a ve b arasındaki süre: 44 yıl 2) b ve c arasındaki süre: 24 yıl 3) c ve d arasındaki süre: 11 yıl Görüldüğü üzere giderek azalan süreler söz konusudur. Dahası, bu zaman dilimleri yaklaşık olarak geometrik niteliklidir, yani bir öncekinin yarısı civarındadır. Bu da gösteriyor ki bir sonraki kriz de çok uzak değildir. Esasında, halihazırda yaşanan finansal kriz, sadece mortgage sistemi kaynaklı olmayıp birçok sebebe dayanmaktadır. Dolayısıyla bu sebepler ortadan kaldırılmadığı takdirde, yukarıdaki ilginç ilişki dikkate alınarak, 2010'lu yılların ortasına varmadan yeni bir krizle karşılaşılacağı ifade edilebilir. Aslında bu astrolojik bir yaklaşım olarak görülmemeli, fakat geçmişten geleceğe bir eğilimin tespiti olarak değerlendirilmelidir. Çünkü mevcut global finansal sistem, sürdürülebilir nitelikte olmayıp köklü değişiklikleri gerektirmektedir. Bu sebeple, lazım gelen tedbirlerin alınmaması halinde sonuç şimdiden belli gibidir. Türkiye ve Petrol 2000 yılından sonra Türkiye'de petrol aramalarına verilen önem artmıştır. Özellikle son birkaç yıldır arama-tarama faaliyetlerine hız verilmiştir. Gelen haberler, arama-tarama yapılan kuyuların önemli bir kısmında petrol rezervine ulaşıldığı yönündedir. Türkiye'de ekonomiye belirgin bir katkı sağlayacak seviyede petrole ulaşılması, önemli bir gelişmedir. Fakat petrol bulunması ile beraber yeni sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır. Bu sebeple, söz konusu sorunlara ilişkin tedbirlerin şimdiden alınması gerekmektedir. Başlıca muhtemel sorunlar ve çözümlerine ilişkin teklifler şöyle sıralanabilir: * Bir ülkede petrol bulununca, yakıt fiyatlarında meydana gelen düşme ile otomotiv talebi artmaktadır. Bu talep, ithal araçlarla karşılanma yerine yerli araçlara yönlendirilebilirse dış ticarette ve buna bağlı olarak cari işlemlerde beklenmeyen açıklar engellenmiş olur. Fakat talep yerli otomotive yönlendirilirken, aynı zamanda bu sektörün kendini geliştirmesi de teşvik edilmelidir. * Bulunan petrolün uluslararası standartlarda rafine edilememesi ve temizlenememesi sorunu ortaya çıkabilmektedir. Bu da araçlarda ve sanayide kullanılan petrol atıklarının canlılara ve çevreye zarar vermesine yol açmaktadır. Nitekim, bazı ülkeler de petrol bulunması sonrasında, akciğer enfeksiyonlarının artığına şahit olunmaktadır. Afrika'daki bazı ülkeler bunlara örnektir. Sadece petrol bulmakla sorun çözülmüyor. Hatta birçok sorunun ondan sonra çıktığı belirtilebilir. Dolayısıyla başarı petrol bulmak değil, onu uygun bir şekilde kullanabilmektir. Türkiye'nin 2009 Yılı Teşvik Paketi Bölgesel ve sektörel bazda desteklenecek yatırım konuları 2002/4720 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile oluşturulan istatistikî bölge birimleri sınıflandırması (İBBS)-Seviye 2 esas alınarak belirlenmiştir. İBBS-Seviye 2'deki 26 alt bölge, Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (SEGE) kullanılmak suretiyle gruplandırılarak teşvikler açısından 4 ana bölge oluşturulmuştur. Bölgesel gelişmişlik farklarını azaltmak amacıyla hayata geçirilen teşvik programı kapsamında sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyelerine göre oluşturulmuş olan 4 ana bölge şöyledir:
Tablo'da da görüldüğü üzere Trabzon ve Şırnak illeri aynı bölge içinde yer almaktadır. Aşağıda, söz konusu illerin bazı veriler itibariyle karşılaştırılmalı değerlendirilmesi gerçekleştirilmektedir. Trabzon ili 2008 sayımına göre 748.982 nüfusa sahiptir. 1 hava alanı, 1 limanı, 4 adet (Arsin, Beşikdüzü, Vakfıkebir, Akçaabat) organize sanayi bölgesi ve 1 adet serbest bölgesi mevcuttur.
Öte yandan Şırnak ili, 2008 sayımına göre 429.287 nüfusa sahiptir. Şehrin ulaşımı sadece karayolu ile sağlanmaktadır. İnşaatı 2009 yılında tamamlanmış olup, henüz faaliyete geçmiş tesisi bulunmayan bir organize sanayi bölgesi mevcuttur.
İktisadî Faaliyet Kollarına Göre GSYİH
Kaynak: http://www.tuik.gov.tr http://www.fao.org/hunger/en,
03.01.2012 |
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||